iktibasVolkan YaraşırEvrensel özgürlüğün öznesi: Proletarya yıkıcı güç, kolektif özne - Volkan Yaraşır
diğer yazılar:

Evrensel özgürlüğün öznesi: Proletarya yıkıcı güç, kolektif özne – Volkan Yaraşır

Orjinal yazının kaynağıyeniyasamgazetesi6.com

Proletaryanın tarihsel rolüne ilişkin tartışmalar sınıflar mücadelesinin her kritik momentinde gündeme geldi. Marx’ın proletaryayı evrensel özgürlüğün öznesi olarak tanımlaması ve insanlığın kurtuluşu ile kendi kurtuluşu arasındaki diyalektik bağı felsefi, ekonomik ve politik olarak incelemesi düşünce tarihinde bir kopuşu ifade etti.
Marx’ın devrimci rol yüklediği özne tarihsel, toplumsal ve siyasal boyutları olan ve başka bir dünya yaratma potansiyeline sahip, yıkıcı bir gücü ve kolektif özneyi anlatıyordu. Proletarya bu manada “modern Prometheus’u” simgelemekteydi. Marx erken dönem çalışmalarında Prometheus, felsefe ve proletarya arasında kurduğu bağ bu manada önemlidir. Başkaldırı Prometheus ve Proletaryanın ontolojik özelliğidir. Ateş hırsızı olan Prometheus’un modern çağdaki biçimlenişi proletaryadır. Proletarya modern çağın ateş hırsızı ya da özgürlüğün yaratıcı ve kurucu gücüdür. Marx’ın geliştirdiği proletarya/tarihsel devrimci özne bağlamı Marksist hareket içinde farklı yorum ve eğilimleri beraberinde getirmiş, özneye yaklaşım farklı politik duruşlara yol açmıştır. Ayrıca Marksizme yönelik temel eleştiriler ağırlıkta özneye bakış üzerinden yapılmıştır. Post-Marksizm ve post-modernizmin özne, özne-yapı ilişkisi üzerinden kendini tanımlaması manidardır. Bu noktada Marksizm de özne sorununa geçmeden önce felsefe tarihinde özneye yaklaşım (özne felsefesini) ve bu tartışmalar içinde Marx’ın yerini kısa ve konsantre bir şekilde belirtmekte yarar var.

Filozof özneden tanrı özneye

Özne tartışması felsefe tarihinin en temel konularından biri ve sorunsalı olarak dikkat çeker. Özneye yaklaşım ya da daha doğru bir ifadeyle özne-nesne ilişkisine/kavramına bakış farklı felsefi eğilimlerin ve ekollerin doğmasına yol açmıştır. Aslında en sarih ya da en sofistike felsefi metinler özne-nesne ilişkisi üzerinden okunabilir veya analiz edilebilir.

Antik Çağ’da “Gerçek nedir? Varlık nedir?” sorusu üzerinden yürütülen özneye yönelik ilk açılımı ilk çağ materyalistlerinden atomcular ve sofistler yapar. Özne-nesne ayrımı ya da insanla ilgili olanın, doğayla ilgili olandan ayrılması Sofistlerin felsefi yaklaşımlarını etkilemiştir. Sofistler, bir bilgi öznesi olarak insanın doğaya ilişkin bilgisinin nesnellik oranı ve zihinsel oranı üzerinde dururlar.

Helenistik dönemin iki önemli zirvesi ve sistem filozofu olan Platon ve Aristoteles ise özne tanımını, bilme ediminin taşıyıcılığı üzerinden belirlerler. Platon’da özne, bilginin iktidarı üzerinden tanımlanır. Onun için özne, dünyayı ve toplumu yönetme yeteneği olan ya da olması gereken filozoftur.

Aristoteles ise özneye ilişkin sistematik argümantasyonlar geliştirmesiyle dikkat çeker. Özneye bilge kapasitesi olarak daha fazla rol yükler. Ahlaki bir özne üzerinde durur. Aristoteles, ahlakı insan doğasının kurucu ögesi olarak görür. Bu açılımları bütün Ortaçağ felsefesini ve özne tanımını etkileyecektir.

Ortaçağ felsefesinde tanrısal olanın bilgisine ulaşmakla sınırlı olan bir özne karşımıza çıkar. İnanmak ve iman bu bilgiye ulaşmanın tek sırrıdır. Skolastik felsefesinin en önemli adı C. Anselmus felsefe ve teolojinin rezonansı üzerinde durarak inancı akılla açıklar: “İnanmak için anlamaya çalışıyorum, anlamak için inanıyorum” der. Skolastik felsefe için nesne(ler) dünyası geçici ve “yalan bir dünyayı” ifade eder. Beden için de benzer şeyler söylenebilir. Doğuştan günahkâr varlık olarak insan, bedeni ve ruhunu terbiye etmekle mükelleftir. Asıl olan yeryüzünün ve gökyüzünün efendisi olan tanrıdır. Aslında skolastik felsefede özne kavramında bir muğlaklık olsa da her şeye muktedir ve her şeyin yaratıcısı tanrı özne olarak karşımıza çıkar.

Rönesans, Reform hareketi ve Aydınlanma düşüncesi kapitalist transformasyon sürecinin öncülleri olarak dikkat çeker. Döneme hümanizm ve rasyonalizm damgasını vuracaktır. Aynı süreç Yeni Çağ felsefesi olarak anılmaktadır. Bu dönemde tanrı gökyüzüne “gönderilir” ve gökyüzünün efendisi olarak kabul edilir. Yeryüzü ise başka bir alemdir. Ve bu alemin krallığı rasyon ve insan üzerinden kurulacaktır. Karşımızda artık insan özne ya da insanın özneleşmesi vardır. Doğa ise fethedilecek nesne olarak dikkat çeker. Emeğin emek gücü haline getirilmesi ya da nesneleşme süreciyle doğanın nesneleşmesi ve bir fetih alanı dönüştürülmesi eşzamanlı bir süreç olarak biçimlenecektir.

XVII ve XVIII. yüzyılda matematik ve mekanikte sarsıcı gelişmeler yaşanır. Bu gelişmenin felsefeye yansıması kaçınılmazdır. Burjuvazi Descartes’çı bir istekle hareket ederek üretici güçlerin olağanüstü ilerlemesi önündeki engelleri yıkmayı arzulayacaktır. Burjuvazi bilim ve teknolojide yaşanan muazzam ilerlemelerin yarattığı olanaklar sayesinde doğanın efendisi olmayı amaçlar. Descartes felsefesi burjuvazinin bu stratejik yönelimin düşünsel izahını yapar.

Modern özne anlayışı ve bir anlamda yeni özne nesne tasarımı Descartes’ta somutlanır. Descartes, düşünme, düşünce üzerinde düşünebilme ve şüphe vurgularıyla özne tanımını kurar. Ona göre düşünebilen insan, hem kendi, hem de düşündüğü şey arasında (ontolojik) ayrımı fark eder. Düşünme bir anlamda varlığın (benin) gerçekleşmesini sağlayan/koşullayan temel parametredir. Başka bir tanımla Descartes, düşünme ve varlığı eşitler. Bu adımlar soyut ve özerk aynı zamanda epistemolojik öznenin temellerini oluşturacaktır. “Düşünüyorum, öyleyse varım” sözünün oturduğu bağlam düşünebilen ya da bilen özne ile bilinebilen dünya ilişkisine göndermeleri içerir. Descartes’ta özne düşünme kavramıyla doğrudan ilişkilidir.

Kant, Aydınlanmanın en önemli filozoflarından biri olarak dikkat çeker. Kant bilgi kuramında bir eşiktir. Kant aklın yöntemli bir biçimde kullanılması ifade eder. Bir anlamda Aristoteles, Descartes ve Leibniz’in izinden yürür. Bazı yorumcular Kant’ın felsefe tarihindeki yerini Kopernik’in fizikte yaptığı devrime benzetir. Kopernik’in astronomik modeli ya da prensibi adı verilen Güneş merkezli modeli, düşünce tarihini de etkileyen dünya merkezli bir evren tasarımın sonunu getirir.

Kant felsefesinin temel sorunu, insanın dünyadaki yeri ve ilişkisi üzerinedir. Kant’a göre dünyanın “gizimi” insan tarafından anlaşılabilir ve kavranabilir. Bir başka tanımlamayla Kant felsefesi insanın teorik kurtuluşunu dert edinir.
Çok konsantre bir tanımla Kant, iki dünya üzerinden ya da iki hakikat tipinden felsefesini kurar. Birincisi duyularımızla deneyimlediğimiz, fenemonel (zihinsel) dünyadır; diğeri ise kendinde şey(ler) olan, Numenal (maddi) dünyadır. Duyularımızla deneyimlediğimiz şey bize bir şeyler hakkında bilgi vermesine karşın o şeyin kendisi değildir. Ya da bilebileceğimiz bilgi sadece fenomenlerle ilişki olabilir. Numenal dünya transandantaldır (yani aşkın ya da deneyüstüdür), deneyim ve kavrayışımızın ötesindedir. Numenal dünya maddi dünyadır bir boyutuyla gerçeği ifade eder ve aynı zamanda bilinemez. Kant insan usunun sınırlılığını vurgular. Kant felsefesi eleştirel idealizm veya transandantal idealizm diye de adlandırılır. Kant felsefesi klasik idealizmden farklı olarak dış gerçekliğin var olduğunu kabul eder. Zihnin gerçekliği, bağlamlaştırarak/anlama (us) kategorileriyle sınırladığını ve bu sınırlamaların aşılamayacağı savunur. Bir nevi us’tan, numenal/kendinde şeyler dünyası kaçar. Bir örnekle açıklamak gerekirse bir filtreyle gerçekliğe, dünyayı bakıldığında görülen sınırlılıktır bahsedilen. Kant için bu filtre usun/zihnin kendisidir.

Kant teorik akıl ile pratik aklı (ahlaki eylem yapan) birbirinden ayırır.

Kısaca Kant ahlak ve pratik alanında etkin bir varlık olarak özneyi öne çıkararak, bilince vurgu yapar, aşkınsal özne tanımlamasıyla da özneye epistemolojik boyut kazandırır.

Fichte ve Schelling Alman idealizminin Kant sonrası iki önemli bilgi kuramcısı ismi olarak öne çıkar. Özne nesne ilişkisi iki felsefecinin temel sorunu olarak dikkat çeker. Alman idealizmde Kant’la başlayan ben-süje felsefesi, Fichte ve Schelling’de devam eder ve derinleşir.

‘Ben’ ve özgürlüğü gerçekleştirme
Fichte bir dokumacının oğludur. İşçi sınıfı içinde yetişen bir filozof olarak dikkat çeker. Felsefi sistematiğinde proleter bir bilincin saklı olduğu söylenebilir. Fichte bu yönleriyle Alman İdealizmi içinde özel bir yerde durur. Ayrıca Kant’ın kullandığı diyalektiği daha yetkin kullanmasıyla ve özgürlük tutkusuyla önemli bir kimliktir.

Fichte felsefesi temelde özne tartışması üzerinden şekillenir. Özneyi düşünsel bir kategori olmasının dışında bir edim olarak değerlendirir. Fichte’nin yürüttüğü tartışma kapitalist uluslaşma süreci ve bu sürecin yarattığı toplumsal, kültürel, düşünsel değişim ve dönüşümlere içkin olarak biçimlenir.

Fichte Kant felsefesindeki teorik aklın dış dünyaya bağlı olması, pratik aklın ise özgür ve etkin olması arasında ikiliği sadece pratik aklı kabul ederek ve bu kavramı geliştirerek aşmaya çalışır. Bir anlam da fenemonel dünyayı “benle” bütünleştirerek çözmek ister. Fihte’de ben nesnel dünyanın yaratıcısıdır ve kendini tanımanın aracıdır.
Ficte için akıl pratik, irade ve kendiliğinden hareket ve etkinliği ifade eder. Pratik akıl kendinden başka ve kendi dışında varlığı temel alır. Fichte Bilim Teorisi adlı çalışmasıyla insan tininin tanrıyla bütün bağını kopartarak usu evrenin merkezine yerleştirir. Fichte bir anlamda her şeyi özneyle, Ben’le bütünleştirmektedir.

Fichte özgürlüğü bir zorunluluk görüyordu. Her eylemi özgürlüğün gerçekleştirme çabası olarak ele aldı. Varlığı özgürlük yasası olarak gördü ve özgürlüğü ben’in-süjenin gerçekleştirmek zorunda olduğu ödev olarak yorumladı. Fichte felsefesi özgürlüğe ilişkin tutkusuyla, yetkin bir öznel idealizm olarak biçimlendi.

Schelling, Spinoza’nın varlık kavramını Kant terminolojisi üzerinden okur. Bütün evreni ve tek tek varlıkları kapsayan ve ortaya çıkaran özne üzerinde durur. Yani mutlak varlığı evrenin temeli olarak kabul eder. Felsefesi mistik bazı yönleriyle birlikte nesnel idealizme tekabül eder. Schilling, Kant’ın teorik aklıyla pratik aklını estetik akılda birleştirir. İki aklın verilerini estetik akılda tanımlar. Sanat Schelling için esas amaçtır. Kant’ta ahlak olan Schelling’te sanat olarak biçimlenir. Schelling için erdem sanattır.

Schelling, Spinoza etkisiyle önce doğa felsefesi inşa eder ve bu felsefeyi Kant’ın eleştirel felsefesini içerisinde yeniden kurar. Schelling felsefesinde doğa belirleyici bir içeriğe sahiptir. Spinoza’nın “Tanrı doğadır” yorumu Schelling’in felsefi sistemini etkileşmiştir. Özdeşlik anlayışını beslemiştir. Doğa Schelling’e göre her şeydir. Mutlak özdeşliği kendisinde taşır. Doğa bir anlamda görünümü olan tindir, tin ise görünümü olmayan doğadır. Doğayı yaratan bir güç yoktur. Doğa kendisini dinamik süreç içinde kendisi yaratır. Bu niteliğinden doğanın içinde bilince çıkmamış bir zihin vardır. Doğa Schelling’e göre canlıdır, yaşayan bir organizmadır. Doğanın ereği kendi bilincine ulaşmaktır. Schelling için özgürlük, bilincine varılmış zorunluluktur. Bu ilişki diyalektik bir yöntemle anlaşılabilir ve çözümlenebilirdi. Fichte, Schelling ve Hegel diyalektik üzerinde çalışmalarıyla dikkat çekecektir.

Schelling ne tinin maddeyi meydana getirdiğini, ne de maddenin tini oluşturduğu söyler; ona göre madde ve tin; düşünce ve varlık karşıtların birliği diyalektik kategorisinin sonucu olarak meydana gelmiştir
Schelling zorunluğun bilincine varmış öznenin özgürleşmesi üzerinde durur. İnsanın özgürlüğünün temelinin kaynakları üzerine düşünür.

Hegel, felsefe tarihinde 1789

Hegel felsefede 1789’dur. Marx, Hegel için “Fransız İhtilali’nin Alman teorisi” tanımlamasını yapar. Felsefe tarihinde 1789 anlamına gelen Hegel, yarattığı sistem ve kurduğu yöntemle tarihsel ve düşünsel bir momentumu simgeler. Hegel metafizik bir kopuşu daha net bir ifadeyle metafizik bir devrimi gerçekleştirir. Bu devrim derin ve kompleks bir diyalektik yöntemin eseridir.

Hegel temelde ve her şeyden önce çelişkiyi ve çelişkiler içinde işleyen hareketi, hayatı, düşünüşü, oluşu, ilerlemeyi ve toplumu çözümler. Başka bir ifadeyle somuta yönelik, gerçeğin çok boyutluluğu ve gerçeğin çelişkili karakteri üzerine düşünür.

Hegel iki noktada felsefe tarihinde kopuşuyla dikkat çeker. Tüm yapıtları yada daha spesifik düşünsel parametreleri olan Tinin Fenomenolojisi, Mantık Bilimi (Büyük Mantık), Hukuk Felsefesi Prensipleri adlı kitapları felsefeye, tarihi ve hareketi dahil etmesiyle önem taşır. Ayrıca Hegel, Kant felsefesiyle bir hesaplaşmaya girişir. Kant felsefesinin tersine ya da ona karşı bir polemik olarak insan bilgisinin mutlak bilgiye ulaşabileceği ifade eder.
Hegel düşünceyi her şeyin temeli olarak görür. Fakat düşünce Hegel’de skolastik bir mahiyette ele alınmaz, yüksek bir soyutlamayı içerir ve metafizik sınırın ötesindedir. Hegel geist, ide, us, töz kavramlarını aynı içerikte kullanır. Dünyayı akılla özdeş tutarak, insanın ancak böyle anlam taşıyabileceği ileri sürer. Hegel dünyayla aklı, düşünce ile gerçeği özdeşleştirir. Hegel, Fransız İhtilali’ne tarihte ilk defa insanın eylemine düşüncenin egemen oluşunu göstermesinden dolayı hayrandır ve büyük bir heyecan ve esinle yeni dünya görüşü ya da evrensel düşünceyi inşa etmeye girişir. Artık Hegel’e göre dünya düşünceyle biçimlenmelidir. Çünkü düşünce gerçeği ifade eder. Hegel’e göre “ussal olan her şey gerçek, gerçek olan her şey ussaldı.”

Hegel’in yüksek bir soyutlamayla kurduğu sistem diyalektiğin son derece yetkin kullanımın eseridir. Diyalektik Hegel için düşüncenin ve doğanın gelişme yasasıdır. Ayrıca Hegel’de diyalektiğin kendisi diyalektik bir karakter taşır. Hegel, bir anlamda düşünce tarihinde diyalektiğin sentezini yapar. Özellikle Platon ve Heraklitos’un önemli etkilerini taşır. Hegel’de diyalektik hem bir yasa hem de bir yöntemdir.

Hegel için gerçek; tez, anti tez ve sentez üçlemesinin ya da diyalektik sürecinin ürünü olarak gerçekleşir. Bunun en soyut ve sofistike biçimi ise mutlak ide, doğa ve insan bilinci olarak biçimlenen üçlemedir.
Hegel göre her şeyin temelinde farklı adlarla mutlak/evrensel varlık, mutlak ide vardır. Mutlak ruh/geist var olan her şeyin yanında değişme, gelişme ve ilerlemeyi ifade eder. Hegel göre mutlak ruhun en kusursuz biçimde gerçekleşmesi felsefeyle olur.

Mutlak ide’nin ya da mutlak aklın yeryüzünde en kusursuz ve en yetkin biçimlenişi ise devlettir.

Hegel kendisinden önceki felsefi düşüncenin dünyayı yorumlamakla sınırladığı şeyi sadece dünyanın dönüştürülmesini yorumlanarak aşıp, felsefenin felsefi olarak tamamlanmasını gerçekleştirdi. Böylece idealist felsefenin doruğu oldu. Hegel’le klasik felsefenin spekülasyona dayalı yüzyıllara dayanan hegemonyası sona erdi.
Kısaca metafizik bir devrimi ifade eden ve diyalektiğin en yetkin üstadı olarak Hegel’de Geist/Mutlak ruh tarihin ve toplumun yapıcısı olarak bir özne işlevi görür. Mutlak aklın yeryüzünde vücut buluşu olarak devlette bir başka bağlamda özne ve nesnenin özdeşliğini/bütünlüğünü gösterir. Hegel antagonizmayı devri dışı bırakarak bunu gerçekleştirir. Ayrıca devlet öznenin yerini almasıyla dikkat çeker. Hegel’in devleti “Tanrının yeryüzündeki yürüyüşüdür.” Hegel özneye yaklaşımıyla özel bir yerde durur. Hegel’e kadar özne bazen töz, bazen tanrı özne gibi metafizik kategori ya da bilgi teorisi içinde kalırken ilk defa Hegel’le birlikte tarihin, toplumun ve hareketin içinde bir özne tanımı yapılmıştır.

Marx, Hegel’in yaklaşımını ileriye götürür. Marx özne sorununa tarihsel ve toplumsal bir perspektifle yaklaşır, fakat Hegel’deki soyut tanımları aşar. Hegel’in sisteminin tersine devleti reddeder.

Marx’ta özne modern çağın devrimci sınıfında yani proletarya da cisimleşir. Marx’ta sınıfsal antagonizma ayrıştırıcı bir kavramdır. Tarihin öznesi proletaryadır. Bu yaklaşım felsefe tarihinde egemen sınıflar üzerinden biçimlenen ya da soyutlanan/mistifike edilen özne tanımına karşı ilk defa alt sınıfın özneleşmesi üzerinden bir sofistikasyon yapılır. Bu sınıf ya da özne tarih yapıcı ya da aynı anlama gelmek üzere yıkıcı bir sınıftır. Evrensel özgürlüğün yaratıcısı olan bir sınıftır.

Evrensel özgürlüğün öznesi

Marx proletaryayı tarih felsefesi üzerinden temellendirir. Marx, bütün çalışmalarında proletaryaya ya da sınıfa merkezi bir rol verir. Sınıf anahtar kavram işlevi görür. Hatta kavramın kendisi en önemli sınıf mücadelesi aracıdır. İşçi sınıfının Marksist sistematik içinde merkezi özne oluşu spekülatif bir tanımlama değil kapitalizmin ruhu, işleyiş yasaları aynı anlama gelmek üzere yıkılış yasaları ve ontolojik olarak barındırdığı antagonist çelişki ve bu çelişkinin aktif bir öznesi olarak varlığıyla ilgilidir.

Kapitalist sistem bir sömürü sistemidir ve artı-değer üretimi sistemin varoluşunu meydana getirir. Emekle sermaye arasındaki çelişki antagonist karakterdedir ve bu çelişki sınıfın sermayeye karşı aktif bir özne ya da merkezi güç olmasını ortaya çıkardığı gibi sınıf mücadelesi içinde yıkıcı gücünü besler ve şekillendirir.

İşçi sınıfı somut olarak sömürülmesinden kaynaklanan ve onu bir nesneye dönüştüren sisteme karşı otonomisine dayanarak ya da yaşadığı çıplak ve mutlak olumsuzluklara karşı harekete geçer. Sınıfın otonomisi sınıflar mücadelesi içinde beslenir.

Proletarya üretim ilişkileri içinde bulunduğu yer ve konumundan dolayı stratejik özellikler taşır. Aktüel olarak kompozisyonunda yaşadığı farklılaşmalara rağmen kolektif davranabilme yeteneği, toplumsal maddi bir güç olması ve toplumsallığı ayrıştırıcı niteliklerdir. Marx bu söylediklerimizi daha konsantre bir şekilde izah eder.

Proletarya kapitalist toplumda kolektif aksiyon yeteneği olan tek devrimci sınıftır. Kolektif aksiyon yeteneği ücretli emek-sermaye sisteminin sonucu olarak doğan proletaryanın bu sistemi yıkma kudretini ve özgürlüğü fethetme kabiliyetini işaretler, hem kendini hem de bir sosyal anafor olarak insanlığı özgürleştirme potansiyelini ortaya koyar.

Proletarya sınıfsız, sömürüsüz ve sınırsız bir toplumun/dünyanın yaratılmasında devrimci özne olarak rol oynar. Proletarya yalnızca daha fazla sömürüldüğü, ezildiği için değil, yukarıda saydığımız özelliklerle, bir aktif özne olmasıyla muktedir ve gerçekleştirebilme kudreti olan bir sınıftır. Marx burada bir ek daha yapar sınıf devrimci ve örgütlü olduğunda yıkıcı bir güç ve kolektif bir özne haline gelebilir, onun dışında bir hiçtir diye ekler. Yine Marx kapitalist toplumda bir hiç olan gücün, her şey olması için pratik ve teorik bir savaş içine girer. Bu manada Komünist Manifesto’yla Kapital çalışmaları ve I. Enternasyonal faaliyetleri arasında diyalektik bir ilişki vardır. Marksizm sınıfın teorik ve pratik savaşımın adıdır. Sınıf savaşı ve kavga bir hiç olan proletaryayı, teorik donanımıyla birlikte herşey haline getirebilir. Ona stratejik rol yükler.

Vurgularımız skolastik ve ideolojik bir kurgu değil. Felsefi manada gerçeğin hakikate dönüşmesidir. Proletarya gerçeği hakikate dönüştürecek devrimci sınıf olarak otonomisini kurar.

Bu noktada Marx’ın kullandığı iki kavram stratejik kavramlar olarak dikkat çeker: Kendinde sınıf ve kendisi için sınıf kavramları… Bu kavramlar ve ayrımın yeterince anlaşılmaması Marksizm içi eğilimlerin sınıfa bakışlarını etkilediği gibi (ona merkezi özne ve stratejik rol vermeme, sermaye karşısında pasif özne olarak ele alma vs.), Marksizme yönelik yapılan essentialism-özcülük ya da determinizm eleştirilerinde kaynaklığını yapar. Ağırlıkta post Marksist ve post-modernist eleştirilerin yoğunlaştığı alanda sınıf-özne merkezli tartışmalar ve sınıfa yüklenen evrensel ve bütünleştirici kimlik üzerinedir.

Bu tartışmalarda örtük ve açık olarak öne sürülen düşünce işçi sınıfının devrimci kapasitesinin yokluğuna ilişkin yargılardır.

Proletaryanın sosyal ve politik varlığı

Marksizm işçi sınıfına sadece nesnellikten (üretim ilişkileri içindeki konumundan) kaynaklanan evrensel bir kimlik ve rol yüklemez. Başka bir ifadeyle sınıfın tarihin öznesi olma karakteri sadece buradan kaynaklanmaz. Bu nokta onun kendinde sınıf olma özelliğini ortaya çıkarır. Sınıfın devrimci özneliği esas olarak politik düzeyden kurulur. Marx’ın tanımlamasıyla “oluşur.” Ama bir nesnel temele basarak oluşur. Sınıf bilincine vurgu, hegemonya tartışmaları, devrimci kuramla özne bağı buradan kurulur.

Daha açık bir ifadeyle proletaryanın bir ve aynı şeyler olmayan iki varlık biçimi vardır. Birincisi bir sınıf olarak kapitalist toplumda sosyal-nesnel varlığı; ikincisi ise politik varlığı… Proletarya aktüel ve içinden geçtiğimiz yüksek konjonktür sonucu tarihin en büyük proleterleşme dalgası yaşanmasına ve kapsamının genişlemesine rağmen, organik birliği dağılmış, kompozisyonu farklılaşmış, amorfe özellikler taşıyan, farklı segment ve fraksiyonları ayrılmış durumdadır. Proletaryanın Kıvılcımlı’nın ifadesiyle sosyal varlığı sınıfın kendinde sınıf olma özelliğini koşullar. Politik varlığı ise sınıfın politik, ontolojik, örgütlülük, bilinç dünyasını içerir. Marx sınıfın kendini oluşturma süreciyle politik varlığını inşa ettiğini vurgular. Marx sınıfın özne, iradi varlığının altını çizer. Politik varoluşu sınıfın kendisi için sınıf olma özelliğini içerir. Ve sınıf bizzat sınıf mücadelesinin içinde sınıf olarak oluşumunu gerçekleştirir. Kendisi için sınıf haline gelir. Yaşadığımız konjonktürde sınıfın politik varlığında yaşanan ciddi problemler, hem sosyal varlığının reddedilmesine hemde tarihsel özneliğinin yokluğuna yönelik tezlerin önünü açmıştır.

Marksizm yıkıcı ve devrimci kuram olmasıyla, sınıfın devrimci ve yıkıcı sınıf olması birbirini besleyen ve şekillendiren bir içeriktedir. Devrimci kuramdan yoksun bir işçi sınıfının devrimci olması olanaklı değildir.
Bu noktada Marx özne ve nesne arasında ayrım üzerinden şekillenmiş klasik felsefenin bilgi kuramını reddeder. Kuram ve özne diyalektiği üzerinde durur. Marx’ın felsefeyi (kuramı) gerçekleştirmek dediği şey pratik bir sorundur ve proletaryanın varlığının ortadan kalkmasıyla ancak mümkün olacaktır. Yani devrim ve sosyalizmle… Başka bir ifadeyle felsefenin gerçekleşmesi proletaryanın kendi kendini ortadan kaldırmasıyla gerçekleşecektir. Kısaca tekil bir haksızlığa değil, genel olarak haksızlığa uğrayan ve varoluşunda insanlığın kendini kaybedişini duyumsayan proletaryanın, eylemiyle felsefenin gerçekleşmesi sağlanabilir. Bu noktada özneyi muğlaklaştırmak ve tarihten kovmak devrimi imkânsız bir şey görmek manası taşımaktadır. Kısaca Marx, proletarya kendini dönüştürmeden maddi dünyayı dönüştüremeyeceğine vurgu yapar.

Bu sorun sınıfın devrimci pratikle arasındaki ilişkiyi öne çıkarır. Daha net bir tanımla praksis sorununun önemini ortaya koyar. Marx özneye/sınıfa başından itibaren çok vektörlü bir şekilde bakar: Bu bakış felsefi, tarihsel, politik ve sosyolojik katmanlar içerir.

Marksizm bir praksis felsefesidir. Yüksek bir soyutlama olan Feuerbach Üzerine Tezler’in tümü praksis üzerinedir. 11. Tez dünyayı değiştirmeyi veya eski dünyayı yıkmayı esas alır. 11. Tez diğer on tezi içeren bir konsantrasyondur. Diğer 10 tez ise 11. Tezi koşullar. Praksis yada proletaryanın devrimci eylemi felsefe tarihinin sorunsalları olan özne/nesne; varlık/düşünce; determinizm/volantarizm karşıtlığı ve ikiliğini aşan bir içeriğe sahiptir.

Başta Lenin, Mao, Gramsci, Lukacs ve Korcsh’un Marksizmi bir praksis felsefesi olarak ele almaları önemlidir.
Marksizm gerçeklik ve özne ilişkisini yetkin bir şekilde kurar. Özne gerçekliğin yapısına içkindir. Kolektif özne ya da proletarya devrimci bir sınıf olarak mevcut gerçekliği değiştirmek ve hakikati inşa etmekle geleceği fethedebilir. Evrensel sınıf olarak evrensel özgürlüğün öznesi olarak sınıf savaşımı içinde şekillenebilir. O, evrensel kurtuluş için zorunluluklar dünyasına ilişkin her şeyi yıkmakla mükelleftir. Ya da mevcut kapitalist gerçeklikte katastrof ve yok oluş kaçınılmazdır.

  • Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Yeniçağ Gazetesinin editöryal politikasını yansıtmayabilir 
- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
282AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin