yazılariktibasEtkinin ardından gelen duyarsızlaşma - Arzu Erkan
diğer yazılar:

Etkinin ardından gelen duyarsızlaşma – Arzu Erkan

Orjinal yazının kaynağıbirgun.net

Günümüzde sosyal medya kullanımının da yaygınlaşmasıyla tüm kitle iletişim araçlarında travma, intihar, cinayet, çocuk istismarı ve tüm şiddet haberlerinin ne yazık ki farkındalık oluşturma ya da yararlılık ilkesi gözetmeksizin, herhangi bir çözüm önermeyen ve toplum yararına hizmet etmeyen bir biçimde servis edildiğini görüyoruz. Hem profesyonel haberciler hem de sosyal medya kullanıcıları tarafından, ilgi çekmek, reyting ve etkileşim yakalamak uğruna; etik, yasal ve vicdani kurallar göz ardı edilerek, olayların bütün ayrıntılarıyla paylaşıldığına, adeta bir şiddet pornografisi yaratıldığına tanık oluyoruz.

Bazen iyi niyetli olarak, daha fazla dikkat çekebilmek, farkındalık ve kamuoyu oluşturabilmek için paylaşılan bu detaylar tam aksine duyarsızlık ve inkâr davranışını beraberinde getirirken, kimi zaman insanları gerçeklikten, insani duygulardan ve değerlerden uzaklaştırmaya neden oluyor.

Medya ve yeni medya (sosyal medya, podcastler…) işlevsel açıdan yalnızca bir iletişim aracı olarak kalmıyor, insan davranışı üzerinde hayli etkilidir. Yayımlanan her şey toplumdaki tutum ve davranışları etkileyebilme ve bunları olumlu ya da olumsuz yönde değiştirebilme gücüne sahiptir. Medya, bireysel ve toplumsal değer yargılarını, tutumları, görüş ve eğilimleri şekillendirir ve yönlendirir, kültürü yeniden üretir ve yaygınlaştırır. Psikiyatri ve psikiyatrik bozukluklar üzerindeki etkileri de önemli ve yönlendiricidir. Medyadaki paylaşımlar ruhsal ve toplumsal sağlığımızı, doğrudan ya da dolaylı olarak, olumu ya da olumsuz yönde etkileyebilir.

Bu haberlerin veriliş biçimiyle ilgili sorunlu noktaları şöyle özetleyebiliriz:

• Kişisel verilerin gizlilik/güvenliğinin ihlali,

• Cinsel suçlar ve kadına yönelik şiddet konusunda bilinçsiz paylaşımlar,

• Cinsiyetçi dil kullanımı,

• Saldırıya maruz kalanı suçlayıcı ifadeler,

• Bireylerin psikiyatrik özgeçmişi hakkında damgalanması,

• Şiddet/olay yeri görüntü ve detaylarının paylaşılması,

• Faillerin kahramanlaştırılması,

• Şiddetin olağanlaştırılması/romantikleştirilmesi/gerekçelendirilmesi,

• Maruz kalanın çaresizleştirilmesi,

• Şiddet davranışının “Werther etkisi” ile kopyalanarak yaygınlaştırılması

Esasen sözünü edeceklerim “Gazetecilik Hak ve Sorumluluk Bildirgesi” ile tanımlanmışlar ancak bunları Türkiye Psikiyatri Derneği Medya ve Ruh Sağlığı Çalışma Birimi eski koordinatörü ve halihazırda üyesi olarak özel bir sorumluluk ve hassasiyetle olabildiğince çok platformda dile getirme gayretindeyim. Bu konuda uzun zamandır çalışan biri olarak ve kendi kitabım dahil olmak üzere, medya ve yeni medyada bilgileri nasıl paylaşmalıyız konusunda birçok yazım ve söyleşim bulunuyor. Tüm bu çabalarımızın sosyal medyada ve basın mensuplarınca kullanılan dil ve içeriğin değişmeye başlaması ile karşılık bulduğunu görüyorum. Bunu daha genelgeçer hale getirmek için ruh sağlığı çalışanları ve basın çalışanları olarak daha fazla işbirliğine, ortak çalıştaylara ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Dikkat etmemiz gereken birçok önemli nokta var. Kendimizi geliştirmeli, dil ve yaklaşımlarını dönüştürmeli ve ezberleri bozmak için çaba göstermeliyiz

Sadece basın çalışanları olarak değil, “Yurttaş haberciler” olarak da sosyal medyada paylaştığımız her şeyin habercilik kavramına dahil olduğunu pek çok kimse bilmiyor. Basın yasası ve etik ilkeler, sivil vatandaşlar olarak hepimizi bu konuda sorumlu kılıyor. Ancak, aynı zamanda bir kimlik taşıdığımızda, basın mensubu olarak, bir doktor, sanatçı veya siyasetçi olarak, kişisel hesaplarımızda paylaştığımız her şey daha da önemli hale geliyor. Şu anda basının yönlendirici ve öğretici gücü var. Bir şey paylaşıldığında, herkes birbirine benzer paylaşımlar yapmaya başlıyor. Haber dilinden ve paylaşım biçiminden etkileniyoruz ve furya toplumu olumlu ya da olumsuz yönde dönüştürüyor. Bu nedenle, habercilik yapan herkesin dilini ve ürettikleri içerikleri sürekli olarak denetlemesi gerekiyor. Özellikle travma, şiddet, istismar ve eşitsizlik gibi konularda haber yapılıyorsa, dikkat çekmek istiyorsak, kendimizi daha fazla gözden geçirmeli, hatta kendimize fazlaca güvenmemeli, kılavuzlardan ve başka uzmanların görüşlerinden sıklıkla yararlanmalıyız.

Dil alışkanlıklarını değiştirmek için çaba sarf etmek gerekir. Alışık olduğumuz bir dil var. Benim deneyimlerim de bu yönde. Bir cümleyi nasıl farklı bir şekilde ifade edebilirim diye düşünürken, hızlıca yazıp geçebileceğim bir şeyi kimi zaman dakikalarca düşünüyorum. Yüksek tempolu çalışma hayatında buna zaman ayırmayı gereksiz görenler, bu zahmeti vermeye değer mi, bunu düşünenler olabilir. Belki acelemiz var, zamanımız ve ortamımız yok, ancak bu çok önemli bir konu. Dil her şeyi belirler, düşünce biçimimizi gösterir ve aynı zamanda düşünceyi şekillendirir. Düşünce de dili şekillendirir. Şu basit örneği verebilirim: Bir önceki oturumda “Gezi olayları”ndan bahsedildi. “Gezi olayları” denildiğinde farklı, “Gezi direnişi” denildiğinde farklı bir etki yaratabilir. Farklı bir etki yaratıyor olmasaydı birileri de buna “Gezi kalkışması” demezdi. Bu yüzden dilin kullanımı, hangi sözcükleri seçtiğimiz, çok önemli. Şiddeti meşrulaştıran bir dil kullanıp kullanmadığımızdan emin olmamız gerekiyor. Mesela reklamlarda, dizilerde görüyoruz değil mi bu şiddetin nasıl anlatıldığını ve meşrulaştırıldığını. “Cinnet geçirmiş” ifadesi çok kullanılır ya da “kadınlar niye öldürülüyor?” diye sorulur. Bana bu soru yöneltildiğinde şunu söylemiştim; “Doğru soruluş biçimi şu olmalı; ‘Erkekler niye öldürüyor?’” Suçu/ eylemi, faile teslim etmek gerekiyor. Kadınlar gidip öldürülmüyor, erkekler gidip öldürüyor. Cinnet geçirme diye bir şey yok, hani deniliyor ya öfke kontrolü yok bu kişinin, bir anlık öfkeyle işte karısına çocuğuna şiddet uyguladı ama aynı kişi o bir anlık öfkeyi patronuna yapmıyor ya da işte bir otorite figürü karşısında yapmıyor. Mesela mahkemede ellerin önüne kavuşturuyor, takım elbise giyiyor, kravat takıyor ve çok mülayim bir insan olabiliyor. Demek ki bazı durumlarda bu kişi o öfkesini kontrol edebiliyor. Cani, sapık, insanlıktan çıkmış gibi söylemler şiddet uygulayan kişilerin marjinalleştirilmesine yarıyor. Oysa şiddet uygulayan kişiler marjinal falan değiller. Hepimiz şiddetin uygulayıcısı olabiliriz çünkü hepimiz bu kültürün içinde büyüdük, pek çoğumuz belki çocukluk boyunca buna maruz kaldık, pek çoğumuz belki halihazırda maruz kalıyoruz. Hiç aklınıza gelmeyecek insanlar, belki şu an aramızda –ben dahil olmak üzere– bir şiddetin maruz bırakılanı olabiliriz. Bununla mücadele ediyor olabiliriz. Bunun için de varillere konulup yakılmamız gerekmiyor. Şiddetin bin türlü hali var o “en son hali”. İşte hep “o en son hali” şiddet gibi gösterildiği için ekonomik şiddet, kadının eşit olmayışı, akademik şiddet ya da birçok sözel şiddet tırnak içinde “basit” istismar ve taciz olarak ele alınıyor. “Aman canım bu da taciz mi?”, “siz de her şeye taciz diyorsunuz” denilerek hafifletilmesine neden oluyor. “Karasevdalı” ve benzeri bir dil, şiddeti yeniden üretiyor. Trans birinin bir başkasına şiddet uygulaması mesela. Konu trans olması ile ilgili değilse, trans olduğu için ona hakaret edilmiş ya da bir eyleme maruz bırakılmışsa ve bununla ilgili bir konu ise, o zaman belki; eğer değilse, X kişisi Y kişisine şiddet uyguladı demek yeterli olabilir.

Depremde haberciliğin travmatize edici olmaması gerektiği yönünde verilen bir demeç vardı. O kadar üzerinde konuşmuş olmamıza rağmen, röportajı yapan gazeteci tarafından değil ama editör tarafından seçilen fotoğraf, bir ceset torbasının başında oturmuş bekleyen bir ebeveynin görüntüsüydü. Haberde tam da böyle görüntülerin verilmemesi gerektiği anlatılıyordu. İçerikte, “ne yapmamalı?” denilerek tarif edilen, “hangi fotoğrafı koymamalıyız”a örnek olacak bir fotoğraf habere konulmuştu. Neyse ki internet ortamında o fotoğrafı değiştirebildik, ancak ne yazık ki basılı gazetede orada yayımlandı. Bu konuda katedilecek daha çok yolumuz var görünüyor.

Sadece kullanılan dil değil aynı zamanda medyada ve haberlerde sergilenen görsellerin de önemli etkisi vardır. Şiddet içeren olaylar, sahneler ve görüntüler ne denli sık ve ne kadar uzun süre ekrana gelirse etkileri o oranda artar. Şiddet içeren sahnelerin dehşet içeren ayrıntıları dillendirildikçe, görüntüler tekrar tekrar paylaşıldıkça, felaketleştirici yorumlarla pekiştirildikçe etkinin boyutları daha da tehlikeli bir hal alır. Bu, etkiye tepki olarak şiddetin artan dozlarda günlük yaşamın sıradan parçasıymış gibi kanıksanmasına neden olur. Şiddet ve istismar konulu haberlerde ve kamu spotlarında maruz kalanların travmatize olmuş görüntüleri, darp edilmiş şekilde makyajlanmış/çaresiz, edilgen konuma sıkıştırılmış görüntülerinin de şiddeti yeniden ürettiği ve maruz kalanlar açısından ikincil örselenme yaratan bir tetikleyici olacağı akılda tutulmalıdır. Bunlar yerine şiddet görüntüleri içermeyen, maruz kalanları güçlendirecek, cesaretlendirecek görseller seçilmelidir.

Ne yazık ki bunun tam aksi yöndeki seçimlere tanık oluyoruz. Bunda hızlıca kamuoyu oluşturma etkisinin de rolü olduğunu yadsınamaz. Özellikle şiddet haberlerinde günümüzde adaletin, biraz da sosyal medyada kamuoyunun oluşmasıyla tecelli etmesi gibi bir gerçeklik var. Örneğin, salıverilen birinin yeniden tutuklanması gibi durumlar olduğunda artık şöyle bir şey olur hale geldi: “O aşamaya gelmeden çok sansasyonel bir haber yapalım ve bu herkese ulaşsın. Çünkü zaten sansasyonel haber yapmazsak kimse okumaz,” diye düşünülüyor, olabilir.

Bir tweet atsam ve çok çarpıcı bir şekilde yazsam, 1 milyon kişiye ulaşabilirim. Gerçekten çok beğenilir, çok ilgi çeker ve bir sürü takipçi kazanabilirim. Ancak, bir tweet yazarken bundan başka birçok şeyi düşünmem gerekiyor; zarar vermemeyi. Belki sadece 200 kişi beğenir veya o kadar retweet almayabilirim ama en azından yazarken kamu yararını gözettiğim için içim rahat oluyor. Habercilerse tercihlerini daha çok okunmak için kullanıyor görünmekte. Oysa karşılaştığımız şöyle bir denklem var: Bir şeyi çok sansasyonel hale getirdiğinizde, haberci ya da herhangi bir kullanıcı olarak, sosyal medyada etki yaratıyorsunuz, ancak aynı ölçüde duyarsızlık da oluşuyor. Haber sadece bir an için ilgi çekiyor, insanlar okuyor, dinliyor, izliyor ve sonra o habere karşı duyarsızlaşıyorlar. Sonra bir şeyi “bir tık daha” ilgi çekici yapmanız gerekiyor. Örneğin bir şiddet haberi veriyorsunuz, bir cinayet haberi. Diyelim ki detayları tarif ediyorsunuz. İnsanlar “Aman yarabbi, nasıl olur? Tüyler ürperten bir cinayet!” diyorlar. Tüyler ürpertmeyen bir cinayet var mı? Bütün cinayetler tüyler ürperticidir, ancak şu kadar bıçak darbesiyle, varile koyarak, yakarak gibi detaylara vurgu yapılması…

Travmatize edici içerikleri aktardığınızda, okuyan veya haberi izleyen kişi etkileniyor. Ancak bu duyarlılaşma koşullanması şöyle bir sonuç doğuruyor: Eğer daha vahşi bir yöntem yoksa bir sonraki haberiniz ilgi çekmeyecek. Bu durum aslında faillere yol da göstermiş oluyor. Bu habercilik dili onların daha ağır yöntemlere başvurarak suç işlemelerine neden oluyor. Toplumsal duyarlılık oluştururken yaptığımız şey, bir şeyi duyururken, bir demeç verirken duyarlılık değil, aksine duyarsızlık oluşturmak ve maruz kalanlara zarar verici olma riskini de taşıyor. Burada haberi okutmak uğruna kamu yararı göz ardı edilmiş oluyor.

Arzu Erkan - Psikiyatrist Dr., Yazar
  • Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Yeniçağ Gazetesinin editöryal politikasını yansıtmayabilir 
- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
286AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin