Sıcak bir Temmuz sonu, İstanbul’da bir kitapçıda aşık oldum, kitapçının en ücra yerinde, küçük bir köşede, en az kitap bulunan terkedilmiş bir rafta, gri kapaklı bir kitaba. Aşk yaşadık resmen bir hafta boyunca. Kitap aşkı bitmeyen aşklardan olduğundan dolayı, bir hafta seviştik sonra bitti diye bir şey olamıyor. Canınız istediği zaman, tekrar tekrar sevişebiliyorsunuz, kitaplığınıza uzanıp, kolayca. Aslında ne kadar az şey biliyormuşuz meğer, bir o kadar da eksik bilgilerle yaşıyormuşuz.
Bu kitaptan alıntılarla ilk yazımı birleştirmek istedim.
İyi okumalar…
Hepimize yemek yaptırdı pandemi ve birçoğumuz da sevdik bu işi. Evde saatlerce uğraşıp dostlarla yemek pişirmek kadar keyifli bir şey yoktur bence. Tabi eğer herkes elbirliği çerçevesinde çalışacak ki o bulaşıklar dağ gibi ev sahibine bırakılmasın. Tabi pandemi öncesi neredeyse haftada 2-3 kez dışarıda aynı yemeği bir restoranda 20-30 dk içinde masamıza alabiliyorduk ve bu yemeği beklerken sosyalleşebiliyorduk hem de bulaşığı kim yıkayacak derdi olmadan. Aşçılar, garsonlar ve bulaşıkçılar sayesinde, restoran rahatlığında.
Yemeği içmeyi bu kadar fazla seven bir kültür olarak hiç merak ettik mi mesela restorancılık fikri ilk kimin aklına geldi, kimin fikriydi, nasıl gelişti ve ilk hangi ülkede açıldı diye.
Dünyanın ilk restoranı ve restoran kelimesinin ne zaman kullandıldığı birçok kişi tarafından bilinmeyen veya akla gelmeyen bir soru. Ancak, restoran kelimesinin kökenine bakınca anlamı ile yemek yapma sanatının benzerlikleri ön plana çıkıyor…
1970’ler Fransa’sında Paris’te bir restorancı ilk restoran tanımını yapar. Kendisi bir restorancı olarak Paris’te çorba / kemik suyu yapan iyi bir aşçı. O günlerde, restoran tanımı henüz yapılmadan, bu tip yerler sadece zenginlere hizmet eden bir sektördü. Aslında şu an sürüklendiğimiz yol, tam da yaşadığımız şey bir yandan da. Ekonomik koşullar sayesinde sadece zenginlerin gidip yemek yeyebileceği mekanlara dönüşüyor yavaş yavaş restoranlar.
Boulanger sağlığa iyi geldiğini düşünerek çorbalarını restoran konsepti adı altına satmaya başlar. Ancak, bu gelişme herkes tarafından kabul görülmez. Fırıncılar loncası ve aşçılar loncası gibi tüm yemek grupları bu duruma karşı çıkarak uygun görmediklerini açıkça belli ederler.
Boulanger ise işini yasallaştırarak devam ettirir ve bugün her yerde gördüğümüz restoranın ilk temelini atar.
Ancak bazı kaynaklara göre ise, ilk restoranın Çin’de açıldığı ve Marko Polo Çin’de bulunan restoranların tıpkı bugünkü gibi o zaman da menülü ve garsonlu olduğunu söyler. Ancak, başka bir kaynağa göre ise ilk restoranın kurulmasını sağlayan kişi olarak Mathurin Roze de Chantoiseau gösterilir.
Fakat Chantoiseau ile Boulanger’in birbirlerine karşı çıktığı da iddialar arasında bulunmaktadır. Chantoiseau yine 1766’ da besleyici bir reçete ile Paris’te bir restoran açar, ancak tarih kitaplarında Boulenger’a değinilir. Tıpkı Edison ve Tesla’ da olduğu gibi.
Tam da bizim yapmaya çalıştığımız gibi, babamızın ilaç kullanmadan restoranımız için yetiştirdiği ürünlerin, farklı farklı yörelerden, kooperatiflerden aldığımız organik, adil ticaret yöntemleri sonunda, tarladan tabağa kadar olan süreç esnasında harmanlayarak önünüze gelen sağlık, vitamin, ilaç yani, iyileştirici bir restorancılık.
Türkçede kullanılan lokanta sözcüğü ise lokal ile aynı kökten gelir. Türk yemeklerinde Osmanlı döneminde günlük hayatta geleneksel yemek aşçıları, esnafı, kebapçıları ve köftecileri bulunurdu.
Türkiye’de bilinen ilk restoran ise 1888’ de İstanbul’da Galata’ da hizmet veren Viktorya’dır. Daha sonra adı Abdullah Efendi olarak değiştirilen hani. Restoranda birçok yemek aynı anda satılır, kadınlara ayrı oturma yeri, devlet büyüklerini ağırlama yeri ve içki satışı da bulunuyordu. Bugünkü adı ise Hacı Abdullah olarak değiştirildi ve daha çok Osmanlı yemekleri yapılıyor.
Bu bilgilere nereden nasıl ulaşabileceğimi bilemediğimden dolayı, Kıbrıs’ a dair böyle bir bilgi paylaşımı yapamıyorum maalesef. Turizm Adası dediğimiz bu coğrafya da, bunu merak eden çalışan birileri olmamış belli ki.
Belki kazıya kazıya bir şeyler bulurum, bulduğum zaman bir yazımız da Kıbrıs’ a dair olur.
Bu kitabı okurken aklımdan geçenler, beni götürdüğü yerleri, kabaran duygular, travmalar ve yaşadığım tüm yas süreçlerini tetiklediği tüm duyguları buraya sığdıramam mümkün olamayacağı için kısa bir toparlama yapıp yazımı bu defalık sonlandırmak istiyorum.
Girne-Taşucu-Ankara-İstanbul-İzmir-Bayındır-Köyceğiz-Karaman-Taşucu-Girne yollarında dostlarımızla, Dr. Hami’nin 13 at emektar Toyota Probox’u ile, 1 hafta da 4500km yaptığımız, kooperatifler, permakültür, işlevsel ormanlar, organik tarım, adil ticaret tartışmaları yaptığımız süre içinde;
KIBTEK bütün bu yolculuğumuz boyunca restoranımızın elektriğini 8 defa kesmiş bulundu. Çöpe atılan gıdalar, zarar ziyan falan. Kontür yükleyemedik ya yollarda bayırlardayız ya internet, hatta telefon hattı bile yok ya, hani anavatan, ama roaming var ya.
Kontörlü restoran sayacım var, evet.
Ada da bir ilk bence.
Sadece bize özel.
Hizmet vermeden / veremeden haraç kesen bir kurum var bu coğrafyada, “cennet vatan, yavru vatan, hatta ve hatta yemyeşil” yarım adamızda.
Beni bu yarımada, pandemi sürecindeki yarımada ve pandemi sonrası yarım ada yaşlandırmıştı, çökmüştüm resmen! Ama silkindim bir, dostlar da silkindi! Şu anda gençleşiyoruz yeniden, hep birlikte, iktidarların en büyük korkusu oluyoruz yeniden.
Dip Not: Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu (UNESCO) yaşlılığın tanımını yaptı.
UNESCO yaşlılığı sadece kronolojik ve biyolojik yaşla sınıflandırmak yerine daha geniş bir açısıyla konuya ele aldı.
Bunlar sizde varsa UNESCO’nun tanımına göre yaşlı sayılıyorsunuz:
• Konfor alanının dışına çıkamamak
• Yeni şeyler öğrenmemek, şaşırmamak ve çoğu şeyi bildiğini düşünmek
• Merak etmemek, keşfetmemek
• Geçmişte, anılarında yaşamak ve sürekli eskiyi tekrar etmek