Çok değerli arkadaşımız, araştırmacı yazar George Kumullis’ten 7 Eylül 2024’te POLİTİS gazetesinde Rumca olarak yayımlanan makalesini İngilizce’ye çevirmesini istedik, bizi kırmayarak İngilizce versiyonunu gönderdi. Biz de okurlarımız için İngilizcesi’nden Türkçe’ye çeviri yaptık. Kumullis arkadaşımıza çok teşekkürler… Sevgül Uludağ
Görünen odur ki Ersin Tatar, Kıbrıs’ın de jure taksimini gerçekleştirme girişiminde beklenmedik bir müttefik bulmuştur. Kimdir o diye merak edebilirsiniz… Yani bir Türki devletin Cumhurbaşkanı değildir. Kıbrıs’ın “düşmanı” olan Kanadalı diplomat Colin Stewart da değildir. Kendisi Türk yanısı bir İngiliz ya da Avrupalı milletvekili de değildir. Şoke edici olabilir ancak kendisi Kıbrıs Başpiskobosu George’tur!
FEDERASYONU REDDEDİYORLAR…
Hem Başpikobos, hem de Tatar iki toplumlu, iki bölgeli federasyonu reddederek bunu lanetliyorlar. Her ikisi de bizlere müzakerelerin başlayabilmesi için önceden belli koşulların yerine getirilmesi gerektiğini söylüyorlar: Tatar, sürekli olarak egemen eşitliği ileri sürerken, George da “belli önkoşullar” talep ediyor (Başpiskobos’un 22 Temmuz 2024 tarihinde Vergina TV kanalındaki röportajına bakınız), aksi halde diyor, müzakere etmenin bir anlamı yoktur. Kilise’nin başındaki adamın kafasındaki önkoşullar – sözünü ettiğimiz röportajda formüle etmiş olduğu gibi – (a) serbest dolaşım, serbest yerleşim ve mülkiyet hakkı ile (b) “bir kişi, bir oy” prensibinin kabul edilmesidir.
“BİR KİŞİ, BİR OY…”
Herkes üç temel özgürlük konusunda görüş birliği içindedir. Ancak Başpiskobos’un yanlış olduğu nokta, “bir kişi, bir oy” ile insan hakları prensibini bağlantılı kılmaya çalışmaktır.
“Bir kişi, bir oy” prensibi, etnik bakımdan homojen bir nüfusa sahip üniter vir devlette demokrasinin köşe taşı olabilir ancak bir federasyonda veya çok-etnisiteye sahip bir devlette insan haklarını etkilemeksizin uygulanamaz.
ABD’nin kurucularından Benjamin Frankin bir keresinde iki kurt ile bir kuzudan oluşan bir ülkede geceleyin yemekte ne olması gerektiği hakkında bir referandum yapılsa, sonuç ne olurdu diye sormuştu. “Bir kişi bir oy” prensibi Kıbrıs’a uygulanacak olsa, BM tarafından tanımlanmış olan siyasi eşitlik torpillenmiş olacaktır. Böylesi bir durumda, örneğin Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesi iveya Kıbrıslıtürk liderlerin sürgüne gönderilmesi veya Kıbrıslıtürk mallarına el konulması hakkında Parlamento’nun karar almasını engelleyecek olan bir şey olur mu?
Yarı federal bir sisteme sahip olan Avrupa Birliği’nde ne olurdu diye bakacak olursak, AB nüfusunun yüzde 0.18’ine sahip Kıbrıs’ın, %99.82 nüfusa sahip diperlerinin aldığı bir kararı veto edebileceği ve o kararı engelleyebileceğini görürüz.
Kanadalı ünlü siyasi filozof Will Kymlicka gibi çağdaş bilginler, “bir kişi bir oy” prensibinden ayrılmanın aslında demokrasiyi güçlendirdiği yönünde analizler yapmaktadırlar… (Bakınız W. Kymlicka “Multicultural Citizenship: A Liberal Theory of Minority Rights”).
Ne yazık ki, tek umudumuz olan iki toplumlu, iki bölgeli bir federasyon çözümünü gerçekleştirmeyi yok eden mesajı belki de farkında olmaksızın veren ve “bir kişi, bir oy” sloganına dindarca yatan bazı milletvekilleri vardır. Onlara göre Başpiskobos’un söyledikleri tartışılmazdır. Oysa parlamenterler olarak Latince özdeyişte belirtildiği gibi “non ducor, duco” yani “ben güdülmüyorum, liderlik ediyorum” sloganını gür bir sesle bağırmaları gerekir… O zaman ulusun babaları olma onuruna erişebilirler, ataerkil emirlere uymak yerine…
“SİLAHLANMANIN DESTEKÇİSİ…”
Başpiskobos bizlere sık sık Türkiye’nin nihai hedefinin tüm Kıbrıs’ı işgal etmek olduğunu ve “halkımızı atalarına ait evlerden kovmak olduğunu” hatırlatmaktadır. Eğer nihayetinde iki devletli bir çözüme sürüklenecek olursak, kesinlikle bu olacaktır. Bir köprübaşı olarak uluslararası tanınmışlığa sahip bir Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’yle Türkiye gerek ekonomik olarak, gerekse nüfus bakımından bizi yutacaktır. Bay George iki toplumlu, iki bölgeli bir federasyonu reddederek, bilinçsiz biçimde böylesi bir gelişmeye yardım etmekte ve işgal altındaki toprakların kurtuluşundan söz etmektedir. Açıktır ki “kurtuluş” derken, Kıbrıs’ın tüm topraklarında Kıbrıslırum egemenliğinden söz etmektedir. Ancak bu kurtuluşun nasıl gerçekleştirileceği hakkındaki öngörüleri belirsizdir. Belki de bunun askeri araçlarla yapılmasını kastediyor çünkü kendisi Milli Muhafız’ın silahlandırılmasının hevesli bir destekçisidir.
“CEBRAİL’DEN MEDET UMMAK…”
Kilise liderinin Tanrı’nın meleklerine işgal altındaki toprakların kurtuluşuna yardım etmeleri çağrısı da çarpıcıdır. Geçtiğimiz Mayıs ayında “Meleklerin, peygamberlerin ve havarilerin onore edilmesi” konusundaki 6ncı Kıbrıs Azizler Hakkında Uluslararası Konferansı’nın açılışında yaptığı konuşmada şöyle demişti: “Görevimiz halkımızın inancını ve savaşçı ruhunu korumaktır çünkü eminiz ki Tanrı’nın Meleği kutsal Kıbrıs’a barbar fetihçilerden kurtulması için yardım edecek ve Başmelek Cebrail de adamıza iyi haberi getirecektir…”
Dünya tarihinde işgalcileri püskürtmüş olan Tanrı’nın Meleği’nin müdahalelerine dair herhangi teyid edilmiş bir bilgi yoktur. Ne yazık ki böylesi açıklamalar pek çok inananı uyutmaktadır ve boşu boşuna Başmelek Cebrail’den iyi haberler beklemeyi sürdüreceklerdir. Bu, açıkçası Orta Çağ’a doğru bir kaymadır – o çağda vurgu otorite üstüneydi – insanlar kendilerine söylenene inanmaktaydılar, kendi gözlerinin gördüğü kanıtlara karşın inanıyorlardı ve otoriteyi sorgulayanlar da ya kovuşturuluyor ya da idam ediliyordu…
“NORMAL BİR DEVLET DEĞİLİZ…”
21nci yüzyıldayız ve görüyoruz ki bir kurum tarafından yani Kilise tarafından başka kurumun görevlerine müdahaleler yapılıyor ve kendi kararlarını empoze etmeye kalkışıyor – örneğin iki toplumlu, iki bölgeli federasyonu reddetmek veya elbette kendi yetki alanı dışında olan Eğitim Bakanı’nın atanmasını onaylama gibi… İşte bu nedenle biz normal, modern bir devlet değiliz. Yalnızca Başpiskobos değil, aynı zamanda Kıbrıs halkı da “herkes kendi görevini yapmalı” eski deyişini ve felsefesini kavrayamamışken, nasıl modern bir devlet olabiliriz?