Annemle sohbetlerimizde zaman zaman eski günlerden, eski komşularımızdan bahis açarız. Geçen gün hiç bilmediğim bir şey söyledi. Oturduğumuz apartmandaki eski bir Ermeni komşumuzdan söz ederken “Karısı pek kimseyle görüşmezdi, 6 Eylül’den sonra travma yaşamış” dedi. Bahsettiği komşularımız 70’ler ve 80’ler boyunca o apartmanda oturmuşlardı. Yani kadıncağız onlarca yıl o travmayı yaşamış.
Annem de ergenlik çağında 6-7 Eylül pogromuna tanık olmuş. Bazen anlatırdı, Kumkapı Nişanca’daki evlerinin önünden geçen güruhun nasıl sokağın öbür ucundaki Rum kızların kaldığı öğrenci yurduna yöneldiğini. Sözü orada keser her seferinde, devamını getirmez. Ben de sormam. Orada kesmeyi tercih etmesi de çok şey anlatıyor.
Pogromun üzerinden tam 69 yıl geçti. Bilhassa son 20 yılda bu pogromu hakkıyla anmaya çalışan çok sayıda kitap yayımlandı, panel düzenlendi, çok seyrek de olsa televizyonlarda programlara denk geldik. Netflix’te yayınlanan ve konuya hatırı sayılır hacimde değinen ‘Kulüp’ dizisini de saymamız gerekir elbette.
Tarihsel açıdan herhâlde pogromun araştırılmamış bir yanı kalmamış olsa gerek. Tüm bu yayınlar içinde en çarpıcı olanı, dönemin Patrikhane fotoğrafçısı Dimitrios Kalumenos’un o iki günde yağmalanan tüm Rum okul, kilise, mezarlık ve dükkânlarında yaşanan vahşeti yansıtan fotoğraflardan oluşan yayındı. İstos Yayınlarından çıkan, Serdar Korucu’nun hazırladığı kitapta, Kalumenos’un söz konusu mekânlarda çektiği yaklaşık 1500 fotoğraftan 60’ının yanı sıra yaşamöyküsü de yer alıyor.
FOTO: Dimitrios Kalumenos
Kalumenos, o günlerde fotoğraf çekmeyi kısıtlayan askerî uygulamaya rağmen Leica marka makinesini alıp sokaklara çıkmış ve binlerce fotoğrafla pogromu belgelemişti.
Daha sonra öğrendiğimize göre, Kalumenos’un 6-7 Eylül 1955’teki fotoğrafçılık faaliyetinden rahatsız olan hükümet, fotoğrafçıyı 1957’de tutuklamış ve ‘Türkiye Cumhuriyeti düşmanı’ olmakla suçlayarak sınırdışı etmiş. O dönemde iktidarda olan Demokrat Parti hükümetinin olaydan hemen sonra bir grup solcuyu sorumlu tutarak hapse attığını da biliyoruz. Onlar arasında bulunan Aziz Nesin, Asım Bezirci gibi isimler daha sonra serbest bırakıldılar ve pogromun aslında Demokrat Parti hükümeti ve devlet tarafından tertiplendiği ortaya çıktı.
2011 yılında Agos’tan Funda Tosun’a konuşan Mikdat Remzi Sancak şunları söylüyordu:
“Ben de karıştım aralarına, vitrinde ne var ne yoksa doldurdum koynuma. Küpe, müpe, altın… Epey bir süre sonra gece 12 civarı asker geldi, biz kaçıştık. Gece de gayrimüslimlerin yaşadığı Adalar’a vapur kaldırdılar, insanlar doluşup oralara da gitti yağmacılık etmeye, ben gitmedim ama. Aldıklarımı teknenin altındaki mazgala gazeteye sarıp sakladım. Aldıklarımı diyorum ama aslında çaldıklarımı demem lazım, çünkü tekneye gidince yaptığımın hırsızlık olduğunu düşündüm. Niye aldım diye biraz pişman oldum. Sabah olunca baktım teknenin biraz ilerisinde bir kese altın, başka bir yerde üç tane beşibiryerde reşat. Aldım onları da…”
Sorumuza geri dönelim: 6-7 Eylül’le yüzleştik mi? “Evet” demek çok zor. Belki bir ara yaklaşmıştık – Kürt sorununda çözüm sürecinin masada olduğu, Ermeni Soykırımı için Taksim’de anma yapılabildiği yıllardan bahsediyorum.
Oraları geçtik ne yazık ki. Evet, 1955’e geri dönmedik ama zihniyet olarak milliyetçiliğin sesinin daha gür çıktığı, aşırı sağın bilhassa sosyal medyada geniş bir zemin bulduğu, yalan yanlış, sahte bilgilerin peşinden binlerce insanın gittiği bir çağdayız. ‘Post-truth (hakikat sonrası) çağı’ da karşılamıyor, yalanın hükümdarlığı bu.
Böylesi bilgilerle göçmenlere karşı yağma ve linç ayinleri düzenleniyor, sahte bilgiler sosyal medyada binlerce kez paylaşılıyor. Bu yıl Mart ayında Agos’un sosyal medya hesabından 1964 sürgünlerini andığımız bir paylaşımın altına onlarca ırkçı yorum gelmişti. Hepsi de konuyu yanlış biliyorlardı ama bu önemli değildi. Madem Rumdular, kovulmaları son derece normaldi.
Öte yandan yüzleşmeye en fazla yaklaştığımız yıllarda bile konuya eleştirel bakıyor gibi gözüken –sağdan ya da ulusalcı çevreden- kimseler yok muydu? Onlara göre 6-7 Eylül İngiliz tertibiydi. Yoksa bu topraklarda böyle şeyler olmazdı.
Bu mantık hep vardır bu ülkede. 12 Eylül öncesini de başkaları tertiplemişti, 12 Eylül darbesi zaten ABD’nin işiydi. Bu ve benzer teorilerde kısmen –altını çiziyorum, kısmen, epeyce kısmen- gerçeklik payı olabilir tabii ancak, birilerinin olup bitenden çıkar sağlaması başka bir şey, bizim toplum olarak ne yaptığımız, yaptığımızla yüzleşip yüzleşmediğimiz başka bir şey. Devletin kendi vatandaşlarına nasıl davrandığı bambaşka bir şey. Bununla hâlâ yüzleşmedik, yüzleşemiyoruz.