Eski Doğu Almanya’daki Thuringia’da, aşırı sağcı AfD ilk defa bir eyalet seçimi kazandı. Başarısı, göçmen karşıtı sert tepkileri besleyen düşük ücret ekonomi modelinin bir ürünü.
Pazar günü, doğu Almanya eyaletleri Thüringen ve Saksonya’da eyalet seçimleri yapıldı ve aşırı sağ beklendiği gibi iyi bir performans gösterdi. Alternative für Deutschland (AfD-Almanya için Alternatif) her iki eyalette de sırasıyla %32,8 ve %30,6 oy alarak Thüringen’de en çok tercih edilen, Saksonya’da ise az farkla ikinci sırada gelen parti oldu. Bir diğer doğu eyaleti Brandenburg’da, 22 Eylül’de yapılacak seçimlerde sonucun benzer olması bekleniyor.
Medya bunu, suçu büyük ölçüde Doğu’daki “istisnai” koşullara yükleyerek açıklıyor: çoğu insan 1989-90’da çöken Alman Demokratik Cumhuriyeti (GDR) altında sosyalleştiği için demokrasiyi tam olarak desteklemiyor. Böyle bir sosyalleşme neticesinde AfD gibi otoriter partilerin daha cazip geldiği iddia ediliyor. AfD’nin genç seçmenler arasında önde gelmesi ise bu görüşü tamamen yalanlıyor. AfD’nin başarısı daha ziyade, şimdiye kadar Doğu Almanya’yı daha belirgin bir şekilde etkileyen işlemeyen ekonomik modelin sonucu.
Alman Malı
Almanya, 2000’ler: krizde olan, uluslararası alanda “Avrupa’nın hasta adamı” olarak bilinen bir ülke. Ekonomi durgunlaşırken işsizlik yüzde 10’un üzerine çıkıyordu. Bu durumun ortasında, Sosyal Demokratlar (SPD) ve Yeşiller hükümeti, ekonomik “rekabet gücünü” geri kazandırmak için “Gündem 2010” olarak bilinen bir dizi politika üzerinde çalıştı ve refah devletinin “aşırı” yönlerini kısıtlamayı amaçladıkları bir dizi neoliberal reform başlattı: emeklilik maaşları düşürüldü, ciddi anlamda düşük ücretli çalışma gündeme getirildi ve işçi hakları kısıtlandı. Aynı zamanda, 2000’lerin ortalarında Avrupa Birliği’nin Doğu ve Güney Avrupa’ya genişlemesiyle büyüyen bir ihracat pazarı da ortaya çıktı.
Bu, 2000’lerden itibaren Alman ekonomik büyümesini güçlendiren düşük ücret rejiminin temelini oluşturdu. Alman şirketleri, ücret maliyetlerini düşürerek üretim maliyetlerini düşürdüler ve üretimi Doğu Avrupa’ya kaydırma tehdidini kullanarak sendikalardan tekrar tekrar tavizler kopardılar. Ardından ucuz mallarını Avrupa iç pazarına yığarak yerel üreticilere yer bırakmadılar. Alman kapitalistleri böylece kârlarının büyük bir kısmı için Alman işçilerin satın alma gücüne dayanan iç pazara bağımlı kalmadılar ve bu da doğrudan sonuçlarıyla karşı karşıya gelmeden Alman işçi sınıfını yoksullaştırmalarına olanak sağladı. Ücret baskısıyla önemli miktarda serveti transfer edebildiler. Bu da ortalama bir Alman hanesinin ortalama bir İtalyan veya Fransız hanesinden daha az müreffeh olmasına ve bir Alman işçinin 2014’te 1992’ye göre daha düşük gerçek ücret kazanmasına yol açtı.
Doğu Almanya: Yoksullaştırılmış, Görmezden Gelinmiş
1990’da Batı’nın Doğu’yu ilhak etmesinin ardından, Doğu ekonomisinin büyük kısmı özelleştirildi ve Batı Alman şirketlerine ucuza satıldı. Bu, büyük ölçüde varlıklara el konulması ve üretimin tamamen durdurulması, iş gücünün işten çıkarılması anlamına geliyordu. Doğu Almanya ekonomisini bugüne kadar şekillendiren de bu oldu: sadece birkaç büyük firma buraya yerleştiğinden iç pazara yönelik küçük şirketler hakim ki bu da ilhakın bir sonucu olarak Doğu Almanya’daki daha düşük ücretler nedeniyle hayli kısıtlıydı. Otuz yıldan fazla bir süre sonra, Doğu Alman işçileri hala Batılı meslektaşlarından ayda brüt olarak 800 avro daha az kazanıyor. Bu da Doğu Alman ekonomisinin Batı Almanya ekonomisinin yaklaşık yüzde 80’i kadar konsolide ve bir krizde de çok daha az dayanıklı olmasına yol açtı.
Mültecileri Ekonomik Refah ve Kriz
Suriye’deki savaşı takiben, Almanya giderek artan bir mülteci sayısıyla karşı karşıya kalmış, 2016 yılında 745 bin 545 sığınma talebiyle zirveye ulaşmıştı. Düşen doğum sayısının getirdiği kriz nedeniyle artan bir demografik krizle karşı karşıya kalan kapitalistler ve siyasi elitler, ciddi sayıda mülteciyi ucuz emek kaynağı olarak kabul etmeyi desteklediler. Daimler AG Yönetim Kurulu Başkanı Dieter Zetsche, mültecileri “sonraki Alman ekonomik mucizesinin temeli” olarak bile sundu. Diğer büyük Alman şirketlerinin başkanları da mültecileri Alman ekonomisinin gelecekteki başarısıyla ilişkilendirerek benzeri yorumlarda bulundular. Giderek artan bir şekilde demografik bir krizle uğraşan ekonominin ücretleri baskılamaya dayalı büyümesini sürdürmek için sürekli bir göç akışının gerekli olduğu konusunda ortak bir anlayış oluştu. Bu anlayış çok övülen “Willkommenskultur” olarak bilinir hale geldi. Bu liberal hümanizm, mültecilerin sığınma hakkı olan insanlar olarak değil çoğunlukla yararlı bir ekonomik kaynak olarak görülmesine neden oldu.
Ancak bugün, baskın bakış açısı değişti: giderek önemsizleşen Sol Parti (Die Linke) hariç çoğu siyasi parti göçü azaltma sözü veriyor ve toplumun büyük bir kısmı da göçmenleri bir büyüme kaynağı değil, bir suç kaynağı olarak görüyor. Mevcut hükümet hem 2023’ün sonlarında hem de şimdi bir İslamcının bıçaklı saldırısının ardından polise daha fazla yetki veren, mültecilerin takibini sıkılaştıran ve sığınma hakkını kısıtlayan yeni yasalar geçirdi. Dahası, yoksul göçmenlerle ilişkilendirilen refah, daha olumsuz bir şeymiş gibi gösterildi. Artık büyük bir çoğunluk işsizlik yardımlarının azaltılmasını ve bu tür yardımları alanlar için zorunlu çalışma getirilmesini destekliyor.
Bu ani tersine dönüş, mevcut Alman ekonomik modelinin kendisini içinde bulduğu krizin bir sonucu. Rusya’nın 2022’de Ukrayna’yı işgal etmesi, ihracatının büyük bir kısmını enerji yoğun sanayiler oluşturan Alman ekonomisini önemli ölçüde etkileyen enerji fiyatlarının artmasına yol açtı. Durgunlaşan küresel ekonomi de ayrıca Alman mallarına olan talebin uluslararası alanda azalmasına yol açarken, artan korumacılık da ihracat pazarlarını kapanması riskini getiriyor.
Böylesi bir durumda, yüksek faturalarla karşı karşıya kalan ancak gelir artışı olmayan hanelerle birlikte Alman ekonomisi durgunluğa girdi. SPD, Yeşiller ve neoliberal şahin Özgür Demokratların bulunduğu liberal-merkezci bir koalisyon olan hükümet, şirketler lehine ekonomik müdahalecilik, ücret baskılama ve artan enflasyona yanıt olarak fiyat kontrollerini yürürlüğe koymayı reddederek halkın yoksullaştırılmasından oluşan bir kriz yönetimiyle yanıt verdi. Sonuç şu oldu: büyük şirketler devasa kârlar elde ederken, işçilerin gerçek ücretleri 2015 seviyesine düşerek on yıllık ücret gelişimini ortadan kaldırdı. On yıllardır ciddi ekonomik büyüme oranlarından anlamlı bir şekilde faydalanmayan çok sayıda insanla birlikte toplum büyük bir hoşnutsuzluğa hazır hale geldi.
Ancak Alman toplumu çoğunlukla, göçmenlerin ekonominin kaderiyle özdeşleştirilmesinin karanlık yüzünü göstermesiyle birlikte, hoşnutsuzluklarını göçmenleri suçlayarak dile getirdi. Her ne kadar göçmenler gelecekteki büyümeyle bir tutulduysa da şimdi de yaygın olarak mevcut düşüşle bir tutuluyor. AfD’nin solundaki her bir parti tarafından desteklenen önceki ortaklaşma dağıldı ve büyüyen hoşnutsuzluğu yeniden yönlendiren AfD, Hristiyan Demokratlar ve tabloid medyadan oluşan sağcı muhalefet tarafından yeni bir ortak akıl oluşturuldu. Sınıflar içerisindeki ve arasındaki bölünmeleri kullanarak anti-kolektivizm, kemer sıkma, yasa ve düzen ve ırkçılık, yasadışı göçmen figürü etrafında kristalleştirildi. Medya ve muhafazakâr partiler, sürekli olarak ölçüsüz devlet yardımlarına dayanan ve aşırı vergi ödeyen Almanların sırtından geçinen suçlu mültecilerin hikayelerini anlatıyor. Bu da Alman işçilerini daha yoksul durumda bırakan ve rekabet ile kıskançlık duygularına yol açan düşük ücret rejimi sayesinde verimli bir zemin buldu.
Çalışanlara karşı işsizler, yerel halka karşı mülteciler, hak edenlere karşı hak etmeyenler, daha geniş halk kesimlerine karşı grev yapan işçiler gibi herkes, Alman ekonomisinin kârlılığını geri kazandırmakla ilgili ekonomik bir gündemi popülerleştirmenin aracı olarak birbirlerine karşı kışkırtıldı. Emeklilik yaşını yükseltmek, grev hakkını kısıtlamak, zenginler için vergileri düşürmek, işsizler için zorunlu çalışmayı getirmek ve göçmen işçi sınıfını artan baskı ve sınır dışı etmekle tehdit ederek disiplin altına almak, kamuoyunun büyük desteğiyle muhalefetin ortak önerileri haline geldi. AfD, halkı bölerek ekonomik modeli halkın eleştirisinden yalıtmayı başardı.
Bu arada parti, hükümetin politikalarının ürettiği memnuniyetsizlikten beslenerek zayıf bir iç pazardan ve artan enerji faturalarından olumsuz etkilenen küçük işletme sahipleri, küreselleşmenin tehdit ettiği profesyonel çalışanlar ve esnaf ve ihracat pazarı olarak Rusya’ya güvenen ve sektörlerinin birkaç büyük tarım şirketinde giderek daha fazla yoğunlaşmasıyla karşı karşıya kalan çiftçilerle saflarını doldurdu. Bununla birlkte, bölmek için ırkçılık ve diğer sınıf içi çatışmaları araç olarak kullanarak daha geniş işçi sınıfı arasında kendine yer açtı ki bu da işçi sınıfının mevcut örgütsüzlüğü nedeniyle kolay oldu.
Krizin hamisi liberal merkez, muhalefetin gündemini basitçe söylemek gerekirse zaman gecikmeleriyle yürürlüğe koyarak yanıt verdi: Yeşiller “aşırı” grev yapmayı ekonomiye yönelik bir tehdit olarak eleştirdi, hükümet büyük refah reformlarından geri adım atar ve göçmenleri, Almanya’nın İsrail’in Gazze’deki soykırım savaşına koşulsuz desteğini desteklemeyi reddettikleri için genel takibe alırken, artan otoriterlik yoluyla da AfD’ye olan desteği zayıflatmaya çalıştı. Ancak bu, yalnızca yeni sağcı gündemin doğruluğunu güçlendirirken, AfD’nin de kendisini tek gerçek muhalefet partisi olarak sunmasını pekiştirdi.
Bu gündem, temel dayanakları zayıf olan küçük şirketlerin egemen olduğu kırılgan bir ekonomi olan doğu Almanya’da özellikle başarılı bir şekilde işledi ve mevcut modelin krizi burada özellikle hissedildi. Batı ve doğu Almanya arasındaki sürekli eşitsizlik nedeniyle önemli bir yoksulluk ve yetersizlik hissiyle birlikte, göçmen işçiler ile Alman işçileri birbirine düşürmek özellikle kolaydı. Bu arada, çoğu kolektif yapı 1990’daki ilhakın ardından kemer sıkma politikalarıyla dağıtıldı ve bu da AfD’nin daha kolay büyümesine ve kendisini bir “Volkspartei” (kitle partisi) olarak kurmaya çalışmasına olanak sağladı. Ancak AfD’nin yalnızca doğu Almanya’ya özgü bir sorun olduğu tuzağına düşmemek gerekir: Avrupa Parlamentosu için yapılan son seçimlerde AfD, güney Almanya eyaletleri Bavyera ve Baden-Württemberg’de ikinci en popüler parti oldu.
Ancak sağcı muhalefetin bu başarısı, aynı zamanda bu hükümete karşı varsayımsal olarak solcu alternatif olan Sol Parti’nin başarısızlığının da bir sonucu. Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini takiben “sorumlu” bir ortak olmaya çalışan, NATO karşıtı duruşundan kurtulmaya çalışan hiziplerle daha radikal unsurlar arasındaki iç çelişkiler ortaya çıkarak partiyi adeta işlevsiz hale getirdi. Sol Parti, popüler liderleri Ukrayna’ya silah sevkiyatını desteklediklerinde, müzakereleri desteklediklerinde veya başka bir şey yaptıklarında sürekli olarak kendileriyle çelişkiye düştüğü çin birleşik bir duruş sergilemeyi başaramadı. Bu nedenle, AfD’nin yükselen militarizme ve enflasyondan ve başarısız bir ekonomiden kaynaklanan büyüyen hoşnutsuzluğu yatıştıramayan bir hükümete karşı asli muhalefet olan tek parti olmasıyla, adeta önemsiz görülmeye başlandı.
Bündnis Sahra Wagenknecht ile birlikte, Die Linke’den kopan ve Almanya’da artan militarizmi ve Almanya’nın Ukrayna’ya verdiği askeri desteği (ve eşi görülmeyen bir şekilde Almanya’nın, İsrail’in Filistin’e karşı yürüttüğü soykırım savaşına verdiği desteği) eleştiren yeni bir muhalefet gücü ortaya çıktı. Ancak bu konuların ötesinde, çoğunlukla sağcı anlatıları benimsiyor: işsizlik yardımlarını azaltmayı, göçmenlerin hayatlarını kötüleştirmeyi ve bir “kanun ve düzen” gündemini daha da pekiştirmeyi amaçlıyor. Sol, kendi başına ikna edici bir muhalefet oluşturmakta yetersiz kalmaya devam ettikçe iyi bir son vaat etmeyen sağa doğru kayış daha da tırmanacak.