Bugün, en az 15 gayrimüslimin hayatını kaybettiği, 4 bin ila 5 bin arasında dükkân ve evin yağmalandığı; onlarca Rum, Ermeni ve Yahudi’nin yaralandığı, birçok kadının cinsel saldırıya uğradığı 6-7 Eylül Pogromu’nun yıldönümü.
Saldırıların ardından birçok Rum, Türkiye’den göç etmek zorunda kaldı.
6-7 Eylül Pogromu, 2 Temmuz Madımak Katliamı, 6 Mayıs Denizlerin idamı ve daha nicesi…
Çoğumuz bu tarihleri sadece o gün özelinde yapılan paylaşımlar sayesinde biliyor. Ne yazık ki bu tarihleri hatırlamak, günübirlik paylaşımların ötesine geçemiyor. Bu noktada, hafızamızda yer etmesi gereken olayları yalın ve tarafsız şekilde ele alan yapımların toplum üzerindeki rolünün sanıldığından daha etkili olduğunu düşünüyorum.
Özellikle, benim de içinde bulunduğum yeni neslin, hafızalardan silinmemesi gereken bu günleri sadece birer tarih olarak bilmemesinin; olayların çıkış nedenini sorgulayıp iyi analiz edebilmesinin değerli olduğunu düşünüyorum. Kendi deneyimlerimden de yola çıkarak bu yapımların insanların üzerinde olumlu bir etki bıraktığını ve özellikle gençleri olayları araştırmaya sevk ettiğini söyleyebilirim.
Değişen hayatlar
6-7 Eylül Pogromu’nun yıldönümünde, hem olayların arka planını hem de sonrasında toplumun nasıl değiştiğini gösteren “Kulüp” dizisini bu bağlamda ele almanın kıymetli olduğunu düşünüyorum. Dizi sayesinde 1950’li yılların İstanbulu’nda azınlıkların yaşamına şahitlik ediyor, neredeyse unutulmaya yüz tutmuş Ladino dilini duyuyoruz. Siyasi yapının değişimiyle birlikte değişen demografik yapıyı ve bunun, azınlıkların hayatını ne denli zorlaştırdığını dizide yer alan farklı karakterler aracılığıyla görebiliyoruz.
Dizi Sefarad Yahudisi Matilda ve yetiştirme yurduna bırakmak zorunda kaldığı kızının hikâyesinin yanı sıra, zamanın İstanbul eğlence hayatını da ele alıyor. Anne ve kızın hayatının “Kulüp”le kesişmesi, Matilda’nın eski platonik aşığı Çelebi sayesinde oluyor. Kulüp, izleyiciye tüm bu kişisel hikâyelerin yanı sıra İstanbul’daki azınlıkların nasıl ve hangi şartlarda yaşadıklarını/çalıştıklarını görme fırsatı da sunuyor.
İlk sezonun final bölümündeki her sahne 6-7 Eylül’le ilgili başka bir ayrıntı aslında. 5 Eylül gecesinde İstanbul’a kamyonlarla getirilen insanlar ve her birinin eline verilen sopalar, yıllarca yan yana dükkânlarda çalışmalarına rağmen bir gazete haberiyle komşusunu düşman belleyen esnaf, çocuğu henüz karnında olan Raşel’in bir anda gözlerinden nefret akan kalabalığın ortasında yalnız kalması, kalabalığın şiddetinin ve yıkımının her saniye artması…
Raşel’in gözünden izlediğim bu sahnelerde, ben de onunla birlikte bu vahşetten kaçmak için İstiklâl’deki her sokağa girdim ve her sokakta aynı korkunç manzarayla karşılaştım. Yıkılan, yağmalanan dükkânlar, eşyalarla dolu sokaklar ve öldürülen onca insan neredeyse benim de gözümde belirdi.
Kabul görmek için benliğinden vazgeçmek
Dizinin ikinci sezonunda ise 6-7 Eylül sonrasında yıkıp yakılan dükkânlardaki eşyaları yağmalayarak zengin olanlar var. Bu sayede dizi izleyiciye hem 6-7 Eylül’e nasıl gelindiğini hem de olay sonrasında toplumsal dinamiklerin nasıl değiştiğini gösteriyor.
Kulüp’ün sahibi Orhan karakteri, Rumca ismini değiştirip Yahudi kimliğini herkesten gizliyor. Böyle “gizli” bir hayatı yaşayan/yaşamak zorunda olan Orhan’ın önce annesini öldürmesi sonra da intihar etmesi, yaşanan vahşetin başka bir boyutunu daha ortaya koyuyor. Yahudi Raşel ise kabul görmek için onca yıl taşıdığı adından vazgeçip “Aysel” olmaya çalışıyor. Kabul görmek için benliğinden vazgeçmenin, sana dayatılan hayatı yaşamak zorunda kalmanın ne demek olduğunu, ikili hayatlar arasına sıkışmanın ağırlığıyla mücadele eden karakterleri izledikçe anladım. Hayatta henüz 23 senelik tecrübem olmasına rağmen, bu hikâyede kendimden pek çok parça buldum.
Çanta hazır beklemek
Sadece öfkeden oluşan kalabalığın gözlerindeki kin ve nefreti en yalın haliyle izleyiciye gösteren yapımı orijinal kılan unsurlardan biri de sinematografisi. Sinematografisi sayesinde dönemin siyasi atmosferinin sokağa tezahürünü gösteren yapım, topluma 69 yıl öncesini hatırlatıyor ve zihinlere bu topraklarda zulme uğrayan insanların hikâyelerini kazımaya devam ediyor.
Şimdi 2024 Türkiyesi’nde yaşayan genç bir kadın olarak 69 yıl sonra aynı tarihte İstiklal’de aynı sokaklardan yürüyorum. Aynı sokaklara, kalbimde tamamlanamayan hayatların ve hayallerin burukluğuyla, zulme uğrayan bu insanların ne ilk ne de son oluşunu biliyor olmanın ağırlığıyla bakıyorum.
İstiklâl Caddesi’ne ilk kez Raşel’in gözüyle bakıyorum ve bunun ne kadar güvensiz hissettirebileceğini artık tahmin edebiliyorum. En azından Raşel’in acısını görmeye yaklaşabiliyorum.
Kulağımda “San Ton Metanasti” (Göçmen gibi) şarkısı çalıyor. Bundan tam 69 yıl önce, yüzlerce insanın “kendi topraklarında” göçmen oldukları o geceye gidiyorum istemsizce.
Etraftaki her şey yabancılaşmış, sabah olmuyor şafak doğması için.
“Kendi toprağında göçmen gibisin,
sabah akşam, yarayı çözüp bağlıyorsun,
ve etrafında her şey yabancı,
ve etrafında her şey taşlanmış,
ve sabah olmuyor şafak doğması için
Kanayan hayatının suyu sıkıldı (süzüldü),
her saat korku, acı ve çığlık,
ve seni yabancılar duyar, ve kardeşin susar,
ah bundan daha derin bir yara olamaz.”