“İnsan gözleriyle görmez, zihniyle görür” diyor Oliver Sacks. Keşke ben söyleseydim dediğim, kıskandığım sözlerden. O kadar çok şey anlatıyor ki.
Biz Marx’ın bir kitabını okuduğumuz zaman bir başka kitabını daha okumak isteriz. O kitap öbürüne, öbürü bir başkasına, zihnimizde uzayan bir okuma zincirine bağlanarak Marx’ı okumak… Çekici geliyor mu? Herkes için verilecek bir yanıtı yok elbette ama benim için böyle, bundan elli yıl önce de böyleydi, bugün de. Kaldı ki elli yıl önce okuduklarımı bugün yeniden okumam gerekiyor, o zamanlarda doğru dürüst anlamadığımı görüyorum şimdi.
Kitaptan kitaba su akar gibi okuyarak süzülüp gitmek değil bu, biliyorum. Manifesto’yu çarpıcı cümlelerin üstünden sıçrayarak okumak zor değil. Ama Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’ini okurken onun art alanını bilmek gerekir, tarihte insanların rolünün geçmiş ve bugün içinde oluşan koşullara bağlı ve radikal bir siyasal değişimin içinden çıkarak onu değerlendirmenin parlak bir örneği olduğunu bilmek – yoksa neyi niçin anlattığını anlamak zor olur. Alman İdeolojisi de öyle –benim için hep ayrı bir yeri oldu– ve zihnimize işleyen tarih kavrayışının sonucu olarak, örnekse tek ülkede sosyalizm belki ama, tek ülkede komünizm olanaksızdır.
Yalnızca üç örnek… Demek bir kavrama, hatta yorumlama çabası, dolayısıyla emek vererek okumanın çekiciliğini hem anlayıp hem de hissedebiliyorsak, bunun yaşam biçimimize getirdiği benzersiz katkıyı da görmeye başlıyoruz demektir.
Gelgelelim zihnin bu derinlik sarhoşluğunu yaşayabilmek gene de kolay değil. Ama bunu kolaylaştıracak bir yol bildiğimi sanıyorum, okuma deneyimimden çıkan bir yol.
Marx’ı iyi anlamakta zorluk yaşıyorsak eğer, roman okumayı ama bir romanı doğru ve nitelikli biçimde okumayı öğrenmek, bana kalırsa en doğru yoldur.
Roman okumayı öğrenmek ne demek? Bir romanı, yazınsal bir metin olarak okumak. Yani yalnızca hikâyesine bakarak okumamak.
Romanı oluşturan bütün öğeleri –dilinden kullandığı tekniklere, hikâyesine, olay örgüsünün nasıl yapıldığına, metnin sakladığı anlamlara varıncaya dek bütün öğeleri– yapının bütününden tek tek çekip çıkararak, yani soyutlayarak anlamaya, böylece yorumlamaya çalışarak okumak, sonra onları birbirine bağlayarak yeniden bütün yapıyı görmek.
Kolayca tanımladık. Ama aynı kolaylıkla üstesinden gelinemiyor.
Şunu da ekleyelim: Bütün öğeleri yapının bütününe bakarak anlamaya çalışmak yerine, yapının düzleminden tek tek çıkararak anlamaya çalışmak, her birini daha iyi anlamamızı sağlar. Soyutlama da işte bu.
Elbette bunu bir çırpıda yapmaya, okuduğumuz romanları birden her şeyiyle anlamaya başlayamayacağımız kuşkusuz. Kaldı ki bu durumlarda Nabokov’un her fırsatta dile getirdiğim sözü geliyor aklıma: İyi bir roman ancak yeniden okunur. Öyle değil mi? İyi bir romanı ancak yeniden okuduğumuz zaman hak ettiği gibi okuruz, ilk okumada göremediklerimizi o zaman görürüz.
Bana kalırsa Marx’ın kitaplarını da neden sonra yeniden okuduğumuz zaman gerçekten hak ettikleri gibi okumuş, ilk okumada anlayamadıklarımızı anlamış oluruz. Bu sabrı gösterebilirsek durgun bir su gibi değil, çalkantılı bir deniz gibi köpüren Marksizm belleğimizde adım adım daha sağlam bir yerde tutunmaya başlayacaktır.
Sürekli soyutlama yaparak okumak (iyi bir roman doğru ve nitelikli biçimde okunmak isteniyorsa başka türlü okunamaz) nitelikli bir düşünme biçimi kazandırır. Gelmek istediğimiz düzey bu. İnsanı insan yapan, ona bir kişilik ve kimlik kazandıran da düşünme biçimi, gelişkin bir zihin yapısı ve bilişsel yetileri gelişmiş bir kafaya sahip olmak değil midir?
Yukarıdaki satırlara bir kez daha dönelim: Soyutlama yapma becerisini kazanmak, zamanla okuduğumuz, baktığımız, işittiğimiz her şeyi soyutlama yaparak anlamaya çalışmak, Marksizmin bize zor gelen klasiklerini okumayı da düpedüz kolaylaştıran, okuduklarımızı daha iyi anlamamızı sağlayan biricik yöntemdir.
Soyutlama bir yöntem ama aslında hayatın her alanına ilişkin, adeta bir refleks olarak kazanmamız gereken düşünme ve anlama yolu, yordamı.
Roman sanatındaki önemli dönüşümlerden birinin yapıcısı olan Henry James’in dediği gibi, “Her şey döner dolaşır, hep o eski mi eski derse, derin düşünme sanatına geri döner. Onu uyguladığımda her yer aydınlanıyor.” Kazanımımız işte bu.
***
Şimdi daha iyi görüyorum: Marksizmin (Marx ile Engels’in eserleri) değeri, kendini ortaya koyduğu yıllara, içine doğduğu koşullara daha az bağlıyken sonra gelen yıllara, on yıllara daha bağlı oldu ve belki sonra gelecek yüzyıllara çok daha bağlı olacaktır.
Bunun bir düşünce olarak Marksizmin bütüncül doğasından geldiğini düşünebiliriz. Marksizm her dönemin içinden yaptığı çözümlemelerle o dönemleri ve o dönemlerin nelere gebe olduğunu anlatan ve bizim bunu anlamamızı sağlayan bir düşünme biçimi, bir yöntem.
Bu dediğim sanırım oldukça yalın anlamıyla, Marx’ın eserlerinin yazıldıkları yıllardan yüz, yüz elli yıl sonra daha iyi okunup yorumlandığını anlatıyor. Marx’ın yaptığı çözümlemeler, saptamalar, yargılar, öngörüler yazıldıkları koşulların içinden çıkmalarına karşın, bugünkü dünyamızı da anlatıyor ve bizim bugünü doğru anlamamızı sağlıyorsa soyutlamalarla kendini sürekli yenileyen yorumlarla her zaman bize ışık tuttuğu içindir.
Demek ki ışığını, görebileceğimiz uzaklığa düşürüyor Marksizm.
Biz bugün böyle görüyoruz ama bizim bilemeyeceğimiz gelecekteki toplumlar Marksizmle nasıl ilişki kuracak, onlar bu düşünceyi ne kadar anlamlı bulacak, gene de kesin bilmiyoruz. Kaldı ki bugünkü dünyamızda da Marksizmle belki hiçbir zaman tanışmayacak topluluklar da var, dünyanın girilmemiş topraklarındaki yerliler için Marksizmin bir anlamı olacak mı, bunu da bilmiyoruz…
Terry Eagleton, Truman Capote, Norman Mailer ya da Frank McCourt’un romanlarının bize hakikat gibi sunulduğunu ama bu eserlerin “hakikatleri bir tür yaratıcı kurguya” çevirdiklerini söylüyor ki bu sözleri bana ışık tuttu.
Doğrusu Marksizm de tersine, kurguyu hakikate çeviren bir düşünce. Reel sosyalizm başlangıçta bir kurguydu ya da komünist toplum bir kurgudur, ne kadar gerçek, somut bilgiye dayalı çözümlemelerden çıkmışsa da. Demek ki hakikatin bilgisi olarak Marksizm, içinde kurguyu taşıyabilen bir düşünce dünyası kurmuştur.
Marksizmi bir kapitalizm eleştirisi olarak düşünürsek, onun komünist toplum biçimini kapitalizm çözümlemesi içinden çıkarması, çoklarına düşsel gelmiştir. Böyle görülmesinde sorun yok, sosyalizm reel bir toplum biçimi olarak insanlığın gözleri önünde yaşandığına göre, Marksizmin gelecek öngörüleri somut, maddi karşılığını bulmuş demektir. Neden sonra komünizmden söz etmişse, bu da kapitalizmin ilerleme yasalılıkları içinden çıkan bir soyutlama olarak anlaşılmalı. (SBKP’nin son dönemlerinde Sovyetler Birliği’nin artık “komünist toplum biçimine geçtiği” biçimindeki resmi görüşlerin doğrusu Türkiyeli sosyalistler olarak bize o günlerde de ikna edici gelmediğini hatırlıyorum.)
Gelgelelim komünizmi bir ütopya olarak görüyorsak, Oscar Wilde’ın dediği gibi: “İçinde ütopya olmayan bir dünya haritasına göz atmaya bile değmez, çünkü o harita insanlığın her daim uğrayacağı bir ülkeyi dışarıda bırakmıştır.”
Marksizm önümüze bir atlas serer, içinde çok çeşitli yapılar, olanaklar, ülkeler vardır. Reel olanlar dışında, hayal edilenler de. Buna olanak veren bir düşünce sürekli soyutlamalarla kendini oluşturmuşken bizim onu anlama uğraşımız da soyutlamaların soyutlamasını yapmak gibidir. Demek ki komünizm düşüncesini soyutlamaların kazandırdığı bir keşif gibi görebiliriz.
***
Arada elbette her şey güllük gülistanlık olmadı. Önce 1848 devrimlerinin yenilgisi, ardından daha çarpıcısı, Komün’ün kanlı yenilgisi Manifesto’nun ve Marksizmin boynunu bükmüş müdür? Ama unutmayalım, işçilerin ve emekçilerin bazı haklar elde etmesinde Marx’ın düşünceleri öyle etkili olmuştur ki, o yıllarda değilse bile, sonra gelen yıllar, on yıllar içinde Marx hep dönüp dolaşılıp başvurulan bir kutup yıldızı oldu. (Amerikalı Francis Fukuyama’nın aklı sıra liberalizmi yüceltmek ve sosyalizmin sonunu imlemek için 1992’de ortaya attığı Tarihin Sonu tezi çok parlak bir buluş sanıldı ama kapitalizmin büyük krizleri arasında birdenbire un ufak olup gitti.)
Marksizmi yeniden yorumlarken onun içerdiği anlamları zorlamanın çekiciliğini yaşadığımız gibi, iki yüz yıla yaklaşan serüveni boyunca izleyicilerince ya da düşmanlarınca yıpratılması, çarpıtılması karşısında ona kendi pırıltısını kazandırmak için de çaba gösteriyoruz. Bu güç onda içkindir.
Marx’ın anlama ve anlatma yöntemi, gerçek dünyadan çıkarken onun tek tek anlaşılması gereken parçalarını soyutlayıp yeniden gerçeğe dönmek biçiminde anlatılabilir.
Dışarıdaki gerçek hayat hepimiz için orada duruyor, onu birlikte yaşıyoruz ama gerçekten doğru dürüst anlamak için onu parçalara, bileşenlerine ayırmak gerekir. İşte tıpkı bir romanı iyi anlamak için onu oluşturan yazınsal öğelere tek tek bakmak gibi.
Demek ki Marx’ın somut gerçekliği çözümleme etkinliğine bakarak ortaya koyduklarını Marksizmin bütüncül düşüncesi içinden soyutlayarak anlamaya çalışmalıyız. Yani yeniden söyleyelim: “Soyutlamanın yaptığı şey, parçayı bütünden ‘çekip almak’ ve onu geçici olarak tek başınaymış gibi algılamaktır.”[1] Böylece yaptığımız soyutlamalar gerçeklik, düşünme biçimimiz keskinlik kazanır; her sorun karşısında, okuduğumuz her cümlede nasıl düşünmemiz gerektiğini öğrenmiş oluruz.
Demek ki Marx’ın herhangi bir eserinde bir sorunu anlamak için yapmamız gereken, onu o eserin bütününe bakarak değil, yalnızca o soruna bakarak anlamaya çalışmaktır. Her sorunu böyle anlamaya çalışırken hiç kuşkumuz olmasın ki Marx’ı daha iyi anlayarak okumaya başladığımızı göreceğiz. Bu da Marx’ı okuma konusunda kendimizi teşvik etmenin biricik sağlam yolu.
Okuduğumuz kitap ister Alman İdeolojisi olsun ister Karamazov Kardeşler romanı, onları hızlı ve yüzeysel bir okumayla yalnızca neleri anlattıklarına bakarak okumak, öyle sanıyorum ki bizi bir kitaptan öbürüne göndermeyecektir. Oysa tersine, Marx’ın okuduğumuz metninin derin yapısına girmeye çalışmak, onu pek çok özelliği, ayrıntısı, öğesiyle –sermaye, emek, değer, para, devrim– anlamak, bizi her zaman bir kitaptan öbürüne göndermeye başlar.
Parçayı anlayıp onun öteki parçalarla ilişkisini ve bütün yapısını nasıl oluşturduklarına bakmak mı istiyoruz… Sözgelimi bu ülkenin yoksullar için son derece dramatik kapitalizmi içinde en önemli sorun olan bölüşüm sorununu (yoksulların daha yoksullaşması, sermayenin dana zenginleşmesi, yani sermaye birikiminin tepede her zamankinden daha hızlı yoğunlaşması) anlamışken bunun üretimle ilişkisine bakmaya başlarız.
Marx’ın bu soyutlama (çözümleme) etkinliğini Bertell Ollman, “taşları birbirine sürtüp ateş yakmak” sözleriyle çok güzel anlatıyor. Ama bu arada aynı noktaya tek bir noktadan bakmak yanıltabilir, zamana, mekâna göre bakış açımızı değiştirerek bakmak, yanılgılarımızı en az indirir.
[1] Bertell Ollman, Diyalektiğin Dansı-Marx’ın Yönteminde Adımlar, İnrgilizceden çeviren: Cenk Saraçoğlu, Yordam Kutap, Altıncı basım: Ağustos 2022, s. 47