yazılariktibasYabancılaşmanın Nedenleri – Ernest Mandel
yazarın tüm yazıları:

Yabancılaşmanın Nedenleri – Ernest Mandel

279 Takipçiler
Takip Et

Yeniçağ podcastını dinleyin

Marx yabancılaşma kavramıyla ilk kez Hegel’i inceleyerek karşılaşmıştır. Ancak, garip bir şekilde, Hegel’in çalışmalarından aldığı şey yabancılaşmış emek teorisi değildi. Marx’ın felsefi, siyasi ve toplumsal düşüncesinin başlangıç noktası haline gelen, insanın bir yurttaş olarak devletle olan ilişkisinde yabancılaşmasıydı.

Toplumsal sözleşme teorisi, örgütlü toplumda bireyin, topluluğun kolektif çıkarının temsilcisi olan devlete karşı belli sayıda bireysel hakkından feragat etmesi gerektiğini savunuyordu. Özellikle Hegel, doğal haklar felsefesinin teorisyenleri tarafından çok güçlü bir şekilde dile getirilen bu fikri geliştirmişti. Bu aynı zamanda Marx’ın Hegel eleştirisinin ve genel olarak eleştirel bir toplumsal düşünür olarak yola çıkışının da başlangıç noktası olmuştur.

1842-43 yıllarında Batı Almanya’nın Ren eyaletinde meydana gelen bazı küçük olaylar (odun hırsızlığındaki sayının artışı ve hükümetin bu kişilere karşı müdahalesi) Marx’ı, kolektif çıkarı temsil etme iddiasındaki devletin bunun yerine toplumun yalnızca bir kesiminin, yani özel mülkiyet sahiplerinin çıkarlarını temsil ettiği sonucuna götürdü. Dolayısıyla bireysel hakların devlete terk edilmesi bir yabancılaşma olgusunu temsil ediyordu; yani insanların gerçekte kendilerine düşman olan kurumlar karşısında hak kaybına uğramasını.

Bu politik-felsefi düzlemden başlayarak, bu arada Almanya’dan kovulan ve Fransa’ya sürgüne giden Marx, oradaki ilk sosyalist ve işçi örgütleriyle temasa geçti ve ekonomi, özellikle de İngiliz politik ekonomisinin klasik yazarları, Adam Smith-Ricardo okulu üzerine çalışmaya başladı. Bu, Marx’ın 1844’te Paris El Yazmaları olarak da adlandırılan 1844Ekonomik ve Felsefi El Yazmaları‘nda felsefi ve ekonomik fikirlerin bir sentezine yönelik ilk girişiminin arka planıydı. Ayrıca burjuva toplumunda emeğe ilişkin fikirlerini insanın kaderi, insanın tarihteki konumu ve yeryüzündeki varoluşuna ilişkin fikirlerle bütünleştirme girişimiydi.

Bu ilk gençlik sentez girişimi çok yetersiz araçlarla gerçekleştirilmiştir. O dönemde Marx henüz tam bir ekonomi politik bilgisine sahip değildi; ekonomi politikteki klasik okulun bazı temel kavramlarıyla yeni tanışmaya başlamıştı ve modern sanayi sistemiyle doğrudan ya da dolaylı çok az deneyimi vardı. Tüm bunları ancak önümüzdeki on yıl içinde elde edecekti.

Bu tamamlanmamış erken dönem çalışması çok uzun bir süre bilinmedi.  İlk kez 1932 yılında, yazıldıktan yaklaşık yüz yıl sonra yayınlandı. Dolayısıyla, gençliğinde ne düşündüğü ve bazı temel kavramlarına nasıl ulaştığı konusunda hem ekonomik hem de felsefi çevrelerde süregelen tartışmaların çoğu, entelektüel gelişimindeki bu özel dönüm noktasının bilinmemesinden dolayı büyük ölçüde çarpık kaldı.

Bazı kısımları, özellikle de ekonomik kısmı olgunlaşmamış gibi görünse de yine de hem Marx’ın entelektüel gelişiminde hem de insanlığın entelektüel tarihinde önemli bir dönüm noktasını temsil eder. Açıklamaya çalışacağım önemi, yabancılaşma kavramıyla bağlantılıdır.

Yabancılaşma, dini kökenleri olan çok eski bir fikirdir ve neredeyse örgütlü dinin kendisi kadar eskidir. Doğu’da olduğu gibi Batı’da da hemen hemen tüm klasik felsefi akımlar tarafından benimsenmiştir. Bu kavram, insanın trajik kaderi olarak adlandırılabilecek şeyin etrafında döner. En büyük Alman filozoflarından biri olan Hegel, bu fikri seleflerinden devralmış ancak ona yeni bir yön ve önemli bir ilerlemeyi ifade eden yeni bir temel vermiştir. Bunu, insanın trajik kaderi kavramının temelini muğlak bir antropolojik ve felsefi kavramdan emeğe dayanan bir kavrama dönüştürerek yapmıştır.

Marx’tan önce Hegel, insanın yabancılaştığını çünkü insan emeğinin yabancılaştığını söylemişti. İnsan emeğinin bu genel yabancılaşması için iki açıklama getirmiştir. Birincisi, ihtiyaç ve emeğin diyalektiği olarak adlandırdığı şeydir. Ona göre insan ihtiyaçları her zaman mevcut ekonomik kaynakların bir adım önündedir; bu nedenle insanlar tatmin edilmemiş ihtiyaçlarını karşılamak için her zaman çok çalışmaya mahkum olacaklardır. Bununla birlikte, maddi kaynakların örgütlenmesini tüm insan ihtiyaçlarını karşılama zorunluluğuyla eşitleme girişimi imkansız bir görevdir, asla ulaşılamayacak bir hedeftir. Bu, Hegel’in yabancılaşmış emek olarak adlandırdığı şeyin bir yönüdür.

Felsefi analizinin diğer tarafı biraz daha karmaşıktır. Zor bir kelimede, “dışsallaştırma” (Entäusserung) kelimesinde özetlenmiştir. Terim karmaşık ve kulağa yabancı gelse de içeriğini anlamak daha kolaydır. Hegel, felsefi dışsallaştırma kavramıyla, çalışan, bir şeyler üreten her insanın, başlangıçta kafasında var olan bir fikri eserinde gerçekten yeniden ürettiği gerçeğini kastetmektedir. Marx’ın da bu görüşü paylaştığını hemen eklersem bazılarınız şaşırabilir. Aynı fikri, yani insanın yaptığı herhangi bir işin maddi gerçeklikte gerçekleşmeden önce kafasında yaşadığı fikrini Kapital‘in ilk bölümünde de bulabilirsiniz. Marx’ın yanı sıra Hegel de böylece insanlarla, diyelim ki karıncalar ya da iş başında gibi görünen ama tamamen içgüdüleriyle hareket eden diğer canlılar arasında temel bir ayrım yapmıştır. Öte yandan insan, önce ne yapmak istediğine dair bir fikir geliştirir ve sonra bu fikri gerçekleştirmeye çalışır.

Hegel bir adım daha ileri giderek şunu sorar: İçimizde önce bir fikir olarak yaşayan şeyi maddi olarak ifade etmeye çalıştığımızda gerçekte ne yapmış oluruz? Kendimizi kaçınılmaz olarak emeğimizin ürününden ayırırız. Kendimizden dışarı yansıttığımız her şeyi, imal ettiğimiz her şeyi, ürettiğimiz her şeyi kendi bedenimizden dışarı yansıtırız ve o bizden ayrı hale gelir. Kafamızda yaşamaya devam eden bir fikir kadar varlığımızın bir parçası olarak kalamaz. Hegel için yabancılaşmış emeğin temel, diyelim ki antropolojik tanımı buydu. Bu nedenle her türlü emeğin yabancılaşmış emek olduğu sonucuna varmıştır çünkü her toplumda ve her koşulda insanlar her zaman emeklerinin ürünlerinden ayrılmaya mahkum olacaklardır.

Marx, Hegel tarafından verilen bu iki yabancılaşmış emek tanımını ele aldığında, her ikisiyle de çelişir. İhtiyaçlar ve maddi kaynaklar arasındaki uyuşmazlığın, ihtiyaçlar ve emek arasındaki gerilimin sınırlı olduğunu ve tarih tarafından koşullandırıldığını söyler. İnsanın ihtiyaçlarının sınırsız bir şekilde gelişebileceği ya da kolektif emeğinin çıktısının her zaman bu ihtiyaçların altında kalacağı doğru değildir. Bunu tarihsel bir analiz temelinde kesin bir dille reddeder. Özellikle Hegel’in idealist dışsallaştırma ile yabancılaşmayı özdeşleştirmesini reddeder. Marx, kendimizi emeğimizin ürününden ayırdığımızda, emeğimizin ürününün bizi ezmesinin ya da herhangi bir maddi gücün insana karşı dönmesinin zorunlu olmadığını söyler. Böyle bir yabancılaşma, önce içimizde fikirler olarak yaşayan ve sonra nesneler olarak, emeğimizin ürünleri olarak maddi bir varoluş kazanan şeylerin bedenimizin dışına yansıtılmasının sonucu değildir.

Yabancılaşma, toplumun belirli bir örgütlenme biçiminden kaynaklanır. Daha somut olarak, yalnızca meta üretimine dayalı bir toplumda ve yalnızca piyasa ekonomisinin özgül ekonomik ve toplumsal koşulları altında, üretirken içimizden dışarı yansıttığımız nesneler kendi başlarına toplumsal olarak baskıcı bir varoluş kazanabilir ve insanlar üzerinde baskıcı ve sömürücü hale gelen bir ekonomik ve toplumsal mekanizmaya entegre olabilirler.

Hegel’in bu eleştirisinde sözünü ettiğim insan düşüncesindeki muazzam ilerleme, Marx’ın emeğin yabancılaşmasının antropolojik bir özellik, yani insanlığın doğasında var olan ve ortadan kaldırılamaz bir lanet olduğu fikrini reddetmesinden ibarettir. Emeğin yabancılaşmasının her yerde ve gelecekteki tüm zamanlar için insan varlığına bağlı olmadığını söyler. Bu, toplumsal ve ekonomik örgütlenmenin belirli biçimlerinin özgül bir sonucudur. Başka bir deyişle Marx, Hegel’in yabancılaşmış emek kavramını ebedi bir antropolojik kavramdan geçici bir tarihsel kavrama dönüştürür.

Bu yeniden yorumlama insanlık için bir umut mesajı taşır. Marx, insanlığın yeryüzündeki tüm dönemi boyunca yabancılaşmış koşullar altında “alnının teriyle” yaşamaya mahkum olmadığını söyler. Özgürleşebilir, emeği özgür hale gelebilir, sadece belirli tarihsel koşullar altında da olsa kendi kendini özgürleştirebilir. Yabancılaşmış emeğin ortadan kalkması için hangi özel toplumsal ve ekonomik koşulların gerekli olduğunu daha sonra tanımlayacağım.

Şimdi yabancılaşma teorisinin 1844 Ekonomik ve Felsefi El Yazmaları‘ndaki ilk sistematik açıklamasından, yirmi yıldan fazla bir süre sonra yayınlanan ana eseri Kapital‘e geçelim. Yabancılaşma kelimesinin orada neredeyse hiç geçmediği doğrudur.

Son otuz yılda “Marksoloji” adı verilen yeni bir meslek ortaya çıktı. Bu mesleği icra edenler Marx’ın eserlerini okuyor, kitaplarında kullandığı tüm kelimeleri küçük dizin kartlarına yazıyor ve daha sonra bunların filolojik istatistiklerinden Marx’ın düşüncesi hakkında bazı sonuçlar çıkarmaya çalışıyorlar. Hatta bazı kişiler bu tür biçimsel analizlerde bilgisayar bile kullanmışlardır. Bu “Marx-filologları” şimdiye kadar Kapital‘de “yabancılaşma” kelimesinin isim ya da fiil olarak kullanıldığı altı yer keşfettiler. Bu muazzam keşfe kesinlikle itiraz etmeyeceğim, ancak birileri yedinci bir nokta bulabilir veya altıncı nokta hakkında bazı anlaşmazlıklar olabilir.

Kapital‘in tamamen sözel ve yüzeysel bir şekilde yapılan böyle bir analizine dayanarak, olgun Marx’ın gerçek bir yabancılaşma teorisine sahip olmadığı sonucuna varılabilir. Marx, gençliğinden sonra, olgunlaşmamış gelişiminden sonra, özellikle de 1856-57 civarında, emek değer teorisinin doğruluğuna tamamen ikna olduğunda ve bu emek değer teorisini kendisi mükemmelleştirdiğinde, bu teoriyi bir kenara atmış olurdu.

1844 Ekonomik ve Felsefi El Yazmaları 1932’de ilk kez yayınlandığında, bu konular etrafında büyük bir tartışma ortaya çıktı. Tartışmada en az üç eğilim ayırt edilebilir. Tartışmaya katılan tüm yazarların isimlerini zikretmeyeceğim, zira bu konuda yüzden fazla kişi yazmıştır ve tartışma sona ermiş olmaktan çok uzaktır. Bazıları gençlik ve olgunluk dönemi çalışmaları arasında bir çelişki olduğunu ve Marx’ın kendi görüşleri tamamen geliştiğinde orijinal teorilerini terk ettiğini söyledi.

Diğerleri ise tam tersini söyledi. Gerçek Marx gençlik eserlerinde bulunur ve daha sonra anlayışının kapsamını yalnızca ekonomik sorunlarla sınırlayarak yozlaşmıştır. Böylece ekonomizm sapmasının kurbanı olmuştur.

Başka insanlar da Marx’ın fikirlerinin önemli ya da esaslı bir evrim geçirdiğini inkar etmeye çalışmıştır. Bunlar arasında Amerikalı Erich Fromm, Fransız Marksist akademisyen Maximilien Rubel ve iki Fransız Katolik rahip, Peder Bigo ve Calvez bulunmaktadır. Bunlar Marx’ın ilk dönem eserlerinde de sonraki dönem eserlerinde de aynı fikirlerin yer aldığını savunmaktadırlar.

Bu görüşlerin üçünün de yanlış olduğunu düşünüyorum. Marx’ın düşüncesinde on yıldan on yıla birebir tekrar değil, önemli bir evrim söz konusudur. Düşünen, düşünmeye ve yaşamaya devam eden herhangi bir kişi, 60 yaşına geldiğinde 25 yaşındakiyle tamamen aynı şeyi söylemeyecektir. Temel kavramların aynı kaldığı kabul edilse bile, bir miktar ilerleme, bir miktar değişim olduğu açıktır. Daha önce de söylediğim gibi, bu somut durumda evrim daha da çarpıcıdır, çünkü 1844’ün Marx’ı, on ya da on beş yıl sonra geliştirdiği ekonomik teorinin temel taşı olan emek değer teorisini henüz kabul etmemişti.

Devam eden bu tartışmadaki en önemli sorulardan biri, olgun Marx’ın bir yabancılaşma teorisine sahip olup olmadığı ya da orijinal yabancılaşma teorisini tamamen terk edip etmediğidir. Belgelere dayanarak çözülebilecek bu tartışma, başka bir talihsiz kaza olmasaydı bu kadar uzun ve sonuçsuz bir şekilde devam etmeyecekti.

Marx’ın bir diğer önemli eseri olan ve 1857-58 yıllarında yazılan, Kapital‘in tüm ana fikirlerinin ilk kez detaylandırıldığı ve test edildiği bir tür laboratuvar olan 1300 sayfalık Grundrisse der Kritik der Politischen Ökonomie (Ekonomi Politiğin Eleştirisinin Temel Anahatları) da yazıldıktan bir asır sonrasına kadar yayınlanmadı. İlk basımı İkinci Dünya Savaşı’nın başında Rusya’da gerçekleşmiş, ancak nüshaların çoğu savaş nedeniyle yok olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri’ne sadece iki kopyasının ulaştığını ve Batı Avrupa’da hiçbir kopyasının bulunmadığını düşünüyorum. Stalin yönetimindeki Ruslar kitabı ikinci kez çoğaltmaya hevesli değildi. Bu nedenle kitabın yeniden basılması ve birkaç ülkede belli sayıda uzman tarafından bilinmesi ancak 1950’lerde, ilk yazılışından neredeyse bir asır sonra gerçekleşebildi.

Ne yazık ki Marx’ın bu büyük eserinin bazı bölümleri İngilizceye ancak geçen yıl çevrilebildi. Fransızca olarak ise kısa bir süre önce yayınlandı. Dolayısıyla bu tartışmaya katılanlardan bazıları bu önemli eseri bilmedikleri bahanesine sığınmışlardır. Bu eseri okuyan herkes Marksist bir yabancılaşma teorisinin var olduğunu hemen görebilir çünkü Grundrisse‘de bu kelime, kavram ve analiz düzinelerce kez geçmektedir.

O halde genç Marx tarafından değil de olgun Marx tarafından geliştirilen bu yabancılaşma teorisi nedir? Ve bunu Kapital‘de ortaya konanla nasıl ilişkilendirebiliriz? Burada ilk olarak tamamen biçimsel bir zorluk var çünkü Marx bu bağlamda üç farklı terim kullanıyor ve bunları birbirinin yerine geçebilecek şekilde kullanıyor. Biri yabancılaşma kavramıdır; diğeri şeyleşme kavramıdır ki bu karmaşık bir kelimedir; üçüncüsü ise meta fetişizmi kavramıdır ki bu daha da karmaşıktır. Ancak bu üç kavramı açıklamak o kadar da zor değil ve anlamlarını netleştirmeye çalışacağım.

Bu analize ekonomik yabancılaşmanın tanımıyla başlayalım. Hemen belirtmeliyim ki, kapsamlı Marksist yabancılaşma teorisinde ekonomik yabancılaşma, sınıflı toplumda insan faaliyetinin neredeyse tüm alanlarını kapsayan çok daha genel bir olgunun yalnızca bir parçasıdır. Ama en belirleyici unsurdur. Öyleyse ekonomik yabancılaşmadan başlayalım. Bunu birbirini izleyen aşamalar halinde ele alacağız. Ekonomik yabancılaşmanın ilk ve en çarpıcı özelliği, insanların üretim araçlarına ve geçim araçlarına özgürce erişimden koparılmasıdır. Bu, insanlık tarihinde oldukça yeni bir gelişmedir. On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru, tarımda üretim araçlarına serbest erişim, dünyanın bazı ülkelerinde, bu arada Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada’da varlığını sürdürmüştür. Amerikan İç Savaşı sonrasına kadar, kitleler halinde insanların boş bir arazi bulması ve bu arazide özgür çiftçiler, ev sahipleri olarak yerleşmesi imkansız değildi. Avrupa’da bu olasılık iki yüz yıldır, hatta bazı ülkelerde üç ya da dört yüz yıl önce ortadan kalkmıştı.

Bu tarihsel faktör her yabancılaşma teorisinin başlangıç noktasıdır çünkü insanların emek güçlerini başka bir kişiye, işverenlerine satmaya zorlandıkları ücretli emek kurumu, ancak toplumun önemli bir kesiminin üretim ve geçim araçlarına özgürce erişiminin engellendiği zaman ve yerde büyük ölçekte var olabilir. Dolayısıyla emeğin yabancılaşmasının ilk önkoşulu, emeğin temel üretim ve geçim araçlarından koparılmasıyla ortaya çıkar.

Bunun nispeten yeni bir olgu olduğunu söyledim. İkinci bir örnek bunu daha keskin bir şekilde aydınlatabilir. On dokuzuncu yüzyılda liberal düşünce tarafından ortaçağ toplumu, feodal toplum hakkında yapılan klasik tarihsel eleştiri, toprağı işleyenlerin özgürlüğünün olmamasıydı. Doğru olduğunu düşündüğüm bu eleştiriye karşı çıkmayacağım. O toplumdaki doğrudan üreticiler, köylüler ve serfler özgür insanlar değildi. Özgürce hareket edemiyorlardı; toprağa bağlıydılar.

Ancak feodal toplumun burjuva liberal eleştirmenlerinin unuttuğu şey, insanları toprağa bağlamanın iki taraflı bir olgu olduğuydu. Eğer bir kişi toprağa bağlıysa, toprak da o kişiye bağlıydı. Toprak kişiye bağlı olduğu için, feodal ilişkiler içinde yaşayan insanların ücretli işçi olmaya ve emek güçlerini sermaye sahiplerine satmaya zorlanabilecek önemli bir kısmı yoktu. Toprağa erişimleri vardı, kendi geçim araçlarını üretebilir ve bunun bir kısmını kendilerine saklayabilirlerdi. Yalnızca örgütlü feodal toplumun dışında kalan insanlar, gerçekte kanun kaçakları, çünkü başlangıçta oldukları şey buydu, yeni toplumsal sınıfların başlangıç noktası olabilirlerdi – bir yanda ücretli işçiler, diğer yanda tüccarlar.

Emeğin yabancılaşmasındaki ikinci aşama, toplumun bir kısmının topraktan sürülmesi, üretim araçlarına ve geçim araçlarına erişiminin kesilmesi ve hayatta kalabilmek için emek gücünü piyasada satmak zorunda kalmasıyla ortaya çıkmıştır. Yabancılaşmış emeğin temel özelliği budur. Ekonomik alanda ücretli emek kurumu, başka türlü hayatta kalamayacak insanların sahip oldukları tek metayı, emek güçlerini, işgücü piyasasında satmak zorunda kalmalarıdır.

Emek gücünü bir patrona satmak ne anlama gelir? Marx’ın analizinde, hem gençlik hem de olgunluk dönemi çalışmalarında, bu tamamen resmi ve yasal sözleşme ilişkisinin arkasında – emek gücünüzü, zamanınızın bir kısmını, yaşamak için para karşılığında bir başkasına satarsınız – gerçekte tüm insan varlığı ve özellikle de ücretli işçinin yaşamı için derin bir sonuç vardır. Her şeyden önce, uyanık olduğunuz saatlerin büyük bir bölümü üzerindeki kontrolünüzü kaybettiğiniz anlamına gelir. İşverene sattığınız tüm zaman size değil, ona aittir. İşyerinde istediğinizi yapmakta özgür değilsinizdir. Bütün bu süre boyunca ne yapıp ne yapmayacağınızı dikte eden işverendir. Ne üreteceğinizi, nasıl üreteceğinizi, nerede üreteceğinizi o dikte edecektir. O sizin faaliyetlerinizin efendisi olacaktır.

Ve emeğin üretkenliği ne kadar artar ve çalışma haftası ne kadar kısalırsa, ücretli bir işçi olarak geçirdiğiniz her saat üzerinde işverenin kontrolü o kadar sıkı olacaktır. Bu kontrolün nihai ve en mükemmel biçimi olan zaman ve hareket çalışmalarında patron, kendi işinde geçirdiğiniz zamanın her saniyesini, kelimenin tam anlamıyla her saniyesini kontrol etmeye bile çalışır.

Bunun üzerine yabancılaşma üçüncü bir biçim kazanır. Ücretli bir çalışan emek gücünü hayatının belirli bir bölümü için işverenine sattığında, emeğinin ürünleri kendisine ait değildir. Emeğinin ürünleri işverenin mülkiyeti haline gelir.

Modern ücretlinin kendi emeğinin hiçbir ürününe sahip olmadığı gerçeği, burjuva toplumuna alışık olan insanlara ne kadar açık görünse de bir bütün olarak insanlık tarihi açısından hiç de o kadar açık değildir. İnsanlığın var olduğu binlerce yıl boyunca durum böyle değildi. Hem ortaçağ zanaatkârı hem de antik çağın zanaatkârı kendi ürünlerinin sahibiydi. Köylü ve hatta ortaçağın serfi, kendi emeklerinin çıktısının en az yüzde 50’sine, bazen yüzde 60 ve 70’ine sahipti.

Kapitalizmde ücretli çalışan sadece emeğinin ürününün mülkiyetini kaybetmekle kalmaz, aynı zamanda bu ürünler ona karşı düşmanca ve zarar verici bir şekilde işleyebilir. Bu durum makine ile gerçekleşmiştir. İnsan yaratıcılığının bu olağanüstü ürünü, işçi makinenin bir uzantısı olarak hizmet ettiğinde ve hayatının ve işinin temposunu makinenin işleyişine uydurmaya zorlandığında, işçiye karşı bir zulüm kaynağı haline gelir. Bu durum, işçi sınıfının bir kısmının gece boyunca ya da insan yaşamının gündüz ve gece arasındaki normal ritmiyle çelişen tuhaf saatlerde çalışmak zorunda kaldığı vardiyalı işlerde ciddi bir yabancılaşma kaynağı haline gelebilir. Böyle anormal bir program her türlü psikolojik ve sinirsel rahatsızlığa neden olur.

Toplum kapitalistler ve ücretli işçiler gibi düşman sınıflara bölündüğünde emeğin ürünlerinin kazanabileceği baskıcı doğanın bir başka yönü de aşırı üretim krizleri, bunalımlar ya da günümüzde daha ihtiyatlı bir şekilde ifade edildiği gibi durgunluklardır. O zaman insanlar çok fazla ürettikleri için daha az tüketirler. Ve emekleri yetersiz üretken olduğu için değil, emekleri çok üretken olduğu için daha az tüketirler.

Şimdi ekonomik alanda yabancılaşmış emeğin, belirttiğim noktalardan çıkan sonuçlardan kaynaklanan son bir biçimine geliyoruz. İşçinin ve emeğinin yabancılaşması, işçinin yaşamında temel bir şeyin değiştiği anlamına gelir. Bu nedir? Normalde herkesin içinde yaratıcı bir kapasite, belli yetenekler, insani gelişim için kullanılmamış potansiyeller vardır ve bunlar kendi emek faaliyetlerinde ifade edilmelidir.

Ancak, ücretli emek kurumu bir kez yaygınlaştığında, bu olasılıklar ortadan kalkar. Çalışma, emek zamanını satan herkes için artık kendini ifade etme aracı değildir. Çalışma sadece bir amaca ulaşmak için bir araçtır. Bu amaç da para kazanmak, ihtiyaçlarınızı karşılamak için gerekli olan tüketim mallarını satın alabilmek için bir miktar gelir elde etmektir.

Bu şekilde insan doğasının temel bir yönü, yaratıcı iş yapma kapasitesi engellenmiş ve çarpıtılmış olur. Çalışma, insanlar için yaratıcı ve üretken değil, zararlı ve yıkıcı bir şey haline gelir. Batı Avrupa’da fabrikalarda çalışmış olan Katolik rahipler ve Protestan papazlar, “işçi rahipler” olarak adlandırılan ve deneyimleri hakkında kitaplar yazmış olanlar, bu noktada Marksizm ile tamamen aynı sonuçlara varmışlardır. Ücretli bir çalışanın fabrikalarda ya da ofislerde geçirdiği saatleri hayatından eksilen zaman olarak gördüğünü beyan ederler. Üretim ve çalışma alanının dışında insani gelişim için özgürlük ve kapasite elde etmek için orada zaman geçirmelidir.

İronik bir şekilde, boş zamanda tatmin olmaya yönelik bu umudun bir yanılsama olduğu ortaya çıkmıştır. On dokuzuncu yüzyılda ve yirminci yüzyılın başlarında liberal ya da sosyal demokrat eğilimli pek çok insancıl ve hayırsever reformcu, insanların boş zamanları arttığında özgürleşebileceklerini düşünmüştür. Boş zamanın doğasının aynı şekilde ücretli emeğin doğası ve meta üretimi ve ücretli emeğe dayalı bir toplumun koşulları tarafından belirlendiğini anlamadılar.

Toplumsal olarak gerekli emek zamanı kısalıp boş zaman arttığında, boş zamanın ticarileşmesi gerçekleşti. “Tüketim toplumu” olarak adlandırılan kapitalist meta üretim toplumu, boş zamanı meta üretimi, sömürü ve birikim temelinde ekonomik olguların bütününe entegre etmek için elinden geleni yaptı.

Bu noktada yabancılaşma kavramı salt ekonomik bir olgu olmaktan çıkıp daha geniş bir toplumsal olguya doğru genişlemiştir. Bu daha geniş uygulamaya giden ilk köprü, tüketicinin yabancılaşması kavramıdır. Şimdiye kadar sadece yabancılaşmış emeğin sonuçlarından bahsettik. Ancak Marx’ın 1844 gibi erken bir tarihte anladığı gibi kapitalist toplumun temel özelliklerinden biri, insan ihtiyaçlarına ilişkin yerleşik çelişkisidir. Bir yandan, her kapitalist girişimci mümkün olduğunca az ücret ödeyerek kendi ücretlilerinin insani ihtiyaçlarını mümkün olduğunca sınırlamaya çalışır. Aksi takdirde birikim yapmak için yeterli kar elde edemez.

Öte yandan, her kapitalist diğer tüm kapitalistlerin işgücünde ücretli çalışanlar değil, potansiyel tüketiciler görür. Bu nedenle bu diğer ücretlilerin tüketim kapasitesini sonuna kadar artırmak ister, aksi takdirde üretimi artıramaz ve kendi işçilerinin ürettiklerini satamaz. Dolayısıyla kapitalizm insanların ihtiyaçlarını sürekli olarak genişletme eğilimindedir.

Belli bir noktaya kadar bu genişleme, herkesin az ya da çok iyi koşullarda beslenmesi, barınması ve giydirilmesi gibi temel gereksinimler gibi gerçek insani ihtiyaçları karşılayabilir. Ancak çok hızlı bir şekilde, kapitalizm her şeyi ticarileştirme ve mümkün olduğunca çok alet satma çabasıyla, her türlü rasyonel insani ihtiyacın ötesine geçer ve sistematik, büyük ölçekli bir şekilde yapay ihtiyaçları teşvik etmeye ve canlandırmaya başlar. Bunlardan bazıları absürd ve grotesktir. Bir örnek vereyim. Amerikalı bir yazar, Jessica Mitford, The American Way of Death adında eğlenceli bir kitap yazdı. Kitapta, insanları daha pahalı tabutlar satın almaya teşvik etmeye çalışan cenaze levazımatçılarının uygulamaları anlatılmaktadır; böylece sevgili ölüler köpük şilteler üzerinde sadece huzur içinde değil, hafifçe de dinlenebileceklerdir.  Satış görevlileri bunun cesedi değil, tüketicinin duygularını tatmin ettiğini söyler.

Cenaze işinin para kazanmaya yönelik bu grotesk girişiminde gerçek bir ihtiyacın söz konusu olmadığını gözlemlemeye gerek var mı? Aile üyelerini kaybeden insanların keder duygularından bu şekilde çıkarcı bir şekilde beslenmek skandaldır.

Bu tür bir yabancılaşma artık sadece ekonomik değil, toplumsal ve psikolojik bir nitelik kazanmıştır. İhtiyaçları sürekli olarak rasyonel olanın sınırlarının ötesine taşıyan bir sistemin motivasyonu nedir? Bu, insanlarda bilerek ve isteyerek kalıcı ve değersiz tatminsizlikler yaratmaktır. İnsanlar tam ve sağlıklı bir şekilde tatmin olsalardı kapitalizmin varlığı sona ererdi. Sistem insanlarda sürekli yapay tatminsizlik yaratmalıdır çünkü bu tatminsizlik olmadan gerçek insan ihtiyaçlarından giderek daha fazla uzaklaşan yeni aletlerin satışları arttırılamaz.

Bu türden sistematik hayal kırıklıkları yaratmaya yönelmiş bir toplum, günlük gazetelerin suç sayfalarında kaydedilen kötü sonuçları doğurur. Değersiz bir tatminsizliği besleyen bir toplum, bu tatminsizliğin üstesinden gelmek için her türlü antisosyal girişimi de besleyecektir.

Tüketiciler olarak insanların bu yabancılaşmasının ötesinde, yabancılaşmanın çok önemli iki yönü vardır. Bunlardan biri genel olarak insan faaliyetlerinin yabancılaşmasıdır. Diğeri ise insanın en temel özelliklerinden biri olan iletişim kurma kapasitesine yabancılaşmasıdır.

Yabancılaşma kavramının genel olarak insan faaliyetlerine genişletilmesiyle kastedilen nedir? Meta üretimine ve aşırı uzmanlaşmanın sınırlarına itilmiş bir toplumsal işbölümüne dayalı bir toplumda yaşıyoruz. Sonuç olarak, belirli bir işte çalışan veya geçimini sağlamak için belirli bir tür faaliyette bulunan insanlar son derece dar bir ufka sahip olma eğiliminde olacaklardır. Sadece kendi uzmanlık alanlarındaki sorunları ve meşguliyetleri görerek mesleklerinin esiri olacaklardır. Ayrıca bu sınırlılık nedeniyle kısıtlı bir sosyal ve siyasi farkındalığa sahip olma eğiliminde olacaklardır.

Bu içe kapanık ufukla birlikte çok daha kötü bir şey ortaya çıkar: insanlar arasındaki ilişkileri şeyler arasındaki ilişkilere dönüştürme eğilimi. Bu, Marx’ın Kapital‘de bahsettiği o meşhur “şeyleşme” eğilimidir, toplumsal ilişkilerin şeylere, nesnelere dönüştürülmesidir.

Olaylara bu şekilde bakmak, yabancılaşma teorisinin bir uzantısıdır. İşte geçen gün bu ülkede tanık olduğum bu dönüşümün bir örneği. Restoranlardaki garsonlar ve servis elemanları, bu şeyleşme sürecinin yaratıcıları değil, kurbanları olan yoksul emekçilerdir. Hatta bu olguya nasıl dahil olduklarının bile farkında değiller. Sistemin ve sahiplerinin kendilerine dayattığı işte en fazla sayıda müşteriye hizmet vermek için ağır baskı altındayken, müşterilere yalnızca verdikleri siparişler biçiminde bakarlar. Bir garsonun bir kişiye hitaben “Ah, siz sığır konservesi ve lahanasınız” dediğini duydum. Siz Bay ya da Bayan Brown değilsiniz, belirli bir yaşta ve belirli bir adrese sahip bir kişi değilsiniz. Siz “sığır konservesi ve lahanasınız” çünkü garsonun aklında pek çok insanın stres altında aldığı siparişler vardır.

Bu şeyleşme alışkanlığı, işçilerin insanlık dışı ya da duyarsız olmalarından kaynaklanmamaktadır. Meta üretimine ve onun aşırı işbölümüne dayanan belirli bir insan ilişkisi türünden kaynaklanır; tek bir ticaretle uğraşan insanlar, hemcinslerini yalnızca müşteri olarak ya da onlarla kurdukları ekonomik ilişkilerin merceğinden görme eğilimindedir.

Bu bakış açısı günlük dilde ifadesini bulmaktadır. Japonya’nın başlıca ticaret ve sanayi başkenti olan Osaka şehrinde, karşılaştığınız insanlara hitap ederken kullanılan yaygın üslubun “Nasılsınız?” değil, “İşler nasıl?” ya da “Para kazanıyor musunuz?” olduğunu duymuştum. Bu, burjuva ekonomik ilişkilerinin sıradan insan ilişkilerini kayda değer ölçüde insanlıktan çıkaracak kadar tamamen nüfuz ettiğini göstermektedir.

Şimdi yabancılaşmanın nihai ve en trajik biçimine geliyorum, bu da iletişim kurma kapasitesinin yabancılaşmasıdır. İletişim kurma kapasitesi insanın en temel özelliği, insan olma niteliği haline gelmiştir. İletişim olmadan örgütlü bir toplum olamaz çünkü iletişim olmadan dil, dil olmadan da akıl olmaz. Kapitalist toplum, sınıflı toplum, meta üreten toplum bu temel insani kapasiteyi engelleme, yönünü değiştirme ve kısmen yok etme eğilimindedir.

Bu sürece üç farklı düzeyde üç örnek vereyim, en sıradan bir vakadan başlayarak. İnsanlar iletişim kurmayı nasıl öğrenir? Bebekken psikologların sosyalleşme süreci olarak adlandırdıkları bir süreçten geçerler ve konuşmayı öğrenirler. Uzun bir süre boyunca küçük çocukları sosyalleştirmenin ana yöntemlerinden biri oyuncak bebeklerle oynamak olmuştur. Çocuklar bebeklerle oynarken kendilerini kopyalarlar, kendilerini kendi bireyselliklerinin dışına yansıtırlar ve bu diğer benlikle bir diyalog sürdürürler. Kendi dilleri ve oyuncak bebeğin dili olmak üzere iki dil konuşurlar ve böylece kendiliğinden doğası gereği dil ve zeka gelişimini kolaylaştıran yapay bir iletişim sürecini devreye sokarlar.

Son zamanlarda endüstri konuşan bebekler üretmeye başladı. Bunun bir ilerleme işareti olduğu düşünülüyor. Ancak bebek bir kez konuştuğunda, diyalog sınırlıdır. Çocuk artık iki dilde ya da aynı kendiliğindenlikle konuşmaz. Konuşmasının bir kısmı yönlendirilmiş ve bazı kapitalist şirketler tarafından yönlendirilmiştir.

Bu şirket, oyuncak bebeğin çocuğun zihninden çıkabilecek herhangi bir gevezelikten daha mükemmel konuşmasını sağlayan en büyük eğitimcileri ve psikologları işe almış olabilir – ancak bu konuda bazı şüphelerim var. Yine de diyaloğun spontane doğası kısmen engelleniyor, bastırılıyor ya da saptırılıyor. Diyalog ve iletişim kapasitesi daha az gelişmekte ve dolayısıyla bebeklerin konuşmadığı ve çocukların onlara kendi dillerini vermek zorunda kaldıkları daha geri zamanlara kıyasla daha az zeka oluşmaktadır.

İkinci bir örnek daha sofistike bir düzeyden alınmıştır. Toplumsal-maddi çıkarlar tarafından bölünmüş ve sınıf mücadelesinin sürdüğü her sınıflı toplum, barikatların farklı taraflarında duran insanlar arasındaki iletişim kapasitesini bir dereceye kadar bastırır. Bu, herhangi bir bireysel bakış açısından zeka, anlayış ya da dürüstlük eksikliği meselesi değildir. Bu basitçe, önemli bölücü maddi çıkarların herhangi bir birey grubu üzerinde uyguladığı engelleyici baskıların etkisidir.

İşçi ve işveren temsilcileri arasında ciddi bir gerilimin yaşandığı ücret pazarlıklarında bulunmuş olan herkes – gerçek ücret pazarlıklarından bahsediyorum, sahte ücret pazarlıklarından değil – ne demek istediğimi anlayacaktır. İşveren tarafı, son derece iyi niyetli ve liberal görüşlere sahip olsa bile, işçilerin ne hakkında konuştuğunu anlayamaz ya da sempati duyamaz, çünkü maddi-toplumsal çıkarları diğer tarafın en çok neyle ilgilendiğini anlamalarını engeller.

Bu engellemenin başka bir düzeyde (işverenler değil işçiler söz konusu olduğu için) çok çarpıcı bir örneği, 1968 yılında New York’ta Birleşik Öğretmenler Federasyonu’nun okul sistemi üzerindeki kontrolün ademi merkezileştirilmesine karşı yaptığı trajik grevde yaşandı. Kötü niyetli insanlar, aptallar ya da ahmaklar greve çok fazla katılmadı. Aslında bunların çoğu bir süre önce liberal ya da hatta sol olarak adlandırılırdı. Ancak toplumsal çıkar ve toplumsal çevrenin çok güçlü baskıları nedeniyle, diğer tarafın, yani çocuklarının eğitimi üzerinde toplum kontrolü isteyen Siyah ve Porto Rikolu kitlelerin neden bahsettiğini anlamaktan acizdiler.

Dolayısıyla Marksist yabancılaşma kavramı, toplumun ezilen sınıflarının çok ötesine uzanmaktadır. Ezenler de toplumun çoğunluğuyla insani bir temelde iletişim kuramadıkları için insani kapasitelerinin bir kısmına yabancılaşmışlardır. Sınıflı toplum ve onun derin farklılaşmaları var olduğu sürece de bu kopuş kaçınılmazdır.

Bu yabancılaşmanın bireysel ölçekteki bir başka korkunç ifadesi de meta üretimine ve işbölümüne dayalı bir toplumun kaçınılmaz olarak pek çok insanda yarattığı muazzam yalnızlıktır. Bizim toplumumuz “herkes kendi başının çaresine baksın” ilkesine dayalı bir toplumdur. Aşırıya kaçan bireycilik aynı zamanda aşırıya kaçan yalnızlık demektir.

Bazı varoluşçu filozofların iddia ettiği gibi insanın her zaman özünde yalnız bir varlık olduğu doğru değildir. İlkel toplumlarda yalnızlık kavramının ortaya çıkamayacağı entegre kolektif yaşam biçimleri olmuştur. Yalnızlık, meta üretimi ve işbölümü nedeniyle ancak burjuva toplumunda insan gelişiminin belli bir aşamasında ortaya çıkmaktadır. Ve ne yazık ki o zaman akıl sağlığının sınırlarının ötesine geçebilen muazzam bir uzantı kazanır.

Psikologlar ellerinde teyplerle dolaşıp dükkanlarda ya da sokakta insanlar arasında geçen belli türden diyalogları dinlemişlerdir.  Daha sonra bu diyalogları dinlettiklerinde, aralarında hiçbir alışveriş olmadığını keşfetmişlerdir. İki kişi birbirleriyle bir kez bile karşılaşmadan paralel çizgiler boyunca konuşmuşlardır. Her biri içini dökmek, yalnızlığından kurtulmak için fırsat kolladığı için konuşur ama karşısındakinin ne söylediğini dinlemekten acizdir.

Tek buluşma yeri diyaloğun sonunda vedalaştıkları andır. Bu vedalaşma bile hüzünlüdür çünkü bir sonraki buluşmalarında yalnızlıklarından kurtulma ihtimalini saklı tutmak isterler. Fransızların dialogue de sounds dedikleri, sağırlar arasındaki diyalogları, yani diğer insanları anlamaktan ya da dinlemekten aciz insanlar arasındaki diyalogları sürdürürler.

Bu elbette aşırı ve marjinal bir örnektir. Ne mutlu ki toplumumuzun çoğunluğu henüz bu durumda değil, aksi takdirde toplumsal ilişkilerin tamamen çökmesinin eşiğinde olurduk. Yine de kapitalizm, tüm korkunç sonuçlarıyla birlikte bu aşırı yalnızlık alanını genişletme eğilimindedir.

Bu çok karanlık bir tablo gibi görünür ve bu karanlık tablo kuşkusuz çağımızın karanlık gerçekliğine karşılık gelir. Batı’nın gelişmiş ülkelerinin çoğunda ruhsal hastalık eğrisi maddi zenginlik ve gelir eğrisine paralel olarak tırmanıyorsa, bu kasvetli tablo Marksist eleştirmenler tarafından icat edilmemiştir, içinde yaşadığımız toplumsal ve ekonomik gerçekliğin çok köklü yönlerine karşılık gelmektedir.

Ancak, daha önce de söylediğim gibi, bu vahim durum hiç de umutsuz değildir. İyimserliğimiz, emeğin yabancılaşmasının köklerine ve burjuva toplumunda insanın yabancılaşmasının özgül ifadelerine ilişkin tüm bu analiz tamamlandıktan sonra, artık emeğin yabancılaşmasının ve insanın yabancılaşmasının olmayacağı bir toplumun öngörülebileceği kaçınılmaz sonucunun ortaya çıkmasından kaynaklanmaktadır. Bu tarihsel olarak üretilmiş ve insan yapımı bir kötülüktür, doğadan ya da insan doğasından kaynaklanan bir kötülük değildir. İnsan tarafından yapılan her şey gibi, bu da insan tarafından ortadan kaldırılabilir. Bu durum tarihin bir ürünüdür ve tarih tarafından yok edilebilir ya da en azından daha fazla ilerleme ile kademeli olarak üstesinden gelinebilir.

Dolayısıyla Marksist yabancılaşma teorisi, yabancılaşmanın kademeli olarak ortadan kalkması ve nihai olarak ortadan kaldırılması için gerekli koşulların yaratılması yoluyla bir yabancılaşmama teorisini ima eder ve içerir. “Aşamalı olarak ortadan kalkma” ifadesini vurguluyorum çünkü böyle bir süreç ya da kurum, meta üretiminin, devletin ya da toplumun sınıflara bölünmesinin bir hükümet kararnamesi ya da bildirisiyle ortadan kaldırılamayacağı gibi, emir ya da bir kalem darbesiyle de ortadan kaldırılamaz.

Marksistler yabancılaşmanın kademeli olarak ortadan kalkmasının toplumsal ve ekonomik önkoşullarının ancak dünya sosyalist devriminin başlatacağı sınıfsız bir toplumda gerçekleşebileceğini bilirler. Sınıfsız bir sosyalist toplum derken elbette Sovyetler Birliği, Doğu Avrupa ya da Çin’de var olan toplumları kastetmiyorum.  En iyi durumda bunlar kapitalizm ile sosyalizm arasında bir yerde bulunan geçiş toplumlarıdır. Özel mülkiyet ortadan kaldırılmış olsa da toplumun sınıflara bölünmüşlüğünü henüz ortadan kaldırmamışlardır, hala farklı toplumsal sınıflara ve farklı toplumsal katmanlara, iş bölümüne ve meta üretimine sahiptirler. Bu koşulların bir sonucu olarak, hala yabancılaşmış emeğe ve yabancılaşmış insanlara sahipler.

İnsanın yabancılaşmasının, yabancılaşmış emeğin ve insanın yabancılaşmış faaliyetlerinin ortadan kalkmasının önkoşulları, tam da az önce saydığım süreçlerin devam etmesiyle yaratılabilir: meta üretiminin ortadan kalkması, ekonomik kıtlığın ortadan kalkması, üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kalkmasıyla toplumsal işbölümünün ortadan kalkması ve kol emeği ile entelektüel emek, üreticiler ile yöneticiler arasındaki farkın ortadan kalkması. Tüm bunlar, emeğin doğasının para, gelir ve tüketim araçları elde etmek için zorlayıcı bir gereklilikten, insanların kendi içsel ihtiyaçlarını karşıladığı ve yeteneklerini ifade ettiği için yapmak istedikleri gönüllü bir mesleğe yavaş yavaş dönüşmesini sağlayacaktır. Emeğin bu şekilde çok yönlü yaratıcı insan faaliyetine dönüşmesi sosyalizmin nihai hedefidir. Ancak buna ulaşıldığında yabancılaşmış emek ve onun tüm zararlı sonuçları ortadan kalkacaktır.

Çeviri: Yener Çıracı

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
334AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin