Kıbrıs iktibasSevgül UludağKıbrıs’ta yerinden olmak... - Sevgül Uludağ
diğer yazılar:

Kıbrıs’ta yerinden olmak… – Sevgül Uludağ

Orjinal yazının kaynağıyeniduzen.com

Rebecca Bryant’ın ve Olga Dimitriu’nun PRIO için hazırlamış olduğu ve PRIO’nun internet sitesinde Türkçe, Rumca ve İngilizce olarak ulaşılabilen “Kıbrıs’ta yerinden olmak: Sivil ve askeri çatışmanın sonuçları” raporlarında, Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırumlar’ın göçmenlik hikayeleri bulunuyor…

2010-2011 yıllarında Rebecca Bryant’ın yaptığı röportajlar ve analizleri içeren rapor, 2012 yılında yayımlanmış ve halen PRIO’nun internet sitesinde üç dilde yayında…

Olga Dimitriu’nun hazırladığı Kıbrıslırum toplumuna dair rapor ise Ekim 2011 tarihi taşıyor ve aynı linkten Türkçe, Rumca ve İngilizce olarak kamuoyuna ücretsiz biçimde PRIO tarafından sunuluyor. Olga Dimitriu’nun raporuyla ilgili olarak arka kapak yazısında şöyle deniliyor:

“Bu rapor, çatışma sırasında Kıbrıs’ın Güney kısmındaki çeşitli noktalara göç eden insanların yaşam öykülerinden seçmeler sunmaktadır. Bu seçimin amacı göçmenlikle ilgili farklı deneyimleri yansıtmaktır. Bu deneyimlerden yararlanan rapor, insanların adanın kademeli bölünmesinin ardından yaşamlarını yeniden inşa etme teşebbüslerine yönelik yıllar içinde bildirilen geniş çaplı yorumlar, duygular, konuşmalar, beklentiler ve bireysel eylemlere odaklanmaktadır. Bu açıdan raporun amacı belirli bir perspektif veya hareket tarzını olgusal olarak desteklemek değil, bu tür perspektif ve eylemlerin çeşitliliğini kanıtlamaktır. Rapor bu anlamda, mülkiyet konusunun nihai çözümünün, kayıplarla ilgili geniş çaptaki çeşitliliğe karşı dikkatli olunarak, materyalle etkileyici iade duygularının birleştirilmesi gerektiğini gösterir. Rapor, proje süresince yerinden edilmiş bireylerle yapılan röportaj özetleri formunda sunulan yaşam öyküleri üzerine kurumuş olan dört bölüme ayrılmıştır. Rapor ayrıca göçün ardından gelen dava eylemlerine odaklanan röportajları da içermektedir. Bu bölüm mülkiyet konusuyla ilgili, yüksek siyaset, kamusal söylem ve günlük sohbetler seviyesinde yapılan güncel tartışmalar içinde yer alan davalara güçlü bir şekilde odaklanmasından ötürü raporun çok önemli bir bölümü olarak kabul edilmektedir. Genel olarak raporun, yerinden edilmenin kavramsallaştırılması içindeki bağlantı ve uyuşmazlıkları dâhil olmak üzere, göçmen ve mülkiyet konularının karmaşıklığının daha ayrıntılı bir değerlendirmesine olanak sağlayacağı umut edilmektedir…”

Rebecca Bryant ise raporunın sunuşunda şöyle diyor:

“Kıbrıs’ta son elli yıldır yaşanan ve insanları yerinden eden olaylar, köyleri yok etmiş, insanların toprakla olan bağını koparmış ve adanın toplumsal coğrafyasını yeniden belirlemiştir. Yerinden edilmiş olan 215 binden fazla Kıbrıslı için evlerinden kaçıp başka bir yere yerleşmiş olmak, kişisel düzeyde kalıcı bir travma olduğu gibi, pek çok insan için de siyasi bir meseledir. Bazıları geri dönmeyi arzularken, bazıları da oldukları yerde kalma konusunda ısrarlı olup bir kez daha yerinden edilmeyi reddetmektedir. Bu arzular medyaya ve siyasi söylemlere yansıdığı gibi, yerinden edilmiş olan pek çok Kıbrıslının hem siyasi geleceği, hem de kayıplarına dair kişisel deneyimlerini nasıl algıladığını da şekillendirmektedir. Dahası, adanın bölünmüş olması, Yeşil Hat’tın her iki tarafındaki Kıbrıslıların sadece kendi acı ve kayıplarına odaklandığı ve diğer toplumdaki kişilerin deneyimlerini algılayamadığı yaklaşık 40 yıllık bir süreci getirmiştir.

Bu proje, zamanında yerinden edilmiş olan hem Kıbrıslı Rumların, hem de Kıbrıslı Türklerin yaşam öykülerini bir araya getiriyor. Amacımız, diğer toplumu oluşturan kişilerin deneyimlerinin daha iyi anlaşılmasını ve bu deneyimlerin hem bugünkü yaşamlarını, hem de geleceğe dair umutlarını nasıl şekillendirdiğinin daha iyi kavranmasını sağlamak. Yaşam öykülerine ilişkin bir dizi derinlemesine görüşmeyle, yerinden edilmiş Kıbrıslılara kaçmalarına yol açan koşulları, nasıl kaçtıklarını, geride neler bıraktıklarını ve başka bir yere yerleşip yeni bir yaşama nasıl uyum sağladıklarını soruyoruz. Bunlara ek olarak bu deneyimlerin bugünkü yaşamlarıyla benlik ve kimlik duygularını nasıl biçimlendirdiğini ve hem kendileri, hem de çocukları için gelecekten neler umduklarını da anlatmalarını istiyoruz. Bu görüşmelerin bazı kısımları belli konular çerçevesinde hazırlanacak kitapçıklar halinde yayınlanırken, daha uzun görüşmeler ise interaktif bir video belgeseli halinde İnternet’te yer alacak.”

KIBRISLITÜRKLER’İN YERLERİNDEN EDİLMESİ…

Rapordan bazı bölümleri okurlarımızla paylaşmak istiyoruz… Rebecca Bryant, raporunda şöyle yazıyor:

“… 1958 yılında çoğu şehirlerdeki mahallelerden olmak üzere 1,900 Kıbrıslı Rum sekiz mevkide yerlerinden edilirken, yaklaşık 2,700 Kıbrıslı Türk 36 mevkide yerlerinden edilmiştir. Yerlerinden edilenlerin yarıya yakını, 1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla köylerine geri dönebilmiştir. Ne var ki, 1963 yılı sonunda, toplumlararası çatışmaların başlamasıyla bu köylerin ikisi dışındaki tüm köyler yeniden göç etmişlerdir. Bu kadarla da kalınmamıştır, 1958’de yerlerinden edilen ve orijinal köylerine geri dönmeyenlerin hemen hepsi, sonradan sığındıkları köylerinden de göç etmişlerdir. Özetle, bu dönemde yerlerinden edilen Kıbrıslı Türklerin neredeyse hepsi, 1963 ve 1974’te yine yerlerinden edilerek üç kez göçmen olmuşlardır.

(1958’de Kıbrıslı Rumların yerlerinden edildiği mahalle ve köyler, Lefkoşa’da Ayluga ve Selimiye mahalleleri, Lefkoşa bölgesinden Lefke ve Lurucina, Baf bölgesinden Marona, Suskiu (Susuz) ve Mandria (Mandirga), Limasol bölgesinden Alektora ve Larnaka bölgesinden de Kellia (Celya) ile Mennoya idi. Kıbrıslı Türkler ise şu mahalle ve köyleri terk ederek geri dönmediler: Büyük Kaymaklı, Lakadamya, Analyonas, Katalyondas, Avlona, Psimolofu, Aşşa (Paşaköy), Kondea, Lefkonuk, Piperisterona, Aysergi, Spathariko, Vasili, Melanagra, Amarget, Moronero, Mirmikof ve Anarita.

Kıbrıslı Türklerin 1958 yılında terk ettikleri ve Cumhuriyetin kurulmasıyla tümden ya da kısmen geri döndükleri köyler ise: Aşağı Lakadamya, Aşağı Defera, Aredyu, Omorfo, İkidere, Ayios Epiktitos (Çatalköy) Arnadi, Aytotoro, Litrangomi, Kilanemos, Aletriko, Anglisidis, Pissuri, Kritu Maruttu, Praskyo, Lemba, Akursos ve Tima’ydı  (Patrick 1976: 97-98). Ayrıca Kıbrıslı Türkler, Lefkoşa’nın bazı bölgelerini, özellikle de Ömeriye mahallesini terk ettiler ve geri dönmediler.)

Bu göçü belgeleyen yaşam öykülerinde, bu insanların büyük bir çoğunluğunun evlerini, istemeden, tehdit algılamaları ya da doğrudan şiddet nedeniyle terk ettikleri açıkça görülmektedir.

1963 sonlarında anayasal düzenin çöküşü, ada çapında, 500 Kıbrıslı Rum, 1,200 Ermeni ve 25,000 Kıbrıslı Türk’ün köy ve mahallelerinden kaçmalarına yol açarken, aynı zamanda aylar sürecek toplumlararası şiddet de yaşanmıştır. Bu süre zarfında Kıbrıslı Türkler toplam olarak ‘72 karma köyü tümüyle boşaltıp 24 Kıbrıs Türk köyünü terk etmişler, ayrıca 8 karma köyü de kısmen boşaltmışlardır’. Yerlerinden edilenlerin sayısı Kıbrıs Türk nüfusunun yaklaşık dörtte birini oluşturmakla birlikte, göç eden insanların, Kıbrıs Türk nüfusunun yoğun olduğu ve daha güvenli olarak algılandığı yerlere ve öncelikle akrabaların yanına sığınmalarından ötürü, bu göçten daha çok sayıda insan etkilenmiştir. Buna ilave olarak çok geçmeden Türk nüfusunun olduğu merkezlere barikatlar çekilmiş, hâlâ karma olarak varlığını sürdüren köyler ise kum torbaları ve hendeklerle bölünmüştür. Hemen sonra başlayan sivil çatışma ise, çok geçmeden Kıbrıs Türk nüfusunun yüzde 90’ının kendilerini, Kıbrıs Türk, Birleşmiş Milletler ve Kıbrıs Rum olmak üzere 3 kat askerle çevrili enklavlarda bulmaları sonucunu doğurmuştur. Bu dönemde Kanada gücünde görevli olarak bulunan ve Kıbrıslı Türklerle röportaj yapan siyasal coğrafyacı Richard Patrick’e göre yaklaşık 8000 Kıbrıslı Türk enklavların dışında kalmıştır. Patrick hükümet kontrolüne razı olmayı reddettiklerinden ötürü bu köylere Kıbrıs hükümeti tarafından hizmet verilmediğini de ayrıca not düşmüştür.

Türk yer altı teşkilatı TMT’nin bu hareketteki rolü ise sıklıkla tartışılmaktadır. 1958 yılında, muhtemelen adanın bölünme planı hazırlıkları çerçevesinde, TMT’nin en az iki köyün adanın güneyinden kuzeyine yerleştirilmesine yardımcı oldukları görülmektedir. Söz konusu iki köyün,

Çınarlı (Lemba) ve Akarsu’nun (Akursos), sınır çizgisine yakın olmadıkları gerçeği ise, batı ve doğu Mesarya’daki Yılmazköy (Skylloura/Şillura) ve Gaziköy (Afanya) köylerine nakillerinin, görece olarak Kıbrıslı Türkleri adanın kuzeyine doğru taşıma niyetinin bir göstergesi gibidir. Ancak 1963-64’le ilgili olarak gerek yazarın yüzlerce yerinden edilmiş Kıbrıslı Türk’le yaptığı formel ve enforme röportajlar, gerekse diğer bağımsız belgeler ve kaynaklar göstermektedir ki, ilk haftalardaki kaçış hemen tüm vakalarda kendiliğindendir (spontane). Bu hareketlenmelerin hemen ardından enklavlarda röportajlar yapan siyasal coğrafyacı Richard Patrick, şu sonuca varmıştır:

Yazarın araştırmaları Kıbrıslı Türklerin büyük çoğunluğunun köy, bölge ya da mahallelerinde Kıbrıslı Rumlar tarafından öldürülmeleri, kaçırılmaları ya da taciz edilmelerinden sonra yerlerinden ayrıldıklarını ortaya çıkarmıştır…. Kıbrıs Türk göçmenler genelde topluca savaşçılar (mücahitler – S.U.) tarafından korunan en yakın Kıbrıs Türk köy ya da yerleşkesine taşındılar. Çoğu vakada göçmenler giysi, eşya ve yiyeceklerini geride bırakarak

evlerinden kaçtı. İlk kendiliğinden (spontane) kaçışların ardından diğer yer değiştirmeler, 1964 Ocak ve Mart aylarında, genelde İngiliz güçlerinin yardımı ve organizasyonu ile ateşkes sırasında gerçekleşirken, bu süreç aynı zamanda bir tehlikenin mevcut olduğu kanısının yaygınlaştırılması suretiyle de teşvik edilmiştir.

Bu arada TMT’nin, Baf’a bağlı Pitargu köyünden gelerek Aksilu köyüne sığınan bazı Kıbrıslı Türk köylülerinin, köylerine dönme girişimlerinde yaşanan silahlı çatışmada yaralanmalarını fırsat bilerek, bunu daha sonra köylerine dönmek isteyen Kıbrıslı Türkleri köylerine dönmelerini engelleme gerekçesi olarak kullandıklarına dair kimi belirtiler olsa da; çoğu kişi için geriye dönüşü engeleyen şeyin, güvenlik kaygıları ve çoğunlukla mülklerinin tahrip edilmiş olması gerçeği olduğunu söylemek mümkündür. Patrick, ‘Terk edilmiş çoğu [Kıbrıs Türk] köy ve yerleşkeler Kıbrıslı Rumlar tarafından yağmalanmış, hatta yakılmıştı’ şeklinde not düşmektedir. Gerçekten de Kıbrıslı Türkler röportajlarımızın çoğunda evlerinin yağmalandığını, zarar gördüğünü hatta yakılıp tahrip edildiğini ifade etmişlerdir. 20 Eylül 1964’e ait bir BM raporu, havadan çekilen fotoğraflarda, Kıbrıslı Türklere ait 997 evin tahrip edildiğini, 2000’inin ise yağmalanıp zarar gördüğünü saptamıştır. Kaldı ki bu fotoğraflarda, evlerin dışında, ekinlerin, hayvanların ve çiftlik makinelerinin yağmalanmasından doğan zararlar yer almamaktadır. Kıbrıslı Türkler, bu eylemleri genelde geri dönüşlerini engellemeye yönelik girişimler olarak yorumlama eğilimi sergilemişlerdir.

Birçok insan yaşamak zorunda kaldıkları göçün, birkaç gün ya da hafta süreceğini, şiddetin sona ermesiyle biteceğini düşünmüştür. Evleri yağmalanıp tahrip edilenlerin bir çoğunun, onları yeniden inşa edecek maddi imkanları olmaması ise geri dönüşlerini engellemiştir.

Örneğin, 1969 Nisan ayında Kıbrıs Türk liderliğinin, Cumhurbaşkanı Makarios’a geri dönmek isteyen 23 köyün listesini verdiği görülmektedir. Kıbrıs Rum liderliği, stratejik nedenlerle Yenişehir (Neopolis) ve Küçük Kaymaklı’ya (Omorfita) geri dönüş talebini reddederek, yerinden edilmiş yaklaşık 6,000 kişinin geri dönüşünü engellemiştir. Yerlerinden edilmiş kişiler ise, Kıbrıs hükümetinden evlerinin yeniden inşası yanında, mülklerinin tahribatı ve kullanım kayıplarının tazmin edilmesini talep etmişlerdir. Kıbrıs hükümeti 1970 senesinde evleri yeniden inşa etmeyi kabul etmiş ve sonuç olarak 2,000 kadar Kıbrıslı Türk, yaklaşık 7 yıllık süren göçün ardından on dokuz karma ve altı Kıbrıs Türk köyüne geri dönmüştür. Geriye kalan yerinden edilmiş 23,000 kişi ise geri dönemediklerinden, 1974’e kadar göçmen kalmışlardır. 1963 yılının sonları ve 1974 Temmuz’u arasında, yerlerinden edilmiş olan Kıbrıslı Türkler sürekli olarak enklavlarda yaşamışlar ve 1968’e kadar evleri ve topraklarına gidememişlerdir.

Bu sürede Kıbrıs Cumhuriyeti’nde kamu görevlisi olarak çalışan Kıbrıslı Türkler, enklavlarda, bir ‘devletin’ çoğu özelliklerini taşıyan, yasama meclisi, polisi, sosyal hizmetleri ve posta dairesiyle bir yönetim kurulmasına yardımcı olmuşlardır. Bu dönemde on dört yaşındaki genç çocuklardan yetmiş yaşındaki yaşlılara kadar eli silah tutan hemen tüm erkekler mücahit olarak görev yapmışlardır. Köylerinden edilen ve topraklarına giremeyen birçok erkek, TMT’nin 1965 yılında daimi bir orduya dönüştürülmesiyle, profesyonel mücahit sayıldılar ve düzenli bir maaşa bağlandılar. 1968 yılının Mart ayından itibaren, ekonomik yaptırımların yumuşamasıyla Kıbrıslı Türklerin enklavlardan çıkışları ve topraklarına erişimleri kolaylaşırken, bazıları da enklav sınırlarının dışında çiftçilik yapmaya ya da iş bulmaya başladılar. Ancak, yukarıda da belirtildiği gibi, bu dönemde, 1963-64’te evlerini terk edenlerin çok az bir kısmı köylerine kalıcı olarak döndüler.

Her ne kadar Kıbrıslı Türkler, 10 yıldan fazla bir süre Türkiye’nin askeri müdahalesini beklemiş olsalar da, 1974 Temmuz olaylarının, sıradan birçok Kıbrıslı Türk’ü habersiz yakaladığı söylenebilir. Bunun göstergelerinden biri, yurt dışında öğrenim gören çok sayıda Kıbrıslı Türk öğrencinin yaz tatili için adayı ziyaret ettikleri sırada kendilerini savaşırken bulmalarıdır. 1960’ların sonlarından itibaren Türkiye, özellikle mücahit olarak görev yapmış erkekler başta olmak üzere, Kıbrıslı öğrencilere Türkiye’deki üniversitelere girebilmeleri için özel kontenjanlar oluşturup burslar vermiştir. Birçok aile, sadece yüksek öğrenim görme şansını elde edebilecekleri için değil, aynı zamanda potansiyel tehlikeden de uzak kalabilecekleri için kızlarını ve oğullarını Türkiye’ye göndermeyi tercih etmişlerdir. O dönemde çoğu Türkiye’de olmak üzere tahmini 1,200 Kıbrıslı Türk genç ada dışında öğrenim görmektedir ve yakınlık nedeniyle bu gençlerin çoğu, tatillerde adaya dönebiliyorlardır. Sonuç olarak, kısmen güvenlik nedenleriyle gönderilen birçok genç insan, 15 Temmuz’da Cumhurbaşkanı Makarios’a karşı Yunan darbesi başladığında adada bulunduklarından Kıbrıs Türk ordusunda askeri göreve çağrıldılar ve bunların çoğu, 20 Temmuz’da Türkiye’nin askeri müdahalesi başladığında savaşta yer aldılar.

1974 göçüyle ilgili öykülerin en yaygın teması, ailelerin bölünmeleri ve adanın kuzeyinde yeniden bir araya gelme çabalarıdır. Aynı dönemde adanın güneyinde, erkeklerin yakalanıp, esir değişiminin yaşanacağı ve kuzeye geçecekleri güne kadar savaş esiri olarak göz altına alınmaları ise, eşlerin ayrı düşmeleri sonucunu getirmiştir. Bu arada kadınlar, kocaları ve ailelerine kavuşmak için kendilerince yollar aramaya yönelmişlerdir. Bu dönemde aileler, savaş nedeniyle bölünüp dağılmakla kalmamış, insanların birbirlerinden haber alabilmeleri de çok zorlaşmıştır. Dahası, birçok aile çocuklarını nispeten daha güvenli gördükleri kuzeye gönderme girişiminde bulunurken, bazı hallerde yetişkinler, tehlike geçince çocuklarının dönebileceği varsayımıyla, mülklerini korumak için yerlerinde kalmışlardır. 1975 Eylül’ündeki Viyana Anlaşması ailelerin yeniden bir araya gelmesini sağlarken, aynı zamanda evlerini ve mülklerini terk etmeyi reddeden 10,000 Kıbrıslı Türk’ün de göçüne olanak sağlamıştır. Viyana Anlaşmasıyla yer değiştirenlerin çoğu, yıllar boyunca, er ya da geç, evlerine dönebileceklerine inanmayı sürdürdüklerini öykülerini anlatırken dile getirmişlerdir.

Kıbrıslı Türklerin kuzeye gelişi Kıbrıslı Rumların güneye kaçışına denk gelmiştir ve çaresizce başlarını sokacak yer arayan göçmenler, Kıbrıslı Rumlara ait evleri ya işgal etmişler ya da bu evlere yerleştirilmişlerdir. Bu dönemde yerlerinden edilen 45,000 ve 1963 yılından beri kuzeyde zor koşullarda yaşayan 12,000 Kıbrıslı Türk’e ilave olarak, 1958 ve/veya 1963-64’te yerlerinden edilen, aslında kuzeyden olan ancak çoğunlukla evleri tahrip edildiği için geri dönemeyen 4,500 Kıbrıslı Türk daha bulunmaktadır. Sonuç olarak 1974 sonrası dönemde, uygun konut arayışı içerisinde olan yaklaşık 61,500 yerinden edilmiş Kıbrıslı Türk vardı. Kıbrıs Türk yönetimi her ne kadar aynı köye mensup olanları bir arada yerleştirmek için bazı girişimlerde bulunmuş olsa da bu konuda kısmen başarılı olabilmiştir. Bu nedenle birçok köy, adanın kuzeyindeki benzer köylere birlikte yerleştirilirken, diğer birçok köyün köylülerinin biraradalığı sağlanamamıştır.

Bu süreçte birçok insan beğendikleri evleri seçerek buraları işgal etmiş olsalar da, erken dönemde Kıbrıslı Rumlara ait malların dağıtımı bölüştürme yoluyla yapılmıştır. Kırsal alana yerleşen her aileye bir ev ve tarım arazisi verilirken, kasaba ve kentlere yerleşen her aileye de bir ev ve dükkân ya da büro verilmiştir. Kıbrıslı Türklerin güneyde bıraktıkları mallar temelinde mal tahsis edilmesini öngören puan sistemi ise ancak 1977’de kurulmuştur. Bu arada aynı dönemde sistemin eş, akraba, dost ve yakınları kayırmak yanında, siyasi nedenlere bağlı olmak üzere ayrımcılık yaptığı da şikayet konuları arasındadır….”

sayfa-16-kapak-ust-kisma-2.jpgsayfa-16-kapak-ust-kisma-1.jpg

SAMİ SOLYALI’NIN YAŞAM ÖYKÜSÜ…

Rebecca Bryant’ın Sami Solyalı’yla yaptığı röportaj şöyle:

“Sami Solyalı (röportaj yapıldığında 59 yaşındaydı)- Flasu’dan, Lefke üzerinden Güzelyurt’a (Omorfo) göç etti…

Sami aslen Trodos eteklerindeki Solya bölgesinde bulunan Flasu köyünden olan ve şimdi Güzelyurt’ta yaşayan bir diş hekimidir. Flasu karma bir köy olduğundan yaşamının ilk yıllarını Kıbrıslı Rumlarla birlikte geçirir. Evlerinin yanında Kıbrıslı Rumların evleri vardır. Babasının birçok Kıbrıslı Rum arkadaşı ve tanıdığı bulunmaktadır:

“Genelde Türk çocuklarla oynardım. Köyde bizim yaşıtımız olan bir Rum çocuk (Lambro) vardı onunla oynardık. İşte Rumcayı da o zamanlardan birbirimizle oynarken öğrendik.

Köyümüzde Karkot diye bir dere vardı. Yazın köydeki Türk ve Rum çocuklar hep beraber burada yıkanırdık. Sonra, babamızın annemizin satmak için dikip yetiştirdiği şeyleri eşeğe yükleyip ev ev gezip satardım. Babam devamlı kahvelerde Rumlarla beraber kâğıt oynardı, içki içerdi, ben de çoğu zaman babamın peşinden kahvelere giderdim, muhabbetlere katılırdım. Yani genel olarak, Rumlarla Türkler arasında (etnisite) anlamında Rumluk Türklük ayrımı yoktu, sadece dini günlerde bayramlarda, paskalyalarda mesela onlar pilavuna yaparlar bize verirlerdi, biz çörek yapıp onlara verirdik.”

Bu yaşam, 1958’de ve yine 1963’te, köyden ayrılmak zorunda kalmalarıyla iki kez dağılır. 1958 yılında aile kendilerini çevre köylerdeki aşırı uçtaki Kıbrıslı Rumların tehdidi altında hissedince, yaya olarak Lefke’ye kaçarlar. Orada Lefke maden şirketinin konutlarında, küçücük bir evde otuz kişi sıkışık bir şekilde yaşarlar. 1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla Flasu’ya geri dönerler, ancak çevre köylerde şiddet olayları meydan gelince kendilerini yeniden tehdit altında hissederler ve bir kez daha kaçarlar. Yine Lefke’ye giderler. Bu kez evleri yağmalanıp tahrip edilmiştir. Sami, bu durumun, Lefke’de yaşadığı uyum sorunlarına rağmen köye dönüş şanslarını ortadan kaldırdığını söyler:

“Tıpkı bir fidanı bir yerden söküp başka bir yere diktiğinizde yeniden kök salana kadar bir uyum sorunu yaşar, benimki de öyle oldu. Küçükken köyümüzdeki yaşantı ile bu yeni geldiğimiz yerler arasında farklılıklar vardı. Dolayısıyla uyum sağlamam biraz zaman aldı. Göçmen oluşumuz biraz da ikinci sınıf insan muamelesi görmemize neden oldu. O dönemlerde Rumların koyduğu bazı ambargolar da hayatımızı zorlaştırıyordu. Ekonomik sıkıntılar bir taraftan yiyecek sıkıntısı bir taraftan boy gösteriyordu. Birleşmiş Milletler askerlerinden kuponla ekmek, yiyecek, süt alırdık. Dağıtımlar ailedeki çocuk sayısına göre yapılırdı.”

Aile, takip eden on yıl boyunca Lefke’de kalır. Babası madende çalışmaya başlar, Sami ise eğitimini orada tamamlar.

1969 yılında lise son sınıftayken Sami mücahit olur. Askerlik, mezuniyetinden sonra da bir yıl daha devam eder. O zaman Kıbrıs Türk Yönetimi iki yıl askerlik yapan genç Kıbrıslı Türk erkeklere üniversite için burs vermektedir. Sami, lise son sınıftayken gündüzleri okula gidip akşamları da, genelde ders kitaplarını yanına alarak nöbet tuttuğunu anlatır. 1971 yılında tıp okumak için İzmir’e gider, 1974’te sınavlardan sonra, darbeden sadece birkaç gün önce tatil için Kıbrıs’a döner:

“12-13 Temmuz 1974 de Kıbrıs’a geldik iki gün sonra 15 Temmuz hareketi başladı. Bizi hemen askere aldılar. 20 Temmuz Türkiye’nin harekâtına kadar zor günler yaşadık özellikle Lefke en uzak bölge olduğu için biz, Ağustos’taki ikinci harekâta kadar Rumların kontrolünde kaldık. O dönemde Rumlar birçok insanı alıp Limasol’a esir olarak götürdü. Rumlar Türk askeri Lefke’ye yaklaştıkça birçok Türkü alarak kaçmaya başladılar hatta ben de yanıma biraz para aldım beni de alırlar götürürler diye fakat çok acele kaçtıkları için her eve girip herkesi alamadılar. Esir düşmedim ama Lefke’de bir ay süre ile esaret hayatı yaşadım. Harekât bittikten sonra Eylül’de tekrar tahsilime döndüm.”

Ailesine Güzelyurt’a yakın bir köy olan Aydınköy’de (Prastyo) ev verilir ve Sami tahsili tamamlayıp Kıbrıs’a geri döndükten sonra, Güzelyurt’ta ailesinin yakınında diş hekimi olarak çalışmaya başlar.

Bir keresinde, 2003’te sınır kapıları açılmadan önce Flasu’yu ziyaret etme fırsatı bulur. Barikatlar açıldıktan sonra ise köyünü düzenli olarak ziyarete gider, kendini hâlâ köyüne bağlı hissettiğinden söz eder:

“Evet, 11 yaşına kadar yaşadım, o da kesik kesik ama buna rağmen mesela, bugün o köye gittiğim zaman şurada şunu yapardım burada bunu yapardım gibi anılarım beni hala etkiler. Mesela ben köyüme 35-40 sene sonra bir diş doktoru arkadaş vasıtasıyla döndüğümde bizim köydeki yanık yıkık evin yanına kadar gittik, orayı görünce gözlerim doldu, duygulandım, bütün çocukluğum bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. Çıktığım ağacı, düştüğüm yeri gördüm, eşeğe binişimi, ayağımdaki yara izinin bile nerde olduğunu hatırladım. Beni oraya götüren Rum meslektaşım benim neler hissettiğimi anladı çünkü o da bir Güzelyurt göçmeniydi. Anlatılması güç, hüzünlü, kopuk duygular yaşadım. Köyüme hala evim, tarlam olmasa da giderim. Ara sıra babam da gitmek ister, oradaki tanıdıklarını görmek ister.”

Bu bağlara karşın Sami yine de geri dönüşün artık mümkün olmadığını söylüyor. Yaşamının artık kuzeyde, Güzelyurt’ta geçtiğini ve gerek profesyonel gerekse sosyal açıdan güneyde yeniden yerleşip hayat kurmanın çok zor olacağını ilave ediyor. Kendisine toprak ayarlaması sorulduğunda ve Güzelyurt’un muhtemelen Kıbrıs Rum oluşturucu devletine katılacağı söylendiğinde bu konudaki şüphelerini dile getiriyor.

“Verilsin verilmesinden öte bir tür rahatsızlık söz konusu. Biz 57’de 60’ta ve 74’te olmak üzere 3 defa göç ettik. Bu bölge ise her zaman verilme konusunda ilk sırada yer aldı. Mesela Annan Planında bile burası verilecekti. Artık verilmesinden ziyade, insanların devamlı bir yerden sökülüp başka bir yere gitmesi konusu vardır. Şimdi düşünebiliyor musunuz tüm ekonomik faaliyetlerinizi, evinizi yuvanızı, işinizi burada kuruyorsunuz, sonra sizi alıp tekrar belirsiz bir yere götürüyorlar. Buradaki insanların yüzde 70’i sırf bu belirsizlik çözülsün, çocuklar geleceğini görebilsin ve bu durum çözüme kavuşsun diye Annan Planı’na bu yüzden evet dedi ama karşı tarafın hayırı tabii ki hayal kırıklığı, öfke ve endişe yarattı. Şimdi insanlar artık 2000’lerdeki Annan Planı döneminde savunduğu fikirlerde değiller, o kadar kolay verilsin gitsin diyemiyorlar, çünkü önlerini göremiyorlar. İnsan bir yerden kaçarken daha iyisi için gitmek ister, daha kötü bir durumda olmak için gitmek istemez.”

Sami Annan Planı’nı desteklediği gibi anlaşmayla varılacak federal bir çözümü de savunuyor.”

OLGA DİMİTRİU’NUN BİR RÖPORTAJI…

Olga Dimitriu’nun Kıbrıslırumlar göçmenlerle ilgili yaptığı röportajlardan birisi Omorfo’dan İro hanımla yapılmış. İro hanım, röportaj yapıldığında 47 yaşındaydı ve Omorfo’dan Leymosun’a savaş nedeniyle göç etmişti… Röportaj şöyle:

“Iro 1974 yılında yedi yaşındaymış. Ailesiyle Omorfo (Güzelyurt) kasabasında yaşarlarmış, savaş patlak verdikten sonra ailecek ayrılmak zorunda kalmışlar. Zamanla Limasol’a yerleşmişler; Iro çocukluğunun geri kalanını burada geçirmiş ve halen de burada yaşıyor. İnşaat mühendisi olarak hâlihazırda yurtdışında çalışan babası, 1970’ler ve 1980’lerdeki pek çok başka Kıbrıslı Rum gibi Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya daha kalıcı bir biçimde göç etmiş. Babasının gönderdiği parayla aile görece olarak rahat bir hayat sürmüş olsa da, Iro hâlâ babasız büyümüş olmaktan pişmanlık duyuyor. Şimdi kendi kızı ergenlik çağında olan Iro, babasının birikimleriyle kentin hemen dışında, oldukça yakın bir dönemde inşa ettiği yeni bir evi paylaşıyor. Omorfo’daki yaşamlarına dair anıları onun için çok değerli ve görüşülen daha yaşlı kişilerin dile getirdiği travmanın aksine, Iro geçmişten acıyla bahsetmiyor.

Iro Omorfo’daki hayatını bir çocuğun gözünden ve daha çok toprakla olan ilişkiye, tarlalarda çalışmaya temelli bir yaşam olarak anımsıyor.

“Güzel anılarım var–babamın portakal koruları, büyükannemin, dedemin; sulamaya gittiğimizde veya Temiz Pazartesi yortusunda ailecek gittiğimizde suyun aktığı kanallarda babamla oynadığımı anımsıyorum. Güzel günlerdi, açık havada geçen günler, topladığımız portakalları evimizin önünde satardık. Büyük ninemi, dedemi ve ziyafetlerini hatırlıyorum; dedem küçük tabaklarda mezeler ve salatalar hazırlar, uzo eşliğinde yerdi–o günlerde yedi yaşımda olmama rağmen birazcık benim de içmeme izin verirdi! Büyük ninem öldüğünde geleneklere göre onu ilk gece evde tuttuğumuzu da hatırlıyorum.”

Iro, erkek kardeşiyle oynadığı oyunlar vasıtasıyla, evlerini de anımsıyor.

“Bahçedeki göleti hatırlıyorum, arkadaki tarlaları, yine arkada Serrahis Nehri’nin bir kolu olan dereyi hatırlıyorum. Gölete su içmeye gelen yılanı hatırlıyorum, annemler öyle endişelenmişlerdi ki göleti kurutmuşlardı. Erkek kardeşimin oyuncaklarını balkondan aşağıya, dereye attığımı hatırlıyorum, sonra da kavga ederdik. Bir de bir keresinde babamın bana getirdiği kirpiyi hatırlıyorum, çok severdim onu, mutfaktaki televizyonun arkasına gidip oturduğunu hatırlıyorum. Güzel, mutlu günlerdi.”

Ayrıldıkları gün de anılarında bir o kadar canlı, yine o dönemdeki yaşıyla biçimlenmiş. Aile ikinci taarruz sırasında, Ağustos ortasında kaçmış.

“Kargaşayı ve korku hissini anımsıyorum, ama çocuk olduğumuz için annemin veya büyükannemin hissettiği sorumluluğu veya korkuyu biz hissetmedik. Ayrılmak üzere eşyalarımızı toparlamamızı hatırlıyorum, sanki birkaç günlüğüne gidip geri döneceğiz gibime gelmişti. Ayrıldığımızda bunun sonsuza dek olacağı hissi kesinlikle yoktu. Eşyaları eski bir arabaya yükledik, hatırlıyorum, sonra da Kakopetriya’ya gittik [bir dağ köyü]. oradan uçakları, bombalı saldırıları gördüğümü hatırlıyorum.

Alarmları duyar duymaz koşup ‘güvenli yer’ olarak belirlenen bodrum katlarına sığışırdık. Dedemin yakındaki bir başka köyde akrabaları vardı, oraya gittik sonra. orada da bir korku hissi vardı ama ilginçtir, çocukken tehlikeye dair fikriniz farklı oluyor ve her şeyden keyif alıyorsunuz. Örneğin yatma vakti geldiğinde yere şilte sermenin heyecanını, bütün kuzenler olarak bir arada olduğumuzun ve birlikte uyuyacağımızın heyecanını hatırlıyorum.”

Iro Limasol’da sıfırdan başladıkları dönemden bahsederken anlatısına acı karışıyor.

“Hatırladığıma göre anneme ve büyükanneme acı veren şey, ‘serbest bölge’ diyeceğim yerlerdeki insanların bize karşı davranışlarıydı. Bu insanlar mülteci değildi ve onlara göre biz–mülteciler, nasıl desem? İkinci sınıf insanlardık. Örneğin kiralayacak bir ev ararken bize ev vermezlerdi, kirayı ödeyemeyeceğimizi düşündüklerinden o dönemde evlerini mültecilerdense Britanyalılara kiralamayı tercih ederlerdi. Başta bir avluya bakan birkaç oda tuttuk, sonra bir apartman katına geçtik, sonra da bizi zorla buradan çıkardılar–yerel halktan insanlar geceleri gelip evin içine ışık tutarlardı, evi daha yüksek fiyata başkalarına kiralayabilmek için. Bundan etkilenmiştim, çünkü çocuk olsam da bazı şeyleri anlayabiliyordum. Kendi kendime ‘Ama ayrılmadan önce bizim büyük bir evimiz, tarlalarımız, bir sürü şeyimiz vardı ve şimdi bu insanlar bizi kovuyorlar. Biz böyle değiliz, biz onlardan aşağı insanlar değiliz, onları paralarından etmeyiz,’ dediğimi hatılıyorum. Babam bize para göndermek için çalışıyordu ve hiçbir şeyin eksikliğini çekmeden yaşadık.”

Iro çocukluğunu babasız geçirmiş olmasının mantığını anlasa da, bundan pişman.

“Kıbrıs ekonomisini ayakta tutanlar, babam gibi yurtdışında iş bulmaya gidenlerdi. Anne- babalarımızı özlerdik, ben ve benim gibi çocuklar, ama bunu onlar yaptı. çocukken ve bugün bile çocukluğumu anımsadığımda aklımdan geçen hep bunlar işte, bu bakış açısı; o dönemde mülteci olmayanların mültecilere olan davranışları biraz adaletsizdi. Öte yandan, örneğin Yunanistan’dan başka insanların yardımlarını da gayet iyi hatırlıyorum; bizim durumumuzda Martha hanım diye bir kadın vardı, benim adımı görmüş ve hoşuna gitmiş, o bize bakar, yiyecek, eşya, oyuncaklar gönderirdi, büyükannemle arkadaş olmuşlardı ve ilişkiyi sürdürdüler, büyükannem onu görmeye gitmişti. Büyükannem öldüğünde yazışmaların da sonu geldi, bunu sürdürmediğime pişmanım, belki çocuklarıyla yazışabilirdim. her şeye rağmen böyle şeyler, daha önce hiç tanımadığın birisinin sana sahip çıkması çok makbule geçiyor.”

Iro 2003 yılında kontrol noktaları açıldıktan sonra evi ziyaret etmiş. Bu deneyim, sorunun olası çözümlerine ilişkin hem bireysel, hem de toplumsal düzeydeki zorlukları nasıl gördüğü açısından önemli bir deneyim olmuş.

“Eve ve birinci sınıfı okuduğum ilkokula gittim. Evin içinde bizim kendi mobilyalarımız olduğunu hatırladığım mobilyaları gördüm ve babamın alt kattaki dükkânı [şimdi orada yaşayan insanların] aile büyükleri için bir başka eve dönüştürüldüğünden oradaki mobilyaları da gördüm ve tanıdım. İstersem alabileceğimi söylediler, ama istemedim. Evet bizimdi, ama ‘bizim’ olan, şimdi ‘onların’ olan mobilyaları almamın basitlik olacağını düşünüyorum–çok karmakarışık bir hikâye; ‘onların’ mobilyalarını alacağınızı söylüyorsunuz ama ‘onların’ mobilyaları değil, ‘sizin’ mobilyalarınız, ama kendinize olan saygınız yüzünden ‘onların’ evindeki mobilyaları alarak onları üzmek istemiyorsunuz, ama aslında ev de ‘sizin’ eviniz; psikolojik olarak karman çorman bir durum [gülüyor]!”

Geride bırakılmış şeylere dair bu kavramları, mülkiyet olarak değerlerini kapsayacak biçimde genişletince, Iro mevcut sosyal durumunu düşünüyor.

“Çocuklarım şimdi okulda olduğundan, sürekli yaşamak üzere oraya dönmezdim. Bir çözüme ulaşılsa, bir çözüme ulaşılacağına inansam, orayı kır evi olarak tutar, sahilden 3 km uzaktaki tarlaları kullanırdım; muhtemelen yazlık olarak kullanabileceğimiz bir ev yapardım ki çocukların da topraklarıyla olan bağları kopmasın. İşte bu şekilde hayal ediyorum.”

Bir çözüm olasılığını “adalet” bağlamına oturtmak, Iro için toplumsal bir mesele.

“Adil bir çözüm, sadece kişisel çıkarlar temelinde düşünülmemeli. Tamamen adil bir çözüm çerçevesinde evi geri alamasak ama dedelerimizin, babalarımızın, oraları inşa eden insanların çalışmaları tazmin edilse, bunu adil kabul ederdim, çünkü bütüne bakmak zorundayız. Tanrı aşkına, geride bıraktığımız o eve dönmemek de sorun değil. Biz bu tarafta büyüdük; ev konusuna gelince de, insan sık sık ev değiştirir, satar, yeni bir ev alır, belli bir eve duygusal olarak bağlanmamalı çünkü hayatımızı yaşarken olaylar da değişir. Ben adil bir çözümün, olması gereken düzeyde tazminat sağlandığı anda ve nüfusun tamamının, halkın yarısının yaşamak zorunda kaldığı deneyimlerin yüküne eşit olarak katkı sağladığı anda, adil olacağına inanıyorum.”

sayfa-16-sami-solyalinin-babasi-salahi-bey-kibrislirum-arkadaslariyla-soldan-ikinci.jpg

sayfa-17-resim-008.jpg

 

  • Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Yeniçağ Gazetesinin editöryal politikasını yansıtmayabilir 
- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
282AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin