Aile için “aşkın devleti” diyen Alain Badiou’da kalan bir virgül vardı bir önceki yazıdan. Gerçekten sevmek ne anlama gelir ya da cevap aramakla aforizmalar şelalesine tutulacağınız “aşk nedir?” sorusuna gelince, yine Badiou istikâmetinden ilerleyelim, iyidir. Bu güvenlikçi, risksiz, garantili ilişkiler devrinde onun için aşk bir karşılaşma değil, bir inşa meselesi. Bir raslantıdan yeni bir şey nasıl inşa edilir? “Dünya birden değil de ikiden hareketle sınandığında nasıl bir yer olur? Dünya benzerlikten değil de farktan hareketle incelendiğinde, gerçekleştirildiğinde ve yaşandığında nasıl bir yer olur?” Bunları soruyor Badiou.
Aşkın ve siyasetin özünü birleştiren şeyi de yine onun anlattıklarından ayıklıyorum: Siyasetin özü bireyler bir araya geldiklerinde, örgütlendiklerinde, düşünüp birlikte karar verdiklerinde neler yapabilirler diye sormaksa, bu aynı zamanda onun anladığı aşkın da çıkış noktası. Bu anlamda Badiou’ya göre aşk en küçük komünizmdir.
Aşkın yönetimini toplumsallaştırmak için icat edilense ailedir.
*
Şirket ve mafya. Kapitalizm her tür insan ilişkisini aslında ta kendisinden türemiş bu iki yapıyla işler kılmaya itiyor. İnsanlar birbirleriyle ilişkilerini maliyet hesabıyla yönetsin; bir yandan sevgi ve aşk şişirilerek yüceltilsin, bir yandan güvenlikçi, risksiz, garantili ve “kârlı” ilişkiler kurulsun. Bir şirket gibi idare etsin herkes kendisini, kendisine yatırım yapsın, yanlış yatırımların cezasını, doğrularının sefasını çekeceğini bilsin. Ne gerekiyorsa yapsın.
Bir şirket gibi işlesin devlet, “kamu” unutturulsun ki kamunun yararı değil şirketin/devletin kârı öncelik olsun. Bu iş ancak zenginlerle dayanışarak olur; yoksullar başlarının çaresine baksın. Atılması gelen safralar var: Bile isteye eğitimsizleştirilmiş gençler, emekliler, engelliler ve lafa gelince cennetlerden aşağısı layık görülmeyen ama görünmezleştirilen kadınlar… Köle emeği gerekli. Köle emeği şart. Mafya gibi işlesin devlet. Gözden çıkarılan çocuklar, gözden çıkarılan çocuklar olarak büyümekle hasarı katlanmış adamlar, daha da eksilmiş kadınlar. Hayvanlar, aslında tabiatın canlı her nesnesi, yerin kabuğunu tüm teşekkülüyle saran hayat ve dahi milyonlarca yıldır altında biriken katmanları, insan denilen beş parmaklının excel dosyasında cirodan önceki kutucuklar ancak. Ne gerekiyorsa yapılsın.
Şirketlerin ücretli köleliğin yutulmaz kimi demir haplarını “Biz bir aileyiz” diye yutturmaya çalışması tesadüf değil. Ve tabii mafyanın başlı başına baba etrafında bir aile biçiminde organize olması. Hepsinden önce aile vardı.
*
Altında hunharca öldürülmüş küçücük bir kız çocuğunun yattığı toprak, üzerinde plastik çiçekler ve dikilmiş dev bir Türk bayrağı. Kan, kâr ve ruh bağıyla bağlı somut ve soyut bir ailenin bu cinayetin aydınlanmaması için belli ki açıkları, kaçamakları bilenlere danışarak, planlar kurarak, iş bölümü yaparak, sorumluluğu dağıtarak ve paylaşarak organize bir suç örgütü gibi hareket ettiğini, hakikatin henüz bildiğimiz bir kıymığı kadarıyla bile görebiliyoruz.
Kemiğin kırılıp da uygarlık tarihi kadar eski bir zamanda yanlış kaynadığı yere iyi basılmış olacak ki bu organize vahşet tablosunun ortasında her şeyden ama her şeyden önce aileden bahsedenlere, onların kelimeleriyle “aile müessesini” yıpratanlara, aileyi hedef alanlara sitem ediliyor. Neymiş, suçu fertler işlermiş. Hangi fert?
*
Neymiş, aile yıkılıyormuş. Sanki mafyatik bir şiddet varmış gibi “LGBTİ dayatması”, böyle bir işlem söz konusuymuşçasına “cinsiyet iptali” gibi mantık dahi taşımayan gerekçelerle birileri aile müessesinin önüne dikildiğinde, arkanızda ne var hissi uyanıyor, neyi saklıyorsunuz ya da tam olarak ne oluyor orada?
“Ailenin Ötesi”, Bülent Somay’ın neredeyse yirmi yıldır kalem oynatarak orada neler olduğuna baktığı bir kitap. Ailenin zayıfladığını ve sadece varlığıyla değil hayatta kalmak için çırpınmasıyla da bir engel teşkil ettiğini anlatıyor. Kendi kelimelerimle özetlemeye çalışayım, erkek ayrıcalığının/ egemenliğinin kültürel, toplumsal, ekonomik bir hegemonya yaratarak tahakkümün harcının karıldığı yerde durduğunu görmeden bir muhalefet kurmak mümkün değil. Bu tarihsel kökleri görmenin yanı sıra cinselliği üremeden özgürleştirmeden, aileyi olduğu gibi koruyarak ataerkilliğe söz söylemek de mümkün değil. Bu özgürleşme kadınlar kadar çocukları, fiziksel ya da zihinsel “özürlüleri”, hastaları, yaşlıları, LGBTQ+’ları, tüm queer varoluşları, yani erkek/baba tahakkümünün tüm olağan ötekilerini, “sağlıklı” ve “normal” sayılanların hegemonyasından kurtarmak demek. Erkekleri de içeren ve kendi içinde onları da bu tahakkümden kurtaracak, başka bir akrabalık, kardeşlik, cinsellik rejimi ihtiyaç duyulan.
Lobiler değil, bu yapıyı küresel kapitalizm kendi sarsıyor. Teknoloji babalığın biyolojik/maddi temelini yerinden oynattı, rahim dışı döllenme teknikleriyle cinsellik ile üreme birbirinden daha da ayrılıyor, bu da queer ebeveynlere olanak tanıyor. Çok uluslu/ çok hissedarlı sermayenin değişen yapısı miras hukukunu hükümsüzleştiriyor. Kapitalizm, en üstün ifadesini ailede bulan erkek/baba egemenliğini yıkmak için koşulları kendi hazırladı ama o kadar kolay değil. “Ölü babanın” hayaleti dahi bir tahakküm mekanizması, bedeni çürürken daha da fena kokuyor.
Not:
Nicolas Truong’un Alain Badiou’yla aşk üzerine derinlikli söyleşisini içeren “Aşka Övgü”, Orçun Türkay’ın çevirisiyle Can Yayınları’nın Tellekt serisinden. Bülent Somay’ın “Ailenin Ötesi” Metis Yayınları’ndan.