Charles Dickens’in İki Şehrin Hikayesi’ndeki, “En iyi zamanlardı; en kötü zamanlardı” giriş cümlesini hatırlayalım. Sanki Türkiye’nin son yıllardaki ekonomik ortamı için söylenmiş gibi. Bazı toplum kesimleri, özellikle rantiyeler için konjonktürler değişse de hep “iyi zamanlar” yaşanırken; bazı kesimler, özellikle emekliler ve emekçiler için hep “kötü zamanlar” deneyimleniyor. 2023 Mayıs öncesi düşük faiz ortamında borçlanarak ev, araba almak, borsaya yatırım yapmak, dövize yönelip KKM’ye park etmek fırsatı varken; bugün mevduattan, para fonlarından, DİBS’lerden nemalanmak olanağı ortaya çıkmış durumda. Geniş emek kesimleri için ise, yüksek enflasyon ortamında gelirler hep hayat pahalılığının gerisinden gelirken, şimdi de ücret artışlarının “beklenen enflasyona” göre yapılması tuzağına muhatap oluyor, görüldüğü kadarıyla “kötü zamanların” daha da kötüleşmesi planlanıyor.
SERMAYENİN EN FÜTURSUZ SÖZCÜSÜ
Mehmet Şimşek’in “dezenflasyon” sürecinin hem sabitlenen asgari ücret ve düşük maaş zamları, hem de zorlaşan borçlanma koşulları nedeniyle son tahlilde faturayı emek kesimlerine çıkaracağını piyasa ekonomistleri de biliyorlar. O nedenle genelde hüzünlü bir edayla, “Zor zamanlardan geçiyoruz, hepimizin fedakârlık yapması gerekiyor, yoksa emeklilerin halinin farkındayız…” yollu utangaç yorumlar yapıyorlar. Ama bunlardan birisi, Ege Cansen ilerleyen yaşının da verdiği cesaretle, fıkralarla süslediği hitabet tarzının yarattığı sempati halesine de sığınarak dobra dobra, “Enflasyon %30 olunca, bütün kiralara %30 zam yapılır. Bu kedinin kuyruğunu kovalamasıdır, böyle enflasyon düşmez. Dar ve sabit gelirliye baskı yapılmadan, enflasyonu düşürmek çok zor oluyor,” deyiverdi. Cansen namlı holdinglerde yöneticilik yapmış, doğrudan toplu sözleşme masalarına oturmuş, sermaye kesiminin kaşarlanmış bir sözcüsüdür. Zaten ondan, “vergi paketi fos çıktı, borsa kazançlarının vergilendirilmesi, asgari gelir vergisi konulması başka bahara kaldı,” demesini bekleyemezdik. Sınıfının bu sadık temsilcisine kızmak yerine, bizler açısından ağırlığı bu emek karşıtı politikaları teşhir etmeye, emek kesimi temsilcilerine düşünsel malzeme sağlamaya çalışmaya vermek daha anlamlı görünüyor.
BİZİ BEKLEYEN BÜYÜK TUZAK
İsterseniz önce ücretlere yönelik olası senaryolar üzerinden rakamsal bir değerlendirme yapalım. Merkez Bankası son Enflasyon Raporu’nda 2025 yılı %14 enflasyon hedefini korudu. Asgari ücret 2024 başında 17.002 TL olarak belirlenirken, Orta Vadeli Program’a (OVP) göre 2024 yılı enflasyon tahmini %36’ydı. Resmî enflasyon yılı üst bant %42’den kapatırsa asgari ücrete %6 enflasyon fark + %14 beklenen enflasyon = %20 zam planlanıyor. Bunun üzerine RTE’nin bir 5 puan bahşetmesi halinde bile asgari ücretlinin refah kaybı önlenemez.
Gelelim kamu çalışanlarına ve kamu emeklilerine; 2024 yılı ilk 6 ay tüketici enflasyonu %24,73 gerçekleşti. Aralık sonunda enflasyon %42’ye düşerse geriye %13,8’lik bir enflasyon payı kalır. 2024 ikinci 6 ay için öngörülen %10 artış göz önüne alınırsa arada %3,8 bir fark söz konusu olur. 2025 için %6 + %5 yani %14 enflasyon hedefinin bile altında toplu sözleşme zammını da hatırlarsak, kamu kesimine %6 + %3,8= %9,8 demek ki %10 civarı bir zam gelir. Tepkiler üzerine belki burada da yine bir 5 puan artış beklenebilir. Bağkur ve SGK emeklilerinin payına ise %13,8 enflasyon farkı düşer.
REFAHIMIZ NEDEN GERİLİYOR?
Peki çalışanların/emeklilerin bu durumdan şikâyet etmeye hakları var mı? Elbette var. Birincisi herkesin bildiği gibi TÜİK verilerinin inandırıcılığı sorunu ortada duruyor. En son açıklanan Temmuz 2024 verilerinde bile TÜİK’in %61,8 oranıyla İstanbul Ticaret Odası’nın %72,8’i arasında 11 puan fark vardı. İkincisi, maaş artışlarının hemen ardından zamlar yağıyor. Temmuzda %38 elektrik, Ağustosta yine %38 doğalgaz gibi fiyat artışları şipşak faturalara yansıyor. Buna karşın enflasyon farkı ödense bile 6 ay gecikmeli bu ayarlama refah kaybına neden oluyor. Üçüncüsü, dar gelirliler büyük ölçüde zaruri harcama kalemlerine gıdaya, barınmaya ve ulaşıma sıkışmış durumdalar. Maaş ayarlamalarında temel alınan TÜİK’in Haziran tüketici fiyat artışı %71,60 iken; yıllık enflasyon özellikle emeklilerin en fazla şikâyet ettiği taze meyve-sebzede enflasyon %78,6, ulaştırmada %103,5 ve kirada %123,6 idi. Geçinebilmek için aynı dönemde dayanıklı mallar, yani mobilya, beyaz eşya… vb’nin fiyatlarının manşet enflasyonun altında, %46,9 artışı karın doyurmuyordu.
ENFLASYONUN ANA KAYNAĞI KÂRLARDIR
Şimdi gelelim ücret artışlarının enflasyonun temel nedeni olduğu yolundaki yaygın medyada sürekli pompalanan teze… Burada isterseniz son küresel enflasyon dalgasında “satıcı enflasyonu” kavramını, yani enflasyonun ana kaynağının şirketlerin fahiş fiyat artışları olduğu görüşünü dolaşıma sokan Isabelle Weber’e başvuralım. Weber Avrupa Merkez Bankası (ECB), OECD, Uluslararası Ödemeler Bankası (BIS) ve Avrupa Komisyonu’nun yaptığı çalışmalarda enflasyonda ağırlıklı sorumluluğun aşırı kârlardan kaynaklandığı sonucunun çıktığını aktarıyor. Son ve öldürücü darbenin ise, IMF’den “…şirketlerin son iki yılda fiyatları ithal edilen enerji maliyetlerinden fazla artırması nedeniyle Avrupa’da son iki yılda yaşanan enflasyona en fazla katkı, artan firma kârlarından gelmiştir…” sosyal medya paylaşımıyla geldiğini vurguluyor (Taking aim at sellers’ inflation, Isabella Weber, Social Europe, 18.07.2023).
Bu konu Türkiye için de daha kapsamlı araştırmalara gerek duyulmasına karşın, günlük gözlemlerimizle bile doğrulanıyor. Bir gün önce 80 TL’ye içtiğiniz kahvenin 100 TL’ye çıkması, sosyal medyadan lokantaya 260 TL’ye sattığı şarabı 3300 TL’ye içti gibi haberlerin paylaşılması, dudak uçuklatan Beach Club faturaları aşırı fiyatlamalara örnek oluşturuyor.
En son açıklanan Fortune 500 Türkiye-2023 araştırmasına göre ilgili şirketlerin net kârı 2022’ye göre %72,2 artışla 965 milyar 800 milyon liraya çıkarak 1 trilyon sınırına yaklaştı. Şirketlerin vergi öncesi kâr marjı bir önceki yıla göre 0,27 puan azalmasına karşın, net kâr marjı %7,53’e yükseldi. Bankacılık sektörü net kârı da 2023’te 604 milyara çıktı. Bu bir yıl öncesine göre enflasyonun altında %40’lık bir artışa denk geliyor. Ancak bu sonucun 2022’de bankalara %8,50 ile likidite pompalanan bir kavşakta %366 artış kaydederek 433,5 milyar TL kâr elde edilen bir dönemin ardından geldiğini, yine de yüksek sayılabileceğini unutmayalım. Ekonominin yavaşlama sürecinde şirketlerin de keyfî fiyat artırma döneminin sona ereceğini, onların kârlarının da gerileyeceğini tahmin edebiliriz. Özellikle TL kredi kullanan KOBİ’leri zor zamanlar bekliyor.
EN FAZLA HARCAYAN DA ZENGİNLER
Şimşek’in ve Merkez Bankası’nın dilinde sürekli bir “talebin dengelenmesi” kavramı var. Bu teknik ifade aslında ücretlerin satın alma gücünün düşmesi, borçlanma olanaklarının da daralması/ağırlaşması yoluyla dar gelirli yurttaşların mal ve hizmetlere talep yaratma gücünün zayıflaması anlamına geliyor. Öncelikle, Türkiye gelir dağılımının çok bozuk olduğu bir ülke. İşgücü ödemelerinin GSYH’deki payı 2023’te %32,8 oldu. Her ne kadar bu oran 2024’ün ilk çeyreğinde %42’ye yükselmişse de asgari ücretin yılda bir kere belirlenmesi nedeniyle 2024 sonuna kadar her çeyrekte bu payın gerilemesini bekleyebiliriz.
Ancak talebe ilişkin analizlerde; zenginler gelirlerinin kayda değer bir bölümünü tasarruf edebildikleri, dar gelirler ise bazen borçlanma yoluyla da olsa kazandıklarından bile fazla harcadıkları için fiilî tüketim verilerine, diğer bir ifadeyle talebin kompozisyonuna bakmak daha doğru. 2023 Hanehalkı Tüketim Harcamaları sonuçlarına bakıldığında gelire göre sıralı %20’lik gruplarda aylık harcamalar sırasıyla 8.827, 14.745, 21.254, 28.250 ve 48.830 TL. Bunun anlamı harcamaların %40,1’ini en üst, %23,3’ünü ikinci, toplamda %63,3’ünü üst gelir grupları yapıyor. Diğer bir ifadeyle %7,24 ile en alt, %12,1 ile dördüncü ve %17,4 ile üçüncü alt gelirli %60’ın toplam harcamalar içerisindeki ağırlığı %36,7 en üst zengin %20’nin %40’1’inin altında. Özetle, dar gelirlilerin ücretlerini baskılamak talebi dizginlemek açısından da çözüm değil.
Bu arada emek gelirleri ile sermaye gelirlerini karşılaştırmak yerine; akademik kaygılarla da olsa, farklı emek kesimlerinin gelirlerini “asgari ücretli, emekli, kamu çalışanı, sanayi işçisi” birbiriyle kıyaslama çabasını öne çıkarmanın şu konjonktürde fazla anlamı yok. Aynı Özal döneminden beri aşina olduğumuz, egemenlerin “tarım üreticisini, işçiyi, kamu personelini” karşı karşıya getirme stratejisine malzeme sağlamak gibi bir tuzağa düşmemek de yarar var.
ÇÖZÜM NEREDE?
Peki, ne yapmak gerekiyor? Servet vergisi alınması, vergi adaletinin sağlanması, sosyal harcamaların artırılması benzeri önerilerimizi çeşitli yazılarımızda dile getirmiştik. 20 ve 21 Ağustos günlerinde Ensar Yılmaz’ın Kısa Dalga sitesinde iki bölümlük “Enflasyondan Başka Bir Çıkış Yolu Yok mu?” başlıklı kapsamlı bir araştırması yayımlandı. Konuyla ilgili herkesin okumasını öneriyoruz. Bu noktada isterseniz, sözü Yılmaz’ın çözüm önerilerine bırakalım:
1) Varlıklı grupların vergilendirilmesi gerekir. Bunun için de çok defa tekrar ettiğim gibi, servet vergisi getirilmelidir, en azından dayanışma fonu adı altında geçici ve belirli bir serveti olanlardan (somutlaştırmak açısından 10 milyon dolar üstü olanlardan) %3 civarında bir vergi toplanmalıdır.
2) Gelir vergisinin en üst diliminin gelir aralığı yükseltilmeli ve uygulanan %40 vergi oranı, örneğin %45-50 bandına çekilmelidir.
3) İstisnalar-muafiyetler büyük oranda kaldırılmalı, vergi vermeyen milyonlarca şirkete dönük denetimler artırılmalı. Vergi denetmen sayısını kısmak yerine, bunu artırarak vergi toplamanın hem daha rasyonel ve adil olacağı çok açık.
4) Özellikle konut arzını kısa dönemde artırmak için boş-ev vergisi konabilir.
5) Tüm toplumu rahatsız eden israflar, kaynak kullanımındaki yetersizlikler ve suiistimaller, KÖİ’ler üzerinden aktarılan kamu kaynaklarının sınırlandırılması gibi çok sayıda kamusal kaynak kullanımında etkinlik ve adalet sağlanabilir.
Son olarak, önümüzdeki dönemde meydanı Ege Cansen gibilere bırakmamak için hem bu zihniyeti teşhir görevi hem de kamucu, emekten yana somut öneriler geliştirmek sorumluluğu anlamında üzerimize daha fazla görev düşüyor.