iktibasVolkan YaraşırYeni devlet ve organik aparatları: Sendikalar tarihsel rolünü tamamladı mı? - Volkan...
yazarın tüm yazıları:

Yeni devlet ve organik aparatları: Sendikalar tarihsel rolünü tamamladı mı? – Volkan Yaraşır

279 Takipçiler
Takip Et

Yeniçağ podcastını dinleyin

Kapitalist transformasyon iki temel sınıfın ortaya çıkmasını sağladı: Burjuvazi ve proletarya. Bu iki temel sınıf, sınıfsal antagonizmanın iki ayrı kutbu olarak başından itibaren birer özne olarak şekillendi. Ücretli emekle, sermaye arasındaki çelişki çağa damgası vurmaya başladı. Sermaye emeği tahakküm altına alarak artı- değer sömürüsünü sürekli kılmaya ve emeği boğun eğmeye zorladı. Bir anlamda onu ücretli köle haline getirerek, insanlığından çıkardı. Emeğin sömürgeleştirilmesi stratejik bir taarruzdu. Burjuvazi kendine ait bir evren kurarken bunun proletarya için anlamı açlık, ölüm ve gözyaşı oldu.

Modern çağ emeğin sömürgeleştirmesi ve ücretli emek haline getirilmesinin eseridir. Bu noktada burjuva devlet, en yetkin ve mükemmelleşmiş sınıfsal baskı ve tahakküm aracı olarak emeği yıkıma uğratma ve kontrol etme misyonuyla hareket etti. Burjuvazi devletsiz var olamazdı, varlığı ve hükmü ancak devletin varlığıyla olanaklıydı. Kapitalist devlet sınıfı stratejik yıkıma uğratarak burjuvazinin tahakkümünü normalleştirdi. Zor ve rıza mekanizmaları bu tahakkümün içselleşmesini sağladı. Sınıf çok boyutlu ve konsantre bir şekilde abluka altına alındı. Emeğin, emek gücü haline getirilmesine rıza göstermesi için şiddetin yanında, ideolojik hegemonya araçları devreye sokuldu.

Emek gücü olmaya direniş

Marx bütün bu süreci ve yıkımı yüksek bir soyutlama gücüyle ele alıp, emeğin yabancılaşması üzerinden açıklar. Marx’ın 1844 El Yazmaları ve Alman İdeolojisi’nde spesifik olarak incelediği bu olgu, Kapital’de meta fetişizmi olarak derinleştirilir.

Kapitalizm, ruhunu emeğin yabancılaşması üzerinden oluşturur. Yabancılaşma ya da aynı anlama gelmek üzere emeğin emek gücü haline gelmesi proletaryanın bir anlamda varlığını koşullar ama başka bir manada proletaryanın yıkımı anlamına gelir. Aslında Hegel’in temel tezlerinden Varlık, Hiçlik, Oluş problemini ve özneleşmeyi anlatan diyalektik bir işleyiştir sözü edilen.

Proletarya ontolojisini ve otonomisini sınıf mücadelesi içinde kurar. Ve tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte asıl olarak emek gücü olmaya direnir. Bu direniş ontolojik bir direniştir. Son derece radikal ve militan karakterdedir.

Çünkü emeğin emek gücü haline gelmesi sermaye için olağanüstü sonuçlar yaratırken, emek için bir nevi katastrof, yıkım ve aptallaşma anlamına gelir. Marx bu süreci son derece çarpıcı bir şekilde anlatır: “…Emek zenginler için gerçekten çok güzel şeyler yaratır, ama işçi için ürettiği yalnız yoksulluktur. Emek saraylar üretir, ama işçi için ürettiği izbelerdir. Güzellik üretir, ama işçi ürettiği aptallıktır, budalalıktır…”

İşçi sınıfı tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte kendisi için yıkım, şiddet, yok oluş ve manasızlık anlamına gelen emek gücü olmaya karşı şiddetle direnir. Sınıfsal öfkesi ona yol gösterecektir. Özellikle 1700’lerin başlarından 1871 Paris Komünü’ne kadar ki dönem, son derece sarsıcı direniş, mücadele ve örgütlenme biçimlerine sahne olacaktır.

Bu direnişin en sert biçim alışlardan biri Ludizmdir. Literatürde her ne kadar işçi sınıfının erken dönemde gerçek düşmanı görmeyen, düşmanı makine zannetmesi üzerinden eleştirel bir yaklaşım olsa da, aslında sınıf gerçek düşmanın farkındadır ve bir makine uygarlığı olan kapitalizme karşı makinaları kırarak ya da sabote ederek gerçek manada onun acıyan yerine vurur.  Yine aynı tarihsel kesitte gerçekleşen barikat savaşları, sokak savaşları, genel grevler, işgal eylemleri, sabotajlar sınıfın militan ruhunu dışa vuran pratikler olarak dikkat çeker. 1831-34 Lyon Komünleri, 1844 Silezya Ayaklanması, 1848 kıta devrimleri sermayenin ontolojik korkularını tetikleyen tarihsel pratiklerdir. Komünist Manifesto sınıfın teorik hamlesini ve bütünlükçü programını ortaya koyar. I. Enternasyonal (1864) sınıfın ve devrimci güç ve akımların enternasyonal birliğini ve başka bir alem yaratma iddiasıdır. Aynı dönem sınıfın kolektif örgütlenme arayışlarına sahne olacaktır. Sendikaların ortaya çıkışı dönemin militan ve radikal ruhuna uygun biçimlenecektir. Sınıf uzlaşmaz çelişkinin bütün şiddetiyle sermayeye saldırır. Sınıf düşmanını tanır, bilir ve acıyan yerlerine vurur.

Kavga örgütü olarak sendikalar

Sınıf mücadelesi içinde bir özörgütlenme olarak şekillenen sendikalar bir savaş ve kavga örgütü olarak doğdu. İşçi sınıfı gerçekleştirdiği grevleri örgütlemek ve sürdürmek için kurduğu grev komiteleri veya çalışma koşullarının yarattığı ölümler karşısında inşa ettiği yardımlaşma – dayanışma sandıkları mücadelenin gelişmesine paralel yetersiz kaldı. Sınıf daha kolektif örgütlenmeler yaratmaya çalıştı. Sendikalar sınıfın bu kolektif örgütlenme arayışının ürünü olarak mücadelenin ve kavganın içinde doğan yapılar olarak dikkat çekti. Hiçte bugünkü gibi uzlaşmacı, sosyal konsensusun parçası olan, çürümüş örgütlenmeler değildiler.

Kurucuları sert sınıf savaşları içinde yetkinleşmiş, bedel ödemiş veya bedel ödemeyi bilen anarşist, devrimci, komünist, anarko-komünist ve gerçek manada doğal işçi önderleriydi. Sendikalar militan bir ruhu ifade ediyorlardı ve militan bir mücadelenin ürünü olarak doğmuşlardı.

Sendikalar Marx’ın ifadesiyle tam anlamıyla bir savaş örgütüydü. Sınıf mücadelesinin örgütü, olarak şekillendi. Aynı zamanda kolektif mücadele organları olarak hareket ettiler. Bir kavga örgütü olarak rol oynadılar. Ve gerçek manada işçi sınıfının özeylemliliği olarak doğdular. Bir özörgütlenme olarak sınıfın farklı kesimleri içinde hızlı ve yaygın bir örgütlenme ağı yarattılar.

Sınıfın öfkesi ve kini yol gösterici oldu. Son derece etkili ve sarsıcı pratikler içinde sınıfın yıkıcı gücünü harekete geçirdiler. Hakiki bir sınıf örgütü olarak sınıfın gücünü ve koparıp alma geleneğini yarattılar. Yukarı da bahsettiğimiz kolektif ruh halini bir yansıttılar. Sınıfsal antagonizmanın tarafı olarak sınıfın militan ruhunu simgelediler. Emile Zola’nın Jerminal romanı dönemin eylem, örgütlenme ve işçi önderlerinin ruhunu anlatan önemli çalışma olarak dikkat çeker. Kısaca sınıf, kavganın içinde sınıf olmaya başladı…

Yıkıcı gücün absorbe olması

Sınıf mücadelesinde tarihsel anlamda ilk kırılma II. Enternasyonal süreci ve ASDP’nin Enternasyonalin başat partisi olarak şekillenmesiyle gerçekleşti. Bu süreç sınıfın ihtilalci ruhunun deforme olduğu, yıkıcı gücünün sistem tarafından absorbe edildiği koşulları yarattı. En başta ASDP izlediği ekonomist, determinist politikalarla sınıfın emek gücü olmaya rıza göstermesini sağlandı. Sosyal konsensüs temelinde gelişen bu süreç işçi aristokrasinin nesnel temellerini yaratırken, partinin sınıf içinde yaygın örgütlenmesinin koşullarını da doğuracaktı. Ama bu örgütlenmeler ihtilalci bir hattan çok uzaktı. Partinin temel çizgisi olan evrimsel sosyalizm anlayışı anti- kapitalist bir kopuşu içermeyen sistem içi bir politik duruşu koşulluyordu.

Yüzyılın başında ASDP’nin yüzün üzerinde milletvekili, yaygın sendikal ve demokratik örgütlenmelerine karşın Rosa Luxemburg’un ileriki yıllarda yapacağı kadavra tanımlamasına uygun bir yapı olarak dikkat çekiyordu. Yine kendi tanımlamalarıyla politik eyyamcılık ve oportünizm partinin ruhuna hakimdi. Bu dönemde sendikalar sistemin rektifikasyon aracına dönüşecekti. Salt ekonomik mücadele içine hapsolan sendikalar, işçiyi üretim süreci içindeki yeri üzerinden tanımlayıp, sömürü sistemiyle hesaplaşma yerine bölüşüm üzerinden sınıfla bağ kurup, ücret ve sınıfın yaşam standartlarını yükseltmeyi amaçlayan politikalar içine hapsoldu. Sınıf içi rekabeti de yaratan bu politikalar, sınıfın konformist eğilimlerini güçlendirdi. Sendikalar bu noktada emeğin emekgücü haline gelişine onay veren bir hattın organı olarak işlev görecek ve partinin aparatı gibi hareket etmeye başlayacaktı.

Bu sürecin yıkıcı sonuçları 1914’te ASDP’nin sosyal emperyalist bir tavırla savaş kredilerine onay vermesiyle ortaya çıktı. Gelişmeler hem II. Enternasyonalin, hem de ASDP’nin deformasyonunu ifade etti. Ardından ASDP bir karşı devrimci bir yapı olarak Spartakist hareketi dağıtacak ve önderleri Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht katledilecekti. Almanya’da 1918- 1923 arasında farklı salınımlarla 5 yıl süren uzun devrimci durum “gerçekleşmeyen devrim” olarak tarihe geçecekti. ASDP sendikalarda kurduğu hakimiyetle sınıfın yıkıcı gücünü bloke edip, konsey devrimleri şeklinde gelişen Alman devrimini bastıracaktı.

Sovyetler’deki bozulma süreci

Tarihimizdeki sendikal harekete yaklaşım olarak ikinci kırılma Ekim Devrimi sonrasında ortaya çıktı. Ekim Devrimi aslında konsantre bir tanımla sınıfın yıkıcı gücünün harekete geçişini simgeler. Bu yıkıcı gücü kristalize edecek bir devrimci partinin varlığı Ekim Devrimi’nin gerçeğe dönüşmesini sağladı. Sendikalar 1905 Şubat Devrimi, döneminde ortaya çıksalar da Rus işçi sınıfının mücadelesi içinde ciddi bir rol oynamadı. Ağırlıkta 1917 Şubat Devrimiyle birlikte, Sovyetlerin onayıyla gelişme kaydeden sendikalar ancak devrim sonrasında önemli roller üstelenecekti. İktidarın fethi döneminde Sovyetler ve Fabrika Komiteleri ayaklanma ve bir özörgütlenme organı olarak işlev görecekti.

Özellikle 1921 yılı devrimin gelişiminde tarihsel bir momentum olacaktı. En başta 10. Kongrede parti içi fraksiyonların yasaklanması parti içi demokrasinin ölümüne giden yolu açtı. Bunun toplumsal sonuçları özgürlük ve eşitlik arasındaki sarmal ilişkinin ya da diyalektiğin kırılması oldu. Aynı yıl içinde Mahnovşçina Hareketi  ve Kronştadt Ayaklanması’nın bastırılması devrimin gökkuşağını kaybetmesine yol açtı. Avangard hareketin tasfiyesi ise işçi sınıfının entelektüel bir sınıf olmasının önüne kesti, hegemonyasını zafiyete uğrattı ve sosyalizmin inşasının vazgeçilmez adımı olan kültür devriminin gerçekleşmesi yönündeki kolektif hamleleri boşa çıkardı. Aynı dönemde Sovyetler ve Fabrika Komiteleri tasfiye edildi. Ve sendikaların önü açıldı. Devlet, parti ve sendika bütünleşmesi sağlandı. Sendikalar prodüktiviteden sorumlu bir organa dönüştürüldü. Fabrikalarda üretimi düzenleyen ve disiplini sağlayan yapılar olarak işlev gördü. Bu süreç sınıfın apolitizasyonunun ve paralize oluşunun önünü açtı. Gelişmeler aslında devrimin donmasını işaretliyordu ve bunun sonucu olarak bürokrasinin devlet ve parti içinde hakimiyeti arttı. Lenin aynı dönemde Sovyet devletini deforme olmuş işçi devleti diye tanımladı. Troçki’nin emeğin militirazasyonun tezlerini reddeden Lenin, sendikaların bağımsız bir yapı olarak hareket etmesine karşı gelmişti ama bu nokta da sendikaların bağımsız örgütlenmeler olması gerektiğini savundu. Bir iki yıl içinde özellikle son yazılarında/mektuplarında bürokrasinin heyula gibi gelişmesine karşı parti içi demokrasinin ve kolektif önderliğin yaşamsallığına vurgu yapıp, devrimin önder kadrolarını kıyasıya eleştirdi, işçi sınıfının içinden gelen yeni önder kadrolarla son derece genişletilmiş kolektif önderliğin inşası için önerilerde bulundu. Parti, devlet, sendika bütünleşmesi Lenin sonrası dönemde derinleşti. Sovyet Marksizmi sendika ve parti ilişkisini tabilik üzerinden kurdu. Sınıfın sadece ekonomik mücadele aracı olarak sendikalar öne çıkardı. Aslında II. Enternasyonal çizgisi ve ASDP yaklaşımın yeni bir biçimi olan bu durum sosyalist hareket içinde düşündüğümüzden daha fazla etki yarattı. Siyaset yapma biçimini, politik zihniyet dünyasını, sendikalara bakışını ve sendikalar içinde çalışma biçimini belirledi.

Kapitalist restorasyon ve sendikalar

Tarihimizde üçüncü kırılma faşizm yenilgisi ve 1945 sonrasında yaşandı. Özellikle İtalya ve Fransa’da faşizme karşı yürütülen Partizan Savaşı İtalyan ve Fransız Komünist Partisi’nin sınıf ve kitleler nezdinde olağanüstü prestij kazanmasına yol açtı. Savaş öncesi ve savaşın ilk yıllarında Sovyetlerin dış politikasına angaje olan ve tutuk davranan bu iki parti, Partizan Savaşını başlatması ve gösterdikleri büyük fedakarlıklarla umudun simgelerine dönüştü. Savaş sonrası iki ülkede de fiili bir devrimci durum yaşanıyordu. En örgütlü, kitlesel ve ciddi silahlı güç olarak Komünist partilerin iktidarı alması olanak dahilindeydi. Faşizm yıkılışı devrimin yolunu açmıştı. İki metropol ülkede devrimin gerçekleşmesi tarihin yönünü değiştirebilirdi. Ne var ki Sovyetler Birliği’nin büyük devlet politikası ve bağlantılı olarak nüfuz ve ekonomik alanları genişletme yaklaşımı Tahran, Yalta, Potsdam Konferanslarına yansıdı ve bu kararlar sonucu Fransa ve İtalya kapitalist dünyanın içinde kaldı. FKP ve İKP pro-sovyetik çizgileriyle bu kararlara tam tabi oldu. Bir anlamda iki parti kapitalist restorasyon partisi olarak hareket etti. İki partiye bağlı sendikal örgütlenmeler CGT ve CGL’de kapitalist restorasyonun parçası olarak sınıfı tutan, bloke eden mücadeleyi ekonomik mücadeleyle sınırlayan sendikal politikalar geliştirdi. İki sendika FKP ve İKP’nin politikalarına tabi oldu.

‘Kitle sendikacılığı’

Dördüncü kırılma 1945- 1970 arasında yaşandı. Bu dönem 1945 sonrası oluşan iki kutuplu dünya içinde yaşanan gerilimlere karşın kapitalizmin hızlı gelişmesine sahne oldu. Yeni dünya düzeni bir taraftan sosyalizm tehdidine karşı sosyal devlet uygulamalarını koşullarken, diğer taraftan sınıfın öfkesinin massedilmesi yönünde politikalar izlenmesine yol açtı. Sendikalar bu manada son derece işlev gördü. Salt ekonomik mücadeleyle sınırlı bir hat inşa edildi. Özellikle metropollerde sendikalar emeğin emek gücü haline getirilmesinde işlev görürken, ücret endeksli politikalar belirleyici oldu. Dönemde bir sermaye birikim modeli olarak uygulanan fordist üretim tekniklerine bağlı olarak sendikaların önü açıldı. Daha doğru bir ifadeyle kitlesel üretim- kitlesel tüketimin bir parçası olarak kitle sendikacılığı tolere edildi. Dönemde sert sınıf savaşları yaşansa da sendikal hareket ağırlıkta sınıfı kontrol etmek yönünde hareket etti. Asıl olarak bahsetmek istediğimiz kapitalist devlet ve finans kapitalin yaklaşımı ve Weberyen anlamda rasyonel kapitalizm uygulamalarına ilişkindir. Bu süreçte sendikalar sınıfın öfkesini bastıran, kontrol eden ve mücadeleyi sınırlayan ve anti- kapitalist bir ufuktan uzak yapılar olarak işlevlendi. Sosyal uzlaşmanın aktif bir parçası gibi hareket etti.

Tarihsel bir eşik: 2007-2008

2007-8 Kapitalizmin organik krizi, yeni bir tarihsel momentum olarak ele alınabilir. Sınıfsal antagonizmayı şiddetlendiren bu süreçte finans kapital sınıfı kadavra haline getirecek uygulamaları devreye soktu. Özellikle son çeyrek asrı kapsayan gelişmeler sınıfın kompozisyonunda önemli değişimler yarattı. Tarihin en büyük proleterleşme ya da mülksüzleştirme  dalgasının yaşandığı günümüzde, sınıf küresel düzeyde atomize ve amorfe olmuş durumda.

Aynı konjonktürde kapitalist devlet yeniden yapılanarak, sınıf savaşları içinde daha yetkinleşmiş ve mükemmelleşmiş bir yapı/aygıt olarak biçimleniyor. Sürekli karşı devrimci politikalarla sınıf mücadelesinin ritmini belirlemeye çalışıyor. Küresel düzeyde dalgalı bir seyir şeklinde yükselen faşist dalga, sert sınıf mücadelelerin önünü açıyor.

Finans kapitalle paralel bir yaşamı olan kapitalist devlet, sermaye birikimin sürekliliğini sağlamak ve artı- değer sömürüsünün güvenliği almak ve “sivil toplumu” tüm yapı ve özellikleriyle kendine tabi kılmak (ve onu yeniden inşa etmek) için konumlanıyor. Kapitalist devlet bir nevi kök devlete dönüşüyor ya da total devlet özelliği kazanarak tahakküm ve iktidar ilişkilerini derinleştiriyor. Stratejik tahakküm biçimleriyle toplumu kuşatıyor, sürekli abluka altında tutuyor. Karşımızda artık bir içsavaş devleti var.

Finans kapitalin stratejik “arzuları” ve sınıfsal tahakkümü ve hegemonyası yeni devletin politikalarını belirliyor.

Ayrıca krizin aynı zamanda bir uygarlık krizi olarak biçimlenişi, dünya tarihinin önemli bir eşiğinden geçtiğimizi gösteriyor. Bir dekadans hali dünyayı sarmış durumda. Yabancılaşma olgusunun olağanüstü derinleştiği, toplumsal çürümenin şiddetlendiği bir konjonktürün içindeyiz. Charles Dickens’in İki Şehrin Hikayesi’ndeki sözlerini daraltırsak “zamanların en kötüsünü” yaşıyoruz. Yaklaşık yarım asırlık yıkıcı neo-liberal politikalar enkazlaşmış ve anomi halinde bir toplumu ortaya çıkarmış durumda. Yeni devlet pelte haline gelen bu toplumu tüm boyutlarıyla kendine tabi kılarak, zombileştiriyor. Zombi kapitalizm, zombi toplumla ancak varlığını sürdürebiliyor.

Böylesi bir dönemde sendikalar bir ideolojik aygıttan öte yeni devletin fiili bir organı gibi hareket ediyor. Yaşadığı çürümeyi sınıfa zerk ediyor. Sınıfı kuşatıp onu abluka altına alıyor. Devrimci enerjisini soğutuyor. Sınıf kimliğini aşındırıyor, bilincini köreltiyor. Onu nesneler yığınına çevirmekte aktif rol oynuyor. Yeni devletin ve finans kapitalin arzu ve politikaların gerçekleşmesine hizmet ediyor ve sınıfın özgürlük tutkusunu köreltiyor. Öfkesini massediyor.

Bir faşist sendikanın bile sınıf savaşımları içinde bir yeri vardır ve içinde faaliyet yürütülebilir. Fakat gelinen noktada var olan sendikal yapılar sınıfı kadavralaştırma operasyonun fiilen parçasıdır. Asli işlevleri sınıfı şekilsizleştirmek ve kimliğini aşındırmak olan bu kastlaşmış yapılarla,  bir şey yapmak mümkün değil. Bu alanda devrimci, muhalif bir çıkış gerçekleştirmek imkânsızlaşmıştır. En muhalif kişi ve yapıyı kendine benzeten bu aparatları sadece bürokratik bir yapı olarak ele almak, olayı basitleştirmek ve yaşanan sorunun boyutu kavramamak anlamına gelmektedir.

2008 kapitalizm yapısal krizinin açtığı yüksek konjonktür, var olan sendikaların tarihsel rollerinin tamamladığını gösteriyor, artık sınıf mücadelesi zenginliği içinde yeni ve yaratıcı sınıf örgütlenmelerin yaratılması zorunluluktur. Sınıfın yeniden yapılanmasını hedefleyen böylesi bir çalışmanın ancak bir yönünü gerçek ve mücadeleci sendikalar oluşturabilir. Var olan sendikalar ise tartışmasız yıkılmalıdır. Ya da gerçek ve mücadeleci sendikaların önündeki asli görev bu olmalıdır. Sınıfın kuşatılmışlığını parçalamak, sınıfın özgüvenini mücadelenin ve kavganın içinde sağlayarak, sınıfı yıkımın öznelerine dönüşmektir.

Yıkmak ve yeniden yaratmak

Bakunin “yıkma güdüsü aynı zamanda yaratıcı bir güdüdür” der. Aslında sınıf içinde bir Truva Atı konumunda olan bu yapılar yıkılmak zorundadır. Sınıf bu kuşatmayı parçalamalıdır.

Arjantin’in yakın tarihinde önemli rol oynayan popülizmin simgelerinden Juan Peron “işçi sınıfının örgütlülüğü işçi sınıfına bırakılmayacak kadar önemlidir” der. Ve Gömleksizleri örgütleyerek sınıfı sistemin rektifikasyon aracına dönüştürür. Bugün kapitalist devlet ve finans kapital benzer yöntemleri sınıf üzerinde uygulayarak sınıfın iradesini kırıyor, onu bir yığına çevirmek istiyor. Sendikaları da bu yönde işlevlendiriyor. Kısaca sınıfı bir fiil kendi “örgütlüyor”.

Bugünün acil görevi sınıfın üzerindeki ablukayı parçalamak, yeniden yapılanması doğrultusunda bir emek odağı ya da sınıf odağını yaratmaktır. Sınıfı sektör farkı gözetmeden işsizler dahil tüm segment ve fraksiyonlarını kavrayacak, atomizasyonunu ve amorfe oluşunu dağıtacak ve kolektif aksiyon yeteneğini ortaya çıkaracak bir örgütlenmeyi önümüze koymalıyız. Sendikalar bu odağın yalnızca bir yönünü oluşturabilir. Odağın kendisi değildir. Bahsettiğimiz sendikalarda var olan sendikalar olmayacaktır. Gerçek ve mücadeleci sendikalar ancak bu emek odağının bir parçası olabilir.

Taban örgütlenmeleri esasına dayanarak sınıfın en marjinal kesimleri dahil, işsizleri de örgütlemeyi hedefleyen Emek Odağı, en küçük işyerinden bir makro fabrika olarak ele alınabilecek OSB’lerin örgütlenmesine kadar, işyeri, havza, kent ve bölgeler düzeyinde kurulabilecek örgütlenmeleri bünyesinde barındırır. Taban örgütlemeleri yani sınıfın doğrudan inisiyatifini açığa çıkarmak, bir işçi demokrasisi olarak doğrudan demokrasiyi uygulamak ve doğrudan eylemi gerçekleştirmek emek/sınıf odağının inşasını ve politik performanslarını oluşturur.

Taban örgütlenmeleri emek odağının mayasıdır ve bir yabani sarmaşık gibi kök bulduğu her yerde gelişir. Yeterli kök tutsun. Asıl olan sınıfın öfkesini şekillendirmektir. Emek Odağı tarihsel köklerde ve sınıfın kolektif hafızasında saklı kalmış mücadele ve eylem tarzıyla nesnel ve öznel şekillenmenin zeminlerini yaratır. İşin reddi ve emeğin emek gücü olmasına karşı direnç ve militan ruh sınıfın hatırlaması gereken temel olgulardır. Tabi ki kavga ve mücadelenin içinde şekillenen ve sınıfın entelektüel bir sınıf olmasını hedefleyen bir çalışma bunu gerçekleştirebilir.

Emek ya da sınıf odağı sınıflar savaşının seyri içinde direniş ve mücadele odağı olarak da biçimlenecektir. Böylesi bir faaliyet ancak sınıfı bir sosyal anafora dönüştürebilir ve farklı anti – kapitalist alanlar arasında rezonans kurabilir. Peki, söylediklerimiz bir abartı mı? Hayır sadece Brezilya işçi hareketinin 1964 sonrası gerçekleştirdiği pratikler ve CUT örgütlenmesi ya da Filipinlerde Mayo Uno ve İspanya İç Savaşı’nda CNT- FAI deneyimi tarihimizdeki çarpıcı örneklerdir.

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
334AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin