Küçülme (ya da degrowth) tartışmaları “kapitalizm içi” bir tartışma değil; doğrudan doğruya sistemin kendisini hedef alan, anti-kapitalist niteliği de olan bir tartışma. Bütünüyle sınırsız büyüme eğilimine sahip bir sistemde küçülme siyaseti şüphesiz sermayenin genel işleyiş mantığıyla çelişir. Bu açıdan bu tartışmanın anti-kapitalist bir tarafı var. Joseph A. Schumpeter’den bir alıntı yapacak olursak: “Kapitalizm bir işleyiştir. Durağan bir kapitalizm çelişkili bir terimdir.” Durağan kapitalizm diye bir şey söz konusu olamaz, o sebeple küçülmenin kapitalizmle uyuşmayan bir fikir olduğunu söyleyebiliriz. Aslında konuştuğumuz ya da tartıştığımız konu şu: Mevcut sistemde gedikler açıp onun içerisinde reformlar yapmaktan ziyade, kapitalizm sonrası bir topluma hazırlık için bugünden başlayarak neler yapılabilir?
Marx’ın Kapital’i yazarken, hatta büyük ölçüde Kapital’i yazdıktan sonraki teorik güzergâhı, büyük ölçüde, kapitalizmin ekolojik eleştirisiydi. Bu alana yoğunlaşan okumaları ve çalışmaları oldu; Saito bu çalışmaların bastırıldığı ve yeterince tartışılmadığını söylüyor.
Saito’ya göre bunun birkaç nedeni var. Birincisi Marx’a yapılan “Prometheusçuluk” suçlaması. Prometheusçuluk bilimi ve tekniği kullanarak doğanın üzerinde hâkimiyet kurma ve üretici güçleri arttırarak yeni ve daha üst bir topluma ulaşma anlayışı anlamına gelir. Saito’ya göre Marx büyük ölçüde “üretimci” yönüyle ele alındı ve okundu. Hâlbuki Marx’ın bu görüşten vazgeçtiğini gösteren ve yeni yeni gün yüzüne çıkan bazı önemli metinleri var; Marx’ın doğa bilimleri üzerine yaptığı okumalar ve bu okumalara dayalı olarak tuttuğu defterler var. Saito bu defterleri tartışmaya açarak farklı bir Marx yorumu getiriyor bizlere.
Saito’ya göre Marx’ın “üretimci” olarak ele alınmasının diğer bir nedeni de şu: 20. yüzyılda çevre sorunu ve sosyalizm meseleleri biraz ihtilaflı konular oldu; “yeşil” ve “kızıl” arasında sürekli bitmeyen bir gerilim vardı. Ayrıca devrimci çevreler için “çevre meselesi” proletaryanın meselesi olarak görülmüyordu, bunun bir “orta sınıf meselesi” olduğu türünden bir anlayış hâkimdi. Çevre meselesi çok önemsenmediği için Marx’ın ekoloji görüşleri çok fazla su yüzüne çıkmadı ve yeterince tartışılmadı. Diğer taraftan Sovyetler Birliği’ndeki üretimci anlayışın yarattığı ekolojik yıkımlar da vardı; Aral Gölü’nün ekolojik çöküşü ile Çernobil felaketi en bilinen örnekler. Bütün bunlar, insanlarda şöyle bir ortak inancın oluşmasına yol açtı ve açıyor: Sosyalizm sürdürülebilir ya da ekolojik bir toplum kurma becerisine sahip değildir.
Saito’ya göre bütün bu etkenlerin bir araya gelmesinin sonucu Marx’ın kapitalizme dönük ekolojik eleştirisinin bastırılmış olmasıydı. Özellikle 90’lı yıllardan itibaren bu yerleşik anlayışı sorgulayan ve Marx’ın yayınlanmamış defterlerine eğilen önemli çalışmalar ortaya çıkmaya başladı. Marx’ın yayınlanmamış bazı son dönem çalışmaları, özellikle Kapital sonrası çalışmalarında tuttuğu not defterleri, yazışmaları vs. muazzam bir külliyat oluşturuyor. Hâlâ devam eden bir “MEGA Projesi” var; Marx’ın yazışmaları, not defterleri yayına hazırlanınca aslında Marx’ın ekolojiye son derece önem verdiği, çok derinlikli okumalar yaptığı, muazzam sayıda not defteri tuttuğu ortaya çıktı. Saito 200 not defterinden bahsediyor. Bu metinler yayınlanmaya başlayınca Marx’ın son 14 yıllık teorik sürecinin bambaşka noktalara vardığı bir durumla karşılaşıyoruz. Saito’nun bu kitabı [bkz. Antroposen’de Marx: Büyümeme Komünizmi Fikrine Doğru; Ütopya Yayınevi; 2024] Marx’ın fikrî gelişimini göstermesi açısından önemli.
Kapitalizmin ekolojik eleştirisi önemli bir konu. Saito Marx’ın bu meseleye nasıl baktığına, Kapital’e ve özellikle de Kapital’i yazdıktan sonraki sürecine yoğunlaşıyor. Bu süreçte Marx’ın özellikle şu konulara yoğun bir şekilde eğildiğini söylüyor: aşırı ormansızlaştırma, çiftlik hayvanlarına yapılan zalimane muamele, fosil yakıtların israf edilmesi, türlerin tükenmesi, iklim meselesi, mineraloji gibi alanlarda muazzam bir okuma ve araştırma gündemi var Marx’ın. Bu süreçte Marx, Saito’ya göre, bir görüş değişikliğine gidiyor. Üretici güçleri geliştirme temelinde sosyalist toplumun altyapısını oluşturmak gibi bir fikirden ziyade Marx üretici güçlerin aslında ilerletici olmadığı, aksine insan-doğa-toplum metabolizması için yıkıcı sonuçlar doğurduğu şeklinde eleştirel bir bakışı benimsiyor.
TARİHSEL MATERYALİZMİN TERK EDİLMESİ
Saito’nun kitabının çarpıcı tezlerinden birisi şu: Marx Kapital’i yazdıktan sonra “tarihsel materyalizm” teorisini terk ediyor. “Tarihsel materyalizm” derken neyi anlamalıyız? Marx başlangıçta “üretimci” bir anlayışa sahipti; bilim ve teknolojinin üstünlüğünden yararlanarak doğa üzerinde hâkimiyet kurmak, üretici güçleri geliştirmek ve oradan da yeni bir toplumun zeminini kurmak. Marx’ın tarihsel materyalizminin ilk ayağı “Prometheusçuluk”. Diğer ayağı ise “Avrupa Merkezcilik”. Saito’ya göre Marx başlarda ilerlemeci, çizgisel bir tarih anlayışına sahipti.
Marx, bu iki fikir üzerine kurulu “tarihsel materyalist” anlayışını zamanla terk ediyor; Saito’nun iddiası bu şekilde.
Marx, doğayı insanlığın enstrümanı olarak görmek yerine, insan-doğa-toplum arasındaki metabolik ilişkinin bozulması anlamında “metabolik yarık” kavramını öne çıkararak sermayenin eleştirisini yapmaya girişiyor.
Saito Marx’ın iki konuda “epistemolojik kopuş” yaşadığından bahsediyor; ilki, Kapital’i yazdıktan sonra sermayenin yıkıcı sonuçlar doğurması anlamında kapitalizmin ekolojik eleştirisini yapan eko-sosyalist bir Marx’a geçiş. İkincisi, Marx yaşamının sonlarına doğru “Avrupa merkezci” çizgisel bir tarih anlayışından vazgeçiyor. Marx başlarda şöyle düşünüyordu: Avrupalı olmayan toplumların değişmeyen doğası tarihin ilerlemesi karşısında engeldir ve bunlar sosyalizme ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Hatta Marx, Hintlilerin Avrupalı toplumların emperyalist müdahalesi yoluyla dışarıdan baskıya ihtiyaç duydukları gibi bir takım sonuçlara da varmıştı! Tabii burada Edward Said’in eleştirileri anlamlı hale geliyor. Saito bir yandan Said’in eleştirilerine hak verirken bir taraftan da Marx’ın sonraki metinlerine referansla bu konuyu açarak Said’e bir şerh de düşüyor.
Marx’ın Avrupa merkezciliği ya da tek boyutlu çizgisel bir tarih anlayışının zamanla çok boyutlu ve daha karmaşık bir noktaya vardığını gösteren önemli çalışmalar var; Kevin B. Anderson’ın eseri [bkz. Marx Sınırlarda: Milliyet, Etnisite ve Batılı Olmayan Toplumlar Üzerine; Yordam Kitap; 2018] buna bir örnektir. Anderson, Marx’ın ulus, etnisite ve Avrupalı/Batılı olmayan toplumlar üzerine görüşlerini, Marx’ın sonradan yayınlanan defterlerine, el yazmalarına dayanarak, ve Marx’ın bu konuda değişen görüşlerini de içerecek şekilde, ele alıyor.
“Avrupa merkezcilik” fikrini biraz daha açalım. Bunun için de Kapital’e dönelim. Kapital’in Almanca birinci basıma önsözünde şöyle bir ifade yer alıyor: “Sanayi bakımından daha gelişmiş olan ülke, daha az gelişmiş olanına, yalnızca kendi geleceğinin imgesini gösterir.” (Yordam, s. 18). Burada Marx’ın çizgisel bir tarih anlayışına sahip olduğu anlaşılıyor. Pre-kapitalist ülkeler mutlaka bu endüstriyel gelişme sürecini yaşamak zorundalar mı? Ve sosyalizme ancak endüstriyel gelişme temelinde mi varılabilir? Başlarda Marx böyle bir anlayışa sahipti. Saito’ya göre, Marx’ın Avrupa merkezciliğinde, tarihsel gelişmenin tek boyutlu kavranışı yer alır. Marx bu şekilde Avrupa tarihinin yörüngesini dünyanın geri kalanı üzerine yansıtmaktadır. Avrupa’yı bir “ideal tip” olarak alıp bütün ülkelerin benzer bir yoldan geçmesi gerektiği konusunda bir anlayışı var Marx’ın.
Ancak Saito’ya göre, Marx Kapital’i yazdıktan sonra bu görüşünde kesin bir değişikliğe gidiyor. Mesela Marx’ın özellikle pre-kapitalist ya da Batılı olmayan toplumlar üzerine yaptığı okumaları var, ya da yazışmaları var, özellikle Rus aydınlarıyla. 1869 gibi çok erken bir tarihte Marx Rusça öğrenmeye başlıyor. Marx’ın Rus popülistleri Narodnikler’le, Zasuliç, Çernişevsky, Kovalensky gibi Rus entelektüelleriyle birtakım yazışmaları var. Marx, Rus toplumuna dair, ülkenin kırsal komünlerine dair, bu komünlerin nasıl bir ekonomi anlayışına, nasıl bir toplumsallığa sahip olduğuna dair bir okuma ve bilgilenme sürecine giriyor. Yazışmalar arttıkça Marx’ın ilerlemeci ve tek-çizgisel tarih anlayışında değişimler yaşanıyor. Marx, Rus kırsal komünlerinde, kapitalist modernleşmeci bir aşamadan geçmeksizin, ortak mülkiyet temelinde, sosyalizme sıçrama potansiyeli üzerine düşünmeye başlıyor. Bu değişimin izini açık bir şekilde görebileceğimiz bir yer var. Komünist Manifesto’nun 1882 tarihli Rusça baskıya önsözünde şöyle yazıyorlar:
Komünist Manifesto’nun amacı, çağdaş burjuva mülkiyetinin yaklaşmakta olan kaçınılmaz yıkılışını ilan etmekti. Oysa Rusya’da, hızla gelişen kapitalist vurgunculuğun ve henüz gelişmeye başlayan burjuva toprak mülkiyetinin karşısında toprakların yarıdan fazlasının köylülerin ortak mülkiyetinde olduğunu görüyoruz. Şimdi soru şudur: Bir hayli çöküntüye uğramış olmakla birlikte yine de ilkel ortak toprak mülkiyetinin bir biçimi olan Rus obşçina’sı [köy topluluğu] daha ileri komünist ortak mülkiyet biçimine doğrudan varabilir mi? Yoksa o da, önce, Batı’nın tarihi evrimi olan çözülme sürecinden mi geçmelidir?
Bugün için bu soruya verilebilecek tek cevap şudur: “Eğer Rus devrimi Batı’da bir proleter devrimine ışık yakar da bu iki devrim böylece birbirini tamamlarsa, bugünkü Rus ortak toprak mülkiyeti komünist bir gelişim için hareket noktası yerine geçebilir. (Yordam, s. 93-94).
Bu parçayı alıntılayan Saito, Marx’ın Avrupa merkezci çizgisel tarih anlayışında kesin bir kopuş yaşandığı sonucuna varıyor. Gerçekten de Marx Rus komünlerinin çözülmesi gerektiği, modernleşmesi gerektiği, mutlaka Batı’nın izlediği yoldan geçmesi gerektiği gibi bir şey söylemiyor; tam aksine “kapitalistleşme aşamasını yaşamaksızın doğrudan doğruya ortak toprak mülkiyeti temelinde sosyalist bir aşamaya geçiş olabilir mi?” ihtimali üzerine düşünmeye başlıyor. Bu ilginç bir nokta. Marx Rusya’ya dair daha fazla bilgilendikçe, okudukça, yazıştıkça yaşamının son 14 yıllık araştırma sürecinde şu sonuca varıyor: Durağan ekonomiye dayalı sürdürülebilirlik ve eşitlik ilkeleri kapitalizme direnç gösterebilir mi?
Rus komünleri kapitalist aşamayı atlayarak komünizme varabilir mi? Marx’ın üzerinde düşündüğü sorular bunlar. Bu kırsal komünlerin özelliği nedir? Bunlar bir kere durağan ekonomilerdir. Hatırlayalım, kapitalizmde sürekli büyüme dinamiği vardır, ama bu komünlerde böyle bir durum yok. İkincisi bu komünler sürdürülebilirlik ilkesine göre işleyen komünler. Ayrıca bu komünlerde eşitlik ilkesi geçerli, yani herkesin ihtiyacını giderecek şekilde bir örgütlenme var. Bu komünlerin kapitalizme direnç gösterebilmesinin ardında tam da bu ilkeler yatıyor olabilir mi? Marx’ı düşündüren mesele bu.
Saito’ya göre Marx’ın kapitalizm sonrasına dair son dönemki görüşü “küçülme komünizmi” fikri: Kapitalizme direnme ya da ona karşı mücadele etme konusunda üretici güçleri artırmak yerine, durağan ekonomi ilkesini hayata geçirerek kapitalizm sonrası bir topluma geçişi düşünebilir miyiz?
Saito son dönem Marx’ın “Prometheusçu” Marx’tan son derece farklı olduğunu belirtiyor. Saito’ya göre Marx 1881’de, ölümünden 2 yıl önce, sonsuz büyüme anlayışı ile arasına bir mesafe koyuyor; “yaşamda komünizm” denen bir ilkeye dayalı olarak toplumsal eşitlik ve sürdürülebilirlik konusunu ön plana çıkarıyor.
FİKİRLERİ BASTIRILAN MARX
Bu meseleleri biz neden yeni yeni tartışıyoruz? Çünkü Saito bu fikirlerin bastırıldığını söylüyor. Ve bunda bir ölçüde Engels’in de payının bulunduğunu söylüyor. Yazara göre Engels aslında son yıllarında Marx’ın tam olarak peşinde olduğu şeyi yeteri kadar fark edemedi. Her ne kadar yakın arkadaşlar olsalar da, diyor Saito, Engels Marx’ın son zamanlarında ulaştığı “küçülme komünizmi” fikrini göremedi. Saito’ya göre, Engels’in amacı bir anlamda Kapital’in işçi sınıfına ulaşması için eserin basitleştirilmesiydi; bu açıdan Engels Marx’ın bazı görüşlerini vurgularken aşırıya kaçtı. Marx’ın Avrupa merkezci, üretimci görüşlerini ya da rasyonalizm, pozitivizm gibi görüşlerini aşırı vurgulama ihtiyacı hissetti.
Saito’ya göre Marx’ın “küçülme komünizmi” fikrinin bastırılmasının 20. yüzyılda etkileri oldu; örneğin SSCB’deki devlet sosyalizmi ve Batı Avrupa’daki sosyal demokratik rejimler modernleşmeyi ve ekonomik büyümeyi hedeflediler; bunun sonucunda da Marx’ın tarih görüşü çizgisel ve üretimci bir şeye indirgenmiş oldu.
Saito’ya göre ekolojik çöküşten kaçınmak için yüksek gelirli ülkelerin durağan ekonomiye geçiş yapmaları gerekiyor. Kitabının sonlarına doğru Saito, Walter Benjamin’in o meşhur sözünden hareketle bir çözümleme yapıyor. Marx’a göre devrimler tarihin lokomotifleriydi. Benjamin bu noktada biraz kuşkuludur; acaba devrimler gerçekten de tarihin ilerletici gücü müdür, lokomotifi midir; yoksa devrimler o lokomotifin içinde olan yolcuların “imdat freni”ni çekme çabaları mıdır? Sürüklenişe doğru giden bir trende imdat frenini çekmek de bir devrimci eylemdir. Devrimi ya da küçülme konusunu tartışırken meseleye böyle de bakılabilir diyor Saito. Yok oluşa doğru giden bir sistemde, bir trendeyiz, imdat frenini bir an önce çekmemiz gerekiyor. Günümüzün “imdat freni” küçülme siyaseti olabilir.
KAPİTALİZM SONRASI TOPLUM İÇİN
Eğer küçülmeden bahsediyorsak şu hususları mutlaka konuşmamız gerekiyor.
1) Toplumsal üretimin hedefinin kârdan kullanım değerine kayması. Toplum kullanım değerini üreten temel çalışmaya doğru ne kadar kayarsa ekonominin yavaşlaması mümkün olabilir.
2) Özgürlük alanının genişlemesi. Kapital’in 3. cildinde Marx’ın ünlü bir ayrımı vardır, “zorunluluk alanı” ve “özgürlük alanı”. Hangi toplum olursa olsun, der Marx, insanlar mutlaka üretmek zorundadır. Ve insanlar ancak kendilerini yeniden ürettikten sonra özgürce gelişebilirler. Saito’ya göre kapitalizmde zorunluluk alanı gereksiz üretimlerle öylesine şişmiş durumda ki bunun bir kere azaltılması gerekiyor. Özgürlük alanını genişletmek için çalışma gününün ve saatlerinin azaltılması gerekiyor. Sadece kâr getirsin diye üretilen gereksiz bir sürü ürünün üretimini kısmak suretiyle zorunluluk alanını azaltarak özgürlük alanını genişletmiş oluruz.
Burada “tırışkadan işler” olgusu öne çıkıyor. Bu konuya dair antropolog David Graeber’in eseri malum: Tırışkadan İşler. Graeber bu türden işlerle şunu kastediyor: Hiçbir şekilde herhangi bir toplumsal kullanım değeri üretmeyen, üstelik çalışanların da yaptığı işten hiçbir şekilde tatmin olmadığı ve yapılan işin çalışanların bizzat kendileri tarafından anlamsız, değersiz ya da hiçbir şekilde toplumsal faydaya sahip olmadığı şeklinde algılandığı türden işler. Ayrıca varlığıyla çevreye zarar veren, insanlığa zarar veren, işçinin fiziksel ve psikolojik yapısı bozan, onu yabancılaştıran işler. Graeber bu türden işlerin aslında yaratıldığından, icat edildiğinden bahsediyor.
Graeber 2013 baharında Strike! adlı dergiye bir makale [bkz. “Tırışkadan İşler Olgusuna Dair”] yazdığında metin olağanüstü bir etki yaratmıştı. Makalesine şöyle başlıyor Graeber:
Sene 1930, John Maynard Keynes yüzyılın sonuna geldiğimizde teknolojinin belli bir düzeyin üzerine çıkacağını, İngiltere, ABD gibi ülkelerde haftalık iş yükünün 15 saate düşeceğini öngörüyordu. Keynes’e inanmamak için hiçbir sebep yoktu. Teknolojimiz buna gayet müsaitti. Gelgelelim öngörü gerçekleşmedi. Ters köşeye yatırıldık, bilakis, teknolojiye, daha fazla çalışmamızın yollarını bulma görevi verildi. Bunun için bilfiil manasız işler yaratılması gerekiyordu. Özellikle Kuzey Amerika ve Avrupa’da yığınlarca insan; çalışma hayatlarını gereksiz buldukları görevleri yerine getirerek geçiriyorlar. Bu durum muazzam bir ahlaki ve ruhi hasara neden oluyor. (Everest, s. 17).
Sonrasında Graeber ABD’de 1910 ile 2000 arasındaki istihdamı karşılaştıran bir rapordan bahsediyor:
Geçen yüzyıl boyunca ev hizmetçisi veya endüstride ve çiftliklerde işçi olarak çalışanların sayısı ciddi bir düşüş gösterdi. Buna koşut olarak “mesleki ve yönetimsel işçilerin, hizmet sektörü ve büro çalışanlarının ve satış elemanlarının” sayısı, “daha önce toplam işgücünün çeyreğini oluştururken” üçe katlanarak “dörtte üçlük bir düzeye” yükseldi. (…) Öte yandan, dünya nüfusu kendi projelerini, keyiflerini, hayal ve fikirlerini hayata geçirebilsin diye mesailerin elden geldiğince kısaltılması şöyle dursun, “hizmet” sektörü şişti, idari sektör daha da şişti, şişti, en sonunda hem finans hizmetleri, tele-pazarlama gibi yepyeni sektörler ortaya çıktı hem de şirketler hukuku, üniversite ve sağlık idaresi, insan kaynakları ve halkla ilişkiler gibi sektörler bu nedenle görülmedik ölçüde büyüdü. (Age., s. 18).
Özetle, toplumsal kullanım değeri son derece büyük olan işler azalırken son derece gereksiz, anlamsız “tırışkadan” işlerin sayısında üç katlık bir artış yaşandı. Bu işler ekolojik felaketi de derinleştiriyor. Bu işlerin azaltılması gerekiyor, ki buna da “küçülme” diyoruz. Üretim sadece temel ihtiyaçların karşılanmasına kaydırıldığında olağanüstü şişen gereksiz işlere gerek kalmayacak. Emek ve kaynak tasarrufu sağlanmış olacak, en azından ekolojik çöküşe doğru gidiş frenlenmiş olacak. Böylece Marx’ın “özgürlük alanı” dediği alan giderek genişleyecek. Toplumsal üretim sonu gelmeyen sermaye birikimi baskısından özgürleştiğinde, diyor Saito, toplumsal faydası olmayan gereksiz ürün üretimine son verilecek, bu şekilde ekonomide yavaşlama kaçınılmaz hale gelecek.
3) Küçülme komünizmi, üretimde bir artış olmaksızın, hatta üretim ölçeğini düşürerek “özgürlük alanı”nı genişletir. Diğer taraftan “zorunluluk alanı”nda işçilerin otonomisini artırmak gerekiyor; çalışmayı işçi için daha da cazip kılmak gerekiyor. Bireyin iş bölümüne bağımlılığı, zihinsel ve fiziksel emeğe kölece tâbi kılınışı ortadan kalkarsa; işçi üretimin demokratik planlamasında yer alırsa, neyin üretileceği ya da üretilmeyeceği konusunda işçiler otonom hale gelirlerse, diyor Saito, sonuç olarak ekonomide yavaşlama görülebilir.
4) Aşırı iş bölümü yerine daha adil olan iş rotasyonu ve işbirliğine dayalı çalışmanın eşit bölüşümü olursa üretim sürecinin yavaşlaması mümkün hale gelir. Kâra yönelik piyasa rekabetinin ortadan kaldırılışı ekonominin hızını keser çünkü özgür biçimde birleşmiş üreticiler kâr etmeye yönelik sürekli baskıdan özgürleştikçe daha orijinal fikirler üretebilirler.
5) Sermayenin despotizmi altında üretimde “uygulama” ve “kavrayış gücü” kesin bir şekilde ayrılmış, işçiler üretim sürecinin bütünü üzerindeki kontrollerini yitirmiştir. Böylece işçiler üretimin planlaması sürecinden dışlanmıştır. Bu iki şey, uygulama ve kavrayış gücü (bu kavram çifti için Saito Amerikalı Marksist iktisatçı Harry Braverman’a atıfta bulunuyor), tekrardan işçide bir araya getirilmelidir. Bu şekilde, iş yerlerinde sermayenin baskısından özgürleşmiş işçiler aktif olarak neyi nasıl ve ne kadar üreteceklerine demokratik olarak karar verebilecekler. Bunun sonucu ekonominin yavaşlamasıdır.
İşçilerin demokratik olarak karar alma süreçlerine dâhil edilmesi ilkesi, Saito’ya göre, SSCB’de uygulanmadı; aksine toplumsal üretim üzerinde bürokratik bir denetim vardı. Elbette SSCB deneyiminin olumlu yanlarını da tartışabiliriz; ama “işçilerin yabancılaşması ortadan kalktı mı?” ya da “kapitalist üretimci mantık aşıldı mı?” diye soracak olursak, cevap maalesef “hayır”. SSCB’de üretimci, modernleşmeci bir anlayışın yanı sıra işçilerin karar alma süreçlerinden dışlandığı bürokratik bir “sosyalizm” deneyimi yaşandı. Üretimcilik adına gerek ekoloji gerekse yabancılaşmanın aşılması ve özgürleşme sorunu geri plana atılmış oldu.
Küçülme siyasetine dair burada sıralanan ve tartışılan görüşler, hepsi birlikte, kapitalizm sonrası toplumun zeminini kuran temel ilkelerdir.
Son bir not olarak şunu vurgulayalım: Sosyalist bir toplum üretici güçleri her türden insan ihtiyacı için arttırmaya devam ederse, diyor Saito, bu durum çevre için bir felaket olacaktır; daha “eşit” bir toplum otomatik olarak daha sürdürülebilir bir toplum değildir. Yeryüzü biyofiziksel sınırlara sahiptir, bu sebeple küçülme komünizmi daha sürdürülebilir bir gelecek tasavvuru için önemli bir tartışmayı önümüze getirmiş oluyor.