yazılariktibasPost-Faşizm: Tarih-ötesi Bir Kavram Olarak Faşizm – Enzo Traverso
yazarın tüm yazıları:

Post-Faşizm: Tarih-ötesi Bir Kavram Olarak Faşizm – Enzo Traverso

279 Takipçiler
Takip Et

Yeniçağ podcastını dinleyin

Son zamanlarda faşizm, pek çok gözlemcinin kesin olarak bir kenara itildiğini düşündüğü tarih yazımı tartışmalarının sınırlarını aştı ve olağanüstü bir şekilde siyasi gündeme geri döndü. Bu eğilim küreseldir. Dünya, 1930’lardan bu yana, kaçınılmaz olarak faşizmin hatırasını uyandıran radikal sağ hareketlerin benzer bir büyümesini yaşamadı. Başlangıçta bu fenomen, Fransa’da Ulusal Cephe’nin ve eski Sovyet bloğu ülkelerindeki diğer aşırı sağ hareketlerin yükselişiyle kıta Avrupa’sında ortaya çıktı. Bugün aşırı sağ partiler neredeyse tüm Avrupa Birliği ülkelerinde güçlü bir şekilde temsil edilmekte, bazen de hükümet güçleri olarak yer almaktadır. Alternative für Deutschland ve Vox’un başarısı Almanya ve İspanya’nın artık istisna olmadığını göstermektedir. Son yıllarda bu dalga tsunamiye dönüştü ve ABD’de Donald Trump, Brezilya’da Jair Bolsonaro, Hindistan’da Nabendra Modi ve Filipinler’de Rodrigo Duterte’nin seçilmesiyle diğer kıtalara da taştı. Milliyetçilik, ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve otoriterlik son derece bulaşıcı hale geldi. Her yerde faşizmin hayaletleri yeniden ortaya çıkıyor ve eski tartışmaları yeniden açıyor: 1930’lara geri mi dönüyoruz? Faşizm kavramı içinde bulunduğumuz durumun yeniliğini yansıtıyor mu?

Reinhart Koselleck’in bize hatırlattığı gibi tarihsel olgular ile bunların dilsel transkripsiyonu arasında bir gerilim vardır. Bu sadece kavramların tarihsel bir deneyimi düşünmek için vazgeçilmez olduğu anlamına gelmez. Aynı zamanda kavramların tarihsel deneyimi aşabileceği ve geçmişe bir anısal süreklilik ağıyla bağlı olan yeni gerçeklikleri kavramak için kullanılabileceği anlamına da gelir. Tarihsel karşılaştırmalar -faşizm ayrıcalıklı alanlarından biridir- tarih ve dil arasındaki bu gerilimden doğar; genellikle son derece verimlidirler, ancak homolojiler ve tekrarlardan ziyade analojiler ve farklılıklar kurarlar. Bazen de eski kavramların artık işe yaramadığını ve yenilenmeleri gerektiğini ortaya çıkarırlar.

Günümüzdde, geçmiş ve şimdi arasındaki bu dolaşıklık belirsiz bir semantik sergiler: bir yandan, neredeyse hiç kimse faşizmi açıkça desteklemez -Bolsonaro kuralı doğrulayan bir istisna- ve çoğu gözlemci radikal sağ hareketler ile 1930’lardaki ataları arasında var olan farklılıkları kabul eder; diğer yandan, bu yeni fenomeni tanımlamaya yönelik her girişim, iki savaş arası yıllarla bir karşılaştırma yapılmasını gerektir. Kısacası, faşizm kavramı bu yeni gerçekliği kavramak için hem uygunsuz hem de vazgeçilmez görünmektedir. Bu nedenle, kronolojik bir mesafeyi vurgulayan ve bugün yaşananları hem süreklilik hem de dönüşümle şekillenen tarihsel bir sıralamaya yerleştiren bir tanım olan post-faşizmden bahsetmeyi tercih ediyorum. Kronolojik olarak klasik faşizmden sonra gelen ve farklı bir tarihsel bağlama ait olan bu sağ kanat konstelasyonu, siyasi olarak ise kurucu bir deneyim olmaya devam eden klasik faşizmle karşılaştırılmadan tanımlanamaz. Bir yandan artık faşizm değildir; diğer yandan tamamen farklı da değildir; arada bir şeydir. Post-faşizm kavramı kuşkusuz tüm açık sorulara yanıt vermemekle birlikte bu geçiş aşamasına karşılık gelmektedir.

Faşizm kategorisinin İkinci Dünya Savaşı sonrasında da sıklıkla kullanıldığını unutmamalıyız. Theodor Adorno 1959’da “Nasyonal Sosyalizmin demokrasi içinde varlığını sürdürmesinin” potansiyel olarak “faşist eğilimlerin demokrasiye karşı varlığınısürdürmesinden” daha tehlikeli olduğunu yazmıştır. 1974’te Pier Paolo Pasolini, neoliberal kapitalizmin antropolojik modellerini – o zamanlar henüz embriyon halindeydi – önünde Mussolini rejiminin telafi edilemez bir şekilde arkaik göründüğü “yeni bir faşizm”, bir tür “paleo-faşizm” olarak tasvir etti (benzer argümanlarla Umberto Eco “Ur-Faşizm “den bahsetti). Ve on yıl önce, Berlusconi’nin İtalya’sını yorumlamaya çalışan pek çok tarihçi, onun klasik faşizmle akrabalığını değilse bile yakınlığını kabul etti. Elbette totaliter bir devletin kurucusu ile birkaç televizyon kanalının sahibi başarılı bir işadamı arasında muazzam farklar vardı, ancak Berlusconi’nin plebisiter demokrasi anlayışı ve karizmatik liderliği faşist arketipi güçlü bir şekilde çağrıştırıyordu. Ve Berlusconi, Donald Trump’ın mütevazı bir öncüsüydü.

Dolayısıyla faşizm sadece ulusötesi -ya da Arjantin faşizminin tarihçisi Federico Finchelstein’a göre transatlantik- değil, aynı zamanda tarihötesidir. Bir kavram ile onun kamusal kullanımı arasında bağ kuran, kaçınılmaz olarak salt tarihyazımsal bir boyutu aşan kolektif hafızadır. Aslında bu durum siyasi sözlüğümüzde yer alan pek çok kavram için geçerlidir. Amerika Birleşik Devletleri, Federal Almanya Cumhuriyeti ve Fransa’nın demokrasi olduğunu söylemek, bu ülkelerin siyasi sistemlerinin özdeşliğini ortaya koymak ya da Perikles dönemindeki Atina demokrasisine karşılık geldiklerini iddia etmek anlamına gelmez. Yirmi birinci yüzyılda faşizm ne Mussolini, Hitler ve Franco’nun yüzünü ne de totaliter terör biçimini alacaktır, ancak demokrasiyi yok etmenin pek çok yolu vardır. Demokrasiye yönelik tehditlere yapılan ritüel atıflar – örneğin barbarlar kapıda ifadesi İslami terörizmin ortaya çıkışından bu yana tüm medya tarafından kullanılan bir kinayedir – faşizm tarihinin temel bir dersini unutur: demokrasi içeriden yok edilebilir.

Radikal sağın yükselişi, iki dünya savaşı arasındaki durumla yapabileceğimiz tek benzetme değildir. Uluslararası düzenin yokluğundan 2008 ekonomik krizinin eşmerkezli dalgalarına kadar başka benzerlikler de mevcuttur ve sıklıkla vurgulanmıştır. 1920’ler ve 1930’lardaki küresel kaos on dokuzuncu yüzyıldaki “Avrupa konseri”nin çöküşüne bağlıyken, günümüzde Soğuk Savaş’ın ve iki kutuplu dünyanın sona ermesinden kaynaklanmaktadır. Bildiğimiz gibi, uluslararası istikrarsızlık her zaman güçlü insanlara olan talebi arttırır. Bazen kriz ve istikrarsızlığın iç içe geçmesi trajik tekrarlara dönüşen olaylar üretir. Batılı demokrasilerin Nazi Almanya’sından kaçan Yahudileri kabul etmeyecekleri sonucuna vardıkları 1938 Evian konferansını hatırlatan 2015 mülteci krizini düşünün.

Bu paralellikler önemli olmakla birlikte, karşılaştırmayı karmaşıklaştıran ve sorunsallaştıran bazı önemli farklılıklarla iç içe geçmektedir. Burada bunlardan en önemlilerini vurgulamak istiyorum: şiddet, antikomünizm, ütopyacılık, ırkçılık ve ekonomik ve siyasi elitlerin tutumu.

Şiddet 

İlk fark açıktır, ancak bu onu görmezden gelmek ya da aşırı vurgulamak için iyi bir neden değildir. Şiddet, klasik faşizmin hem ideolojisinde hem de pratiğinde merkezi bir öneme sahipti. George L. Mosse’nin ifade ettiği gibi  Birinci Dünya Savaşı sırasında kıta Avrupa’sının “vahşileştirilmesinin” bir ürünüydü. Savaş, siyaset dilini ve eylem araçlarını dönüştürerek siyaset alanını şekillendirdi. Pek çok ülkede, özellikle de yenilgiye uğramış olanlarda, devletin meşru şiddet tekeli radikal bir şekilde sorgulanmaya başlandı ve siyaset silahlandı. Birçok parti kendi milislerini yarattı. Bugün ise tam tersine, radikal sağ liderlerin çoğu televizyon ekranlarında görünmeye alışmış durumda; artık histerik kalabalıkları kışkırtmıyor ya da takipçilerinin üniforma giyerek yürüdüğü kitlesel mitinglere katılmıyorlar. Aktivistleri arasında şiddet, 2011’deki Utoya katliamı veya altı yıl sonraki Charlottesville araba saldırısı gibi istisnadır, kural değil. Post-faşizm çoğu Batı ülkesinde yetmiş yıllık bir barış döneminin ardından ortaya çıkmıştır. Bundan sonra demokrasi ile ilişkisi farklıdır ve “yıkıcı” bir karakter sergilememektedir. Batı, şiddeti kendi sınırları dışına, çoğunlukla Ortadoğu’ya “ihraç” edebildi ve kendi yaratıklarından biri olan terörizmi bir dış tehdit olarak göstermeye alıştı. Ancak bu bir tür şeytan çıkarma yöntemidir.

Antikomünizm 

Klasik faşizmin temel dayanaklarından biri antikomünizmdi. Büyük Savaş’tan sonra antikomünizm, milliyetçiliğin muhafazakâr bir sağdan “devrimci” bir sağa dönüşmesi için bir pota oldu: Mussolini kendi hareketini “devrime karşı devrim” olarak tanımladı. Bugün, reel sosyalizmin çöküşü ve SSCB’nin sona ermesinin ardından antikomünizm hem cazibesini hem de anlamını yitirmiştir. Bazen varlığını sürdürse de -Bolsonaro’nun “kültürel Marksizm”e karşı yürüttüğü kampanyayı düşünün- marjinal hale gelmiştir. Bunun bazı önemli sonuçları var. Geçmişte faşizmi emekçi sınıflardan ayıran güçlü bir sınır artık mevcut değil. Böylece Le Pen, Salvini, Orban ve Trump işçi sınıfını milliyetçi bir tahayyüle yeniden entegre ettiler. Elbette, çoğunlukla beyaz erkeklerden oluşan “ulusal” bir işçi sınıfına (göçmenler hariç) atıfta bulunuyorlar, ancak onları küreselleşmeye karşı savunuyormuş gibi yapıyorlar. Neoliberal özelleştirme politikasına karşı bir tür etnik olarak sınırlandırılmış refah devleti iddiasındalar. Önemli bir engel yıkılmıştır. Tarihsel bir perspektiften bakıldığında, post-faşizm yirminci yüzyıl devrimlerinin yenilgisinin bir sonucu olarak da görülebilir: komünizmin çöküşü ve çoğu sosyal demokrat partinin neoliberal aklı benimsemesinin ardından, radikal sağ hareketler birçok ülkede, yıkıcı bir yüz göstermeksizin ve terhis edilmiş bir solla herhangi bir rekabetten kaçınarak “düzene” karşı çıkan en etkili güçler haline gelmiştir.

Bu değişim anekdot olmaktan çok uzaktır. 1930’larda faşizm, sosyalist bir kültürle yoğrulmuş ve sol partiler ve sendikalar tarafından örgütlenmiş emekçi sınıfları fethedemedi. Değerlerini, kimliklerini ve dillerini birbirinden ayıran katı bir duvar vardı; farklı ritüel ve sembolleri ifade ediyorlardı. Faşizm iktidara geldiğinde işçi hareketini kendi toplumsal ve siyasi sistemine entegre edemedi; onu yok etmek zorunda kaldı. Bugün bu ayrım ortadan kalkmış durumda. Birçok Avrupa ülkesinde, solun eski kaleleri, geleneksel seçim manzarasının muhteşem bir şekilde tersine çevrilmesiyle, aşırı sağ partilerin kaleleri haline geldi.

Radikal sağ, yozlaşmış elitlere karşı klasik popülist “iyi” halk paradigmasına sahip çıkmakta, ancak bunu önemli ölçüde yeniden formüle etmektedir. Geçmişte “iyi” halk, büyük şehirlerin “tehlikeli sınıflarına” karşı etnik olarak homojen bir kırsal topluluk anlamına geliyordu. Komünizmin sona ermesinin ardından, sanayisizleşmenin vurduğu yenilmiş bir işçi sınıfı bu erdemli ulusal topluluğa yeniden entegre edildi. Post-faşist tahayyülün “kötü” insanları – göçmenler, Müslümanlar ve banliyölerin Siyahları, peçeli kadınlar, keşler ve marjinal erkekler- özgürleşmiş gelenekleri benimseyen boş zaman sınıflarıyla birleştirilir: feministler, LGBTQ, ırkçılık karşıtları, ekolojistler ve göçmen hakları savunucuları. Karşı spektrumda ise “iyi” insanlar milliyetçi, antifeminist, homofobik, yabancı düşmanıdır ve ekoloji, modern sanatlar ve entelektüalizme karşı açık bir düşmanlık beslerler.

Anti-Ütopyacılık

Post-faşizm, yirminci yüzyıl umutlarının çöküşüyle şekillenen “post-ideolojik” bir çağa aittir ve bir kez daha Koselleck ile konuşacak olursak, herhangi bir “beklenti ufkundan” yoksun olan yeni bir zamansallık rejimini kırmaz. 1930’larda faşizm bir “ulusal devrim” iddiasında bulundu ve kendisini hem liberalizme hem de komünizme karşı alternatif bir medeniyet olarak tasvir etti. Eski ve çökmekte olan demokrasilerin yerine geçerek kıtayı yeniden canlandıracak olan “Yeni İnsan”ın doğuşunu ilan etti. Aksine, post-faşizmin ütopik emelleri yoktur. Modernliği, son derece muhafazakar olan projesinden ziyade propaganda araçlarında yatmaktadır -tüm liderleri televizyon reklamcılığına ve iletişime aşinadır-. Küreselleşme, göç, İslam, terörizm gibi medeniyet düşmanlarına karşı radikal sağ sadece geçmişe dönüşü talep etmektedir; ulusal para birimi, ulusal egemenlik, “ulusal tercih”, göçün durdurulması, Batı ülkelerinin Hıristiyan köklerinin korunması, cinsiyet hiyerarşileri, ailenin savunulması vb.

Bu açıdan bakıldığında yeni radikal sağ faşist olmaktan çok neo-muhafazakârdır; aristokratik ve antidemokratik değerleri gelecekteki bir siyasi düzene (gizemcilik ve idealize edilmiş teknolojinin tuhaf bir karışımı) yansıtan “muhafazakâr devrim”den ziyade “kültürel umutsuzluk” (Fritz Stern tarafından tanımlanan Kulturpessimismus) geleneğine aittir. Alternative für Deutschland’ın ideologu Rolf-Peter Sieferle’yi düşünün. Kozmopolit ve post-milli değerlerin hakim olduğu ve Habermas’ın “anayasal vatanseverlik” fikriyle tamamen yeniden şekillenen Almanya’nın çöküşünden şikayet ettiği kötümser bir broşür yazdı. Entelektüel vasiyeti olan Finis Germania’ (2017) yayınladıktan sonra intihar etti. Kısacası, bu bir “kurtarıcının” yörüngesi değildir. Bir kez daha, “bütüncül milliyetçilik”, “topyekûn seferberlik” ve yeni “milisler” çağının düşünürleri Maurice Barrès ve Ernst Jünger tarafından somutlaştırılan modern intikam ve yenilenme çağrısından ziyade, Arthur Gobineau ve Oswald Spengler tarafından on dokuzuncu yüzyılda ve yirminci yüzyılın başlarında detaylandırılan “çöküş” söylemini hatırlatır. Bu düşünürlerin modernizm karşıtlığı, klasik faşizmin tipik özelliği olan siyaseti estetize etme eğiliminin karşıtıdır.

Aslında, hem post-faşist hem de radikal sol kültürde geleceğin yokluğu arasında çarpıcı bir simetri vardır. “Bin Yıllık İmparatorluk” ya da Roma İmparatorluğu’nun yeniden doğuşu mitinin tutulması, sosyalist ütopyanın sonuyla örtüşmektedir. Bolşevizm ve faşizm arasında 1930’ları derinden şekillendiren geleceği fethetme rekabetinin bugün bir karşılığı yoktur. Ernst Bloch’a göre kitlelerin bilinçdışında ve rüyalarında gerçekleşen bu rekabet, geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısına aittir. ABD’de Occupy Wall Street, İspanya’da 15-M ya da Fransa’da la Nuit debout gibi birçok sol hareket gelecek için yeni bir proje inşa etmeye çalışırken, post-faşizm kaybolan “beklenti ufkunun” bıraktığı boşluğu geçmişe doğru gerici bir geri çekilme ile doldurmaktadır.

Yabancı Düşmanlığı

Radikal sağın ortak özelliği yabancı düşmanlığıdır. Göçmenlere karşı duyulan nefret ideolojilerini şekillendirir ve eylemlerine ilham verir. “Göçmenleri” “sızmış düşmanlara”, ulusal toplumun sağlığını tehdit eden yabancı bedenlere dönüştürürler. Küreselleşme, çok çeşitli ve genellikle antipodal bir dizi güçlü tepkiye yol açmıştır. Bunların arasında post-faşizm kesinlikle en gerici olanıdır; etnik milliyetçiliğin yeniden canlanması. Monolitik kimlikler adına kültürel çoğulculuğu reddeder ve kültürel, ırksal ya da dini çoğulculuğu reddeder. Georg Simmel’in yabancı paradigmasını Carl Schmitt’in düşman figürüne dönüştürür. Günah keçisi arayışı faşist söylemin kurucu bir unsurudur ve post-faşizm bu yoldan sapmaz, ancak bir takipçiden ziyade bir yenilikçidir: Nefretinin ana hedefi artık Yahudiler değil, Müslümanlardır. Antisemitizmden İslamofobiye geçiş, analiz edilmeyi hak eden önemli bir değişimdir.

Faşizm güçlü bir şekilde Yahudi karşıtıydı. Antisemitizm, Alman Nasyonal Sosyalizminin tüm dünya görüşünü şekillendirmiş ve Fransız radikal milliyetçiliklerinin çeşitlerini derinden etkilemiştir; 1938’de İtalyan faşist rejiminin yasalarına girmiştir ve Yahudilerin on beşinci yüzyılın sonunda kovulduğu İspanya’da bile Franco’nun propagandası onları ulusal Katolikliğin düşmanları olarak Kızıllarla özdeşleştirmiştir. Elbette yirminci yüzyılın ilk yarısında antisemitizm, sembolik sınırlar oluşturduğu aristokrat ve burjuva katmanlardan entelijansiyaya kadar hemen her yerde yaygındı: 1930’ların en çok okunan yazarlarının çoğu Yahudilere karşı nefretlerini gizlemedi. Ancak bugün ırkçı söylemde Yahudilerin yerini Müslüman göçmenler almış durumda. Biyolojik teorilere dayanan bilimsel bir doktrin olan ırkçılığın yerini, “Yahudi- Hıristiyan” Avrupa ile İslam dünyası arasındaki indirgenemez farklılığı vurgulayan kültürel bir önyargı almıştır. Yüzyılı aşkın bir süredir tüm Avrupa milliyetçiliklerini şekillendiren geleneksel antisemitizm ortadan kalkmadı -hem Avrupa’da hem de Amerika Birleşik Devletleri’nde sinagoglara ve Yahudi okullarına yönelik periyodik neo-Nazi saldırıları bunun devam ettiğini kanıtlıyor- ancak artık bir fenomen haline geldi ya da sağdan İslami köktenciliğe geçti. İletişim kuran damarlar sisteminde olduğu gibi, savaş öncesi Antisemitizm azalmış ve İslamofobi artmıştır. Aslında bu tarihsel aktarımda belirli bir süreklilik söz konusudur. Düşmanın post- faşist temsili eski ırksal paradigmayı yeniden üretmekte ve eski Yahudi Bolşevik gibi İslamcı terörist de genellikle ötekiliğini vurgulayan fiziksel özelliklerle tasvir edilmektedir.

Bir yüzyıl içinde radikal sağın entelektüel iddiası önemli ölçüde azalmıştır. Günümüzde ne Edouard Drumont’un Yahudi Fransa’sı(1882) ya da Houston Stewart Chamberlain’in Ondokuzuncu Yüzyılın Temelleri (1899) kitabının ne de 1930’larda Hans Günther’in ırk antropolojisi üzerine yazdığı denemelerin bir benzeri vardır. Yeni milliyetçilik, Giovanni Gentile, Martin Heidegger ve Carl Schmitt gibi filozoflardan bahsetmek bir yana, Louis Ferdinand Céline ve Pierre Drieu La Rochelle gibi yazarlar üretmedi. Post-faşizmin kültürel humusu edebi yaratıcılıkla değil -belki Michel Houellebecq’in 2022’de Fransa’nın bir İslam Cumhuriyetine dönüştüğünü tasvir eden Soumission (2016) romanı hariç- daha ziyade medyanın ilgisini çekmek için yürütülen büyük bir kampanya ile besleniyor. Faşist olarak nitelendirilemeyecek pek çok siyasi ve entelektüel şahsiyet, televizyon kanalı ve popüler dergi bu kültürel humusun inşasına katkıda bulundu. Oriana Fallaci’nin “fareler gibi üreyen” ve katedrallerimizin duvarlarına işeyen Müslümanlara ilişkin ateşli düzyazılarını hatırlayabiliriz.

George L. Mosse, klasik faşizmde konuşmanın yazılı metinlerden daha önemli olduğuna işaret etmişti. Televizyon ve sosyal medya tarafından yönlendirilen kelimeler ve imgeler kültürünün metinselliğin yerini aldığı bir çağda, post-faşist söylemin öncelikle medya aracılığıyla yayılması ve edebi ürünlere (Soumission gibi medya etkinliklerine dönüştürüldükleri ölçüde kullanışlı hale gelen) ikincil bir yer vermesi şaşırtıcı değildir.

Günümüz İslamofobisi ile faşizm öncesi dönemdeki antisemitizm arasında birçok önemli benzerlik gözlemleyebiliriz. Ancak Fransa ve Almanya arasında ayrım yapmalıyız. Dreyfus Olayı’ndan sonra Fransız antisemitizmi Polonya ve Rusya’dan gelen Yahudi göçmenleri damgaladı ama asıl hedefi Üçüncü Cumhuriyet döneminde bürokraside, orduda, akademik kurumlarda ve hükümette çok önemli mevkileri işgal eden üst düzey memurlardı (juifs d’Etat). Yüzbaşı Dreyfus’un kendisi de böyle bir toplumsal yükselişin sembolüydü. Halk Cephesi döneminde antisemitizmin hedefi, “Anti-Fransa” tarafından fethedilmiş bir Cumhuriyet imajını somutlaştıran Yahudi bir züppe olan Léon Blum’du. Yahudiler “devlet içinde devlet” olarak tanımlanıyordu ki bu konum, Avrupa ülkelerinin kurumlarında hala büyük ölçüde temsil edilmeyen Müslüman azınlıkların mevcut durumuyla kesinlikle örtüşmemektedir.

Bu nedenle, gazeteler Reich’ın etnik ve dini matrisini sorgulayan bir “Yahudi istilasına” (Verjudung) karşı uyarıda bulunurken, Yahudilerin devlet aygıtından dikkatlice dışlandığı Wilhelmine Almanyası ile karşılaştırma yapmak daha yerinde olacaktır. Anti-Semitizm, Yahudilerin en dinamik grup olarak ortaya çıktığı, hızlı modernleşme ve kentleşme ile parçalanmış bir ülkede, Almanların ulusal bilinci olumsuz bir şekilde tanımlamasına izin veren bir “kültürel kod” rolü oynadı. Başka bir deyişle, bir Alman her şeyden önce Yahudi olmayan biriydi. Benzer bir şekilde, bugün İslam, Avrupalıların küreselleşme sürecinde tehdit edilen veya yutulan “kayıp” ulusal kimliklerini negatif bir sınırla bulmalarını sağlayan kültürel bir kod haline gelmektedir.

Bazen anti-semitizm ve İslamofobi post-faşist söylemde birbirini tamamlayan iki retorik figür olarak bir arada yer almaktadır. Bu kombinasyonun en çarpıcı örneği, çifte tehdidi kınayan Macar hükümetinin başı Viktor Orban’da görülmektedir: Orban, Wall Street’ten Yahudi bir elit tarafından organize edilen finansal bir komplo (konuşmalarının olağan hedefi bankacı George Soros’tur) ve kitlesel göçle somutlaşan demografik bir tehdit, “İslami istila” olarak bahseder. Orban kadar açık olmasa da benzer argümanlar Orta ve Batı Avrupa’daki diğer aşırı sağcı liderler tarafından da sıklıkla dile getirilir. Ancak bu tür yabancı düşmanı söylemlerin çoklu çelişkilerini göz ardı etmemeliyiz: Orban, Trump, Bolsonaro ve diğer aşırı sağcı liderler gibi İslam karşıtı güçlü bir kale (ve Visegrad grubu ile ABD arasında faydalı bir aracı) olarak gördüğü İsrail ile çok iyi bir ilişkiye sahiptir. İçişleri Bakanı olarak mültecileri taşıyan ONG gemilerinin Sicilya kıyılarına ulaşmasını engellediğinde uluslararası üne kavuşan İtalyan radikal sağının lideri Matteo Salvini’yi düşünün. Bir ay önce, sadece bir hafta boyunca, hem göçmenlere karşı kitlesel toplantılara katıldı hem de Roma’da İsrail büyükelçisinin seçkin bir konuk olarak katıldığı antisemitizme karşı bir konferans düzenledi.

Fransa’da “İslami istila” efsanesi ilk olarak edebi bir mecaz olarak formüle edildi ve kısa sürede bir slogana dönüştü: “büyük yer değiştirme” (le grand remplacement). Bu söz sanatının -Fransa’nın “İslamlaşması”- mucidi, Ulusal Cephe’ye yakınlığını gizlemeyen bir yazar olan Renaud Camus’dur. On beş yıl önce dergisinde Fransız kültür medyasındaki ezici Yahudi varlığından şikayet etmiş; sonraki yıllarda ise odağını “büyük yer değiştirme”nin aktörleri olan Müslümanlara kaydırmıştır. Camus, Fransız muhafazakârlığının eski ekolüne mensuptur. Ebedi Fransa’nın yok oluşundan yakınması, Léon Bloy’un broşürlerinin ıstıraplı tadına sahiptir. Ancak “büyük yer değiştirme” teorisinin en popüler savunucuları iki kamusal entelektüeldir: Eric Zemmour ve Alain Finkielkraut. Zemmour bu konuya Fransız İntiharı (2015) başlıklı, altı ayda 500.000 kopya satan çok başarılı bir kitap ayırmıştır. Finkielkraut ise çok satan bir başka kitabın, L’identité malheureuse’un (“mutsuz kimlik”) yazarıdır ve bu kitabında iki felaketle karşı karşıya kalan büyük bir ulusun çaresizliğini anlatmaktadır: Çok kültürlülük ve yanlışlıkla idealize edilen melezlik (Fransız “eritme potası”, “Siyah-Blank-Beur”, yani Siyah, Beyaz ve Mağripli bir Fransanın métissage’ı: 1998’de Fransa’nın Dünya Kupası’nı kazanmasının ardından çok popüler hale gelen ulusal bir imaj).

Tarihsel bir perspektiften bakıldığında, “büyük yer değiştirme” miti, klasik bir anti-Semitik klişe ile bazı şaşırtıcı yakınlıklar ortaya koymaktadır. Bu söylem, on dokuzuncu yüzyılın sonundaki Alman milliyetçiliğinin söyleminden çok da farklı değildir. En saygın Alman tarihçisi Heinrich von Treitschke, 1880’de Yahudilerin Alman toplumuna “sızmasından” (Einbruch), kültür geleneklerini sarsmalarından ve yozlaştırıcı bir unsur olarak hareket etmelerinden üzüntü duyuyordu. Treitschke’nin vardığı sonuç, bir tür slogan haline gelen bir umutsuzluk notuydu: “Yahudiler bizim mutsuzluğumuzdur” (die Juden sind unser Unglück). Bu slogan 1930’larda Nasyonal Sosyalizm tarafından benimsendi. Aslında Finkielkraut’un ve Treitschke’nin “mutsuzluğu” aynı köklere sahiptir. Modernleşme ve küreselleşme karşısında duyulan benzer bir hoşnutsuzluk, bir günah keçisi arayışıyla birleşmiştir.

ABD’de “büyük yer değiştirme”nin karşılığı Donald Trump’ın “Önce Amerika” sloganıdır ve bu sloganın da tıpkı Fransızcadaki karşılığı gibi yakın zamanda Sarah Churchwell tarafından analiz edilen ilginç bir soyağacı vardır. Kelimelerin, onları konuşanların bile bilincinde olmadığı kendi tarihleri vardır. Seçkin bir faşizm tarihçisi olan Robert O. Paxton, sık sık neredeyse faşizan davranış ve değerlendirmelerde bulunmasına rağmen Donald Trump’ın muhtemelen faşizm üzerine hiçbir kitap okumadığına dikkat çekmiştir. Bununla birlikte, onun sloganı büyük ve ağır bir geçmişin yükünü taşımaktadır. Birinci Dünya Savaşı’na kadar “Önce Amerika” izolasyonizmin mantrasıydı; bencillik ruhunu ve ulusal çıkarların her türlü dış koşuldan bağımsız olarak savunulması gerektiği inancını çağrıştırıyordu.

Ancak Büyük Savaş bir dönüm noktası oldu. 1920’lerin başından itibaren bu slogan, birçok çağdaşına göre olası bir Amerikan faşizminin özelliklerini ifade eden yeni bir ulusçuluğun iddialarını yoğunlaştırana kadar farklı bir anlam kazandı. Bolşevik karşıtı “kızıl korku” ve o dönemde en yüksek etkisine ulaşan KKK’nın yükselişi tarafından öne sürülen “Önce Amerika” biyolojik ırkçılık açısından yeniden yorumlandı. Amerika Birleşik Devletleri kendisini, Güney ve Doğu Avrupa’dan gelen ve medeniyetinin biyolojik temellerini değiştiren bir dış tehdit olan kitlesel göçten korumak zorundaydı. İtalyan, Polonyalı ve Balkan köylülerinin yanı sıra Doğulu Yahudiler, geleneksel, yani çalışkan Amerika’nın temel direği olan Nordikliği yok ediyordu. Chamberlain, Drumont, Barrès ve Maurras’ın ABD’deki muadilleri öjenikçi Madison Grant, The Passing of the Great Race (1916) ve Lothrop Stoddard’ın The Rising Tide of Color Against White World-Supremacy (1920) adlı kitaplarının yazarıydı. Her ikisi de göç nedeniyle “İskandinav kanından homojen bir nüfus” olarak kalamayan bir ulus için çöküşün geleceğini ilan ediyordu. Bu büyük kampanya, KKK tarafından coşkuyla desteklenen ve Güney ve Doğu Avrupa’dan göç dalgasının yeni başladığı 1890’da her ulusun ortalamasına karşılık gelen ulusal kotaları belirleyerek göçü %80’den fazla azaltan 1924 Ulusal Kökenler Yasası ile sonuçlandı.

Yeni Düzen çağında bu ırkçı yerelcilik dalgası ortadan kayboldu, ta ki Donald Trump’la birlikte muhteşem bir şekilde geri gelene kadar. Dolayısıyla, Latin kökenli ve Müslüman göçmenlere karşı yaptığı konuşmaların tarihsel arka planını çizmek çok zor değil. Ocak 2018’de, ABD’nin “Norveç gibi yerlerden daha fazla insan” kabul etmek yerine Afrika ve Haiti gibi “bok çukuru ülkelerden gelen tüm bu insanları” kabul etmeyi bırakması gerektiğini söyleyerek kamuoyunu şok etti. 1924’te olduğu gibi 2018’de de göçü durdurmak “Amerika için bir ölüm kalım meselesi”, “Amerika’yı yeniden büyük yapmanın” koşuluydu.

Sömürgede Bastırılanların Dönüşü 

Ancak İslamofobi, kökleri eski olduğu ve kendi geleneğine, yani sömürgeciliğe sahip olduğu ölçüde, eski anti-Semitizmin basit bir taklidi değildir. Avrupa’da sömürgecilik, yurttaşlar ile sömürge tebaası arasındaki ikiliğe -Fransızcada citoyens ve indigènes hukuki kategorilerine- dayanan ve toplumsal, mekânsal, ırksal ve siyasi sınırları belirleyen bir siyasi antropoloji icat etmişti.

İslamofobinin sömürgeci matrisi, klasik faşizmin emperyal ve fetihçi hırslarını terk ederek çok daha muhafazakar ve “savunmacı” bir duruş benimseyen post-faşizmin ideolojik metamorfozlarını anlamamız için bize bir anahtar sunmaktadır. Fethetmek değil, kovmak ister (hatta 1990’ların başından beri ABD ve Batılı müttefikleri tarafından sürdürülen neo-emperyal savaşları eleştirecek kadar). On dokuzuncu yüzyıl sömürgeciliği Avrupa dışındaki toprakları ele geçirip temellük ederek “medenileştirme misyonunu” gerçekleştirmek isterken, postkolonyal İslamofobi aynı değerler adına içerideki bir düşmana karşı savaşmaktadır. Reddetme işgalin yerini aldı, ancak motivasyonları değişmedi: Geçmişte fetih boyun eğdirmeyi ve “medenileştirmeyi” amaçlıyordu; bugün ise kovma medeniyeti “korumayı” amaçlıyor. Bu durum, laiklik ve İslami peçe üzerine, özellikle Fransa’da, kamuya açık yerlerde peçeyi yasaklayan İslamofobik yasalara yol açan, tekrarlanan tartışmaları açıklamaktadır. Yeni-sömürgeci ve ayrımcı bir laiklik anlayışı üzerindeki bu uzlaşı, post-faşizmin kamusal alanda meşrulaştırılmasına önemli ölçüde katkıda bulunmuştur.

Post-faşizmin neo-muhafazakâr karakterine işaret ettim, ancak bu eğilim birçok çelişkiyle şekillenmiştir ve Joseph de Maistre’ye dönüş olarak yorumlanmamalıdır.

Liberal demokrasi ve piyasa toplumları tarafından inşa edilen antropolojik bir sahiplenici bireycilik modeli gibi sağlam bir siyasi geleneğin içinden çıkan post-faşizm, faşist ideal tipinden kopmuş ve birçok durumda Aydınlanma mirasına sahip çıkmıştır. Post-totaliter insan hakları çağında bu ona saygınlık kazandırmaktadır. Klasik sömürgecilik ilerleme ve evrensellik adına yapılmıştı; post-faşizmin birleşmeye çalıştığı gelenek budur. İslam’a karşı savaşını eski ve bugün artık kabul görmeyen doktriner ırkçılık argümanlarıyla değil, İnsan Hakları felsefesiyle meşrulaştırmaktadır. Bu konuda babasıyla arasına açık bir mesafe koyan Marine Le Pen, göçmenlere karşı sadece yerli Fransızları savunmak istemiyor; kadınları da İslami gericiliğe karşı savunmak istiyor. Homofobi ve eşcinsel dostu İslamofobi bu değişen radikal sağda bir arada bulunmaktadır. Hollanda’da feminizm ve eşcinsel hakları, önce Pim Fortuyn, ardından da halefi Gert Wilders tarafından yürütülen, göç ve Müslümanlara karşı şiddetli bir yabancı düşmanı kampanyanın bayrakları olmuştur.

Elitler 

Klasik faşizm ile post-faşizm arasındaki son önemli fark, küresel elitlerin konumunda yatmaktadır. 1930’larda komünizm korkusu onları Hitler, Mussolini ve Franco’yu kabul etmeye itmiştir. Birçok tarihçinin de belirttiği gibi, bu diktatörler devlet adamları ve geleneksel muhafazakar partiler tarafından yapılan birçok “yanlış hesaplamadan” kesinlikle faydalandılar, ancak Rus Devrimi ve dünya buhranı olmasaydı, çökmekte olan Weimar Cumhuriyeti’nin ortasında, Almanya’nın ekonomik, askeri ve siyasi elitlerinin Hitler’in iktidarı ele geçirmesine izin vermeyeceğine şüphe yok. Hitler’i ırkçılığı ya da antisemitizminden çok, pleb kökenleri, fanatizmi ve histerik üslubu nedeniyle hor görüyorlardı ama onu Bolşevizme tercih ettiler ve yeni bir Spartakist devrim tehdidi karşısında onu kurtarıcı olarak karşılamaya hazırdılar. Bugün de Amerikan seçimlerinde benzer bir şey olabilir. Küresel elitler ne korumacıdır ne de göçü durdurmakla ilgilenirler ve Trump’ın kültürünü ya da tarzını paylaşmazlar, ancak Hillary Clinton’ı destekledikleri 2016’nın aksine, bu kez muhtemelen Bernie Sanders’a karşı Donald Trump’ı destekleyeceklerdir.

Avrupa’da ise durum farklıdır. Orada ekonomik elitlerin çıkarları radikal sağdan ziyade Avrupa Birliği tarafından çok daha iyi temsil edilmektedir. Radikal sağ, ancak kıtayı kaos ve istikrarsızlık ortamına itecek bir Avro çöküşü durumunda güvenilir bir muhatap ve potansiyel bir lider haline gelebilir. Ne yazık ki böyle bir olasılığı göz ardı edemeyiz. Avrupa Birliği elitleri, 1914’ün kıyısındaki “uyurgezerleri”, felakete ne olup bittiğinden tamamen habersiz giden “Avrupa konseri” sahiplerini hatırlatıyor.

İki savaş arası yıllarda liberal demokrasiler faşizmin yükselişine, Fransa ve İngiltere’nin İspanya İç Savaşı sırasında müdahale etmemeleri ve 1938’deki Münih Konferansı’nda Hitler’e taviz vermeleri gibi anlayışsızlık ve kayıtsızlığın karışımından oluşan belirsiz bir tavırla baktılar. Benzer bir belirsizlik, Güney ve Orta Avrupa’daki birçok ülkede radikal sağ ile geleneksel sağ arasında yaşanan gizli anlaşmalarla bugün de kendini tekrar ediyor gibi görünmektedir. Avrupa Parlamentosu’nda Victor Orban’ın yandaşları Angela Merkel’in yandaşlarıyla ittifak halindedir ve daha birkaç gün önce Thüringen’de CDU ve AfD, Merkel’in kendisi tarafından reddedilmeden önce sola karşı ittifak kurmuştur. Bu olaylar post-faşizmin istikrarsız bir oluşum olduğunu ve gelecekte değişebileceğini teyit etmektedir, ancak radikal sağ şimdiye kadar meşruiyetini neoliberalizmi reddetmesine dayandırmıştır. Küresel elitler kozmopolittir; Wolfgang Streck’in yerinde bir şekilde işaret ettiği gibi tepki olarak “aşağıdan bir tür elitizm karşıtı milliyetçilik” doğuran, ekonomik ve kültürel olarak post-ulusal bir evrenselcilik biçimini somutlaştırmaktadırlar. Post-faşizm bu korku dolu kızgınlığa siyasi bir ifade kazandırmayı başardı.

Günümüzün radikal sağcı hareketlerinin kökleri eskiye dayanmakla birlikte, yükselişleri siyasi elitler ile mali elitler arasındaki simbiyotik ilişkiyi çarpıcı bir şekilde ortaya çıkaran ekonomik kriz tarafından körüklenmiştir. 1990’lardan bu yana, yani Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana, hem sol hem de sağ hükümet güçleri neoliberalizmi bir tür benzersiz düşünce (penséeolarak benimsedi. Sonunda bir alternatif olarak ortaya çıkan aşırı sağın olağanüstü yükselişinin temel dayanağı da budur. Dolayısıyla, 1930’ların elitlerinin faşizmin yükselişini durduramadığı gibi, müesses nizamın savunulmasının da post-faşizme bir cevap olamayacağından korkuyorum. Radikal sağın, neoliberal akıl tarafından yürütülen “demokrasinin geri alınması” sürecine demokratik olmayan bir cevap olduğu söylenebilir. Max Horkheimer 1939 tarihli ünlü aforizmasında “Kapitalizm hakkında konuşmak istemiyorsanız, o zaman faşizm hakkında sessiz kalmalısınız” diye yazmıştı. Bugün ise şöyle denebilir: “Eğer neoliberalizm hakkında konuşmak istemiyorsanız, post-faşizm hakkında sessiz kalmalısınız.”

Popülizm 

Tarihsel faşizm ile yukarıda bahsettiğim epigonları arasındaki önemli farklılıkları göz önünde bulunduran bazı akademisyenler, ikincisini popülist olarak tasvir etmeyi önermektedir. Onlara göre popülizm, karizmatik liderlik, siyasi otoriterlik, çoğulculuğun reddi, etnik milliyetçilik, mitsel egemenlik görüşleri, yabancı düşmanlığı ve ırkçılığın genellikle ayrımcı yasalara dönüşen yeni bir korelasyonudur. Bu tanıma katılabiliriz. Ancak kamusal söylemde popülizm çoğu zaman bir kafa karışıklığı ve yanlış anlama kaynağıdır. Bugün, elitlerin kendileri tarafından bir tür “bağışıklık kazandırma aracı” olarak silahlandırılmaktadır. Neoliberal aklın alternatifi olmadığı için, onu eleştiren herkes otomatik olarak popülist olarak damgalanıyor. Benzer bir şekilde, Soğuk Savaş sırasında totalitarizm terimi sözde “özgür dünyayı” “bağışıklı hale getirmek” için kullanıldı: Komünizm faşizmle değiştirilebilirdi ve piyasa toplumuna ve liberal demokrasiye yönelik tüm eleştiriler totaliter düşmanlardı.

Eğer popülizm, yozlaşmış elitlere karşı efsanevi bir “halk” tarafından somutlaştırılan erdemlere karşı çıkmayı içeren retorik bir eğilim ise, çağdaş aşırı sağ hareketlerin çoğunun popülist olduğuna şüphe yoktur. Ancak böyle bir tanım, onların içeriğini kavramaksızın sadece siyasi tarzlarını tanımlamaktadır. Ve bu içerik çok farklı olabilir. Örneğin Latin Amerika’da, demagojiyi kullanan ve sıklıkla -özellikle son zamanlarda- otoriter özellikler taşıyan uzun bir sol popülizm tarihi vardır, ancak amacı öncelikle alt sınıfları bazı temel hakları güvence altına alarak toplumsal ve siyasi sisteme dahil etmektir. Batı Avrupa’da sağ popülizm yabancı düşmanı, ırkçıdır ve dışlama politikaları talep eder. On dokuzuncu yüzyıldan bu yana, bir Rus ve bir Amerikan popülizmi, çok çeşitli Latin-Amerikan popülizmleri, bir sağ kanat ve bir sol kanat popülizmi deneyimledik. Şimdi, eğer popülizm Donald Trump ile Bernie Sanders’ın, Podemos ile Vox’un, Marine Le Pen ile Jean-Luc Mélenchon’un ve Evo Morales ile Jair Bolsonaro’nun birbirinin yerine kullanılabileceği anlamına geliyorsa, bence işe yaramaz bir kavram haline geliyor. Popülizm bukalemunik bir kelimedir. Sıfat bir töze dönüştüğünde, sezgisel değeri dramatik bir şekilde düşer. Çoğu zaman popülizm, rakiplerini diskalifiye etmek için onu kullananların halkı küçümsediğini ortaya koyan bir kelimedir. Bu nedenle post-faşizmin daha uygun bir tanım olduğunu düşünüyorum.

Sonuç olarak, faşizmi tarih-ötesi bir kavram olarak ele almak, onun ebedi karakterini ortaya koymak veya tekrarlanmasını öngörmek anlamına gelmez. Yirmi birinci yüzyılda ancak yeni bir kisve altında ortaya çıkabilir ve konuşmamın başında da belirttiğim gibi, onu tasvir etmek için muhtemelen yeni kelimelere ihtiyacımız olacak. Eğer faşizm tarih-ötesi ise, bunun nedeni her şeyden önce basit bir tarihyazımı nesnesinden çok daha fazlası olmasıdır. Aynı zamanda bir hafıza alanıdır ve bu haliyle bugünümüzü ve siyasi tahayyülümüzü etkiler. Holokost’u anmak, şimdiki zamanın ırkçılığına karşı mücadele etmemize yardımcı olmadığı sürece faydasızdır. Demokrasilerin kırılgan fetihler olduğu, bazen patladıkları ve yirminci yüzyıl tarihinin aynı zamanda parçalanma tarihi olduğu bilincini bize aşılamıyorsa, faşizmi incelemek de benzer şekilde anlamsız olacaktır.

Çeviri: Yener Çıracı

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
318AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin