NATO’nun Washington’da gerçekleştirilen 75. kuruluş yılı zirvesine savaş kışkırtıcısı mesajlar damgasını vurdu. Toplantının sonuç bildirgesinde İsrail’in Gazze’de yürüttüğü katliama ilişkin bir tepki yer almazken, Rusya ile bağlarını koparmayan başta Çin olmak üzere İran ve Kuzey Kore’ye yönelik tehditkâr bir dil kullanıldı.
ABD’nin gerileyen ekonomik, teknolojik ve siyasi hegemonyasının, askeri mücadeleyi öne çıkararak yeniden tesis edilmesi için bir nükleer savaş tehlikesinin dahi göze alınması dikkat çekiyor. NATO güçleri Ukrayna’ya askeri harcamalar için 40 milyar dolar daha aktarmaya söz verirken, Ukrayna’da bir ofis açma kararını da duyurdular. Muhtemelen zirvenin en provokatif adımı, Almanya’ya Tomahawk, SM-6 gibi uzun menzilli füzeler yerleştirilmesine karar verilmesiydi. Bu füzeler başta Moskova ve Saint Petersburg, Rusya’nın iç bölgelerine hatta Kazakistan’a kadar uzanma potansiyeline sahip. Rusya Cumhurbaşkanı Vladimir Putin de bu hamleler karşısında tavırsız kalmayacağını, kendilerinin de bir nükleer güç olduğunu, ellerindeki silahları kullanmakta tereddüt etmeyeceklerini söyleyerek meydan okudu.
Sonuç bildirgesinin belki de en kritik noktası, Çin’i “belirleyici yardakçı” (decisive enabler) ifadesiyle niteleyecek, doğrudan savaş minderine çekme çabalarıydı. Çin bu iddialara, Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Lin Cien aracılığıyla “NATO’yu ülkemizin iç politikasına müdahale etmemeye ve Avrupa’da kargaşa yarattıktan sonra Asya-Pasifik’te de kaos oluşturmamaya çağırıyoruz” ifadesiyle sert bir yanıt verdi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan da, içeride tüm esip gürlemesine karşın zirvede Filistin trajedisiyle ilgili bir tavır koyamadıktan sonra; sanki kendisi taraf değilmiş gibi, Newsweek dergisine “NATO ve Rusya arasında doğrudan çatışma ihtimali endişe verici” yolunda demeç verdi. Bu “isabetli” kaygıyı ifade etmesinin ardından, Şanghay İşbirliği Örgütü’nün de (ŞİÖ) BRICS’in de NATO’ya alternatif olmadığını söyledi. Halbuki bunlar birbirine karşı konumlanmış, bağdaşması olanaksız yapılar. Türkiye her ne kadar ŞİÖ’de “diyalog ortağı” gibi “gözlemci” nin de altında belirsiz bir statüye sahip olsa da, üyeliği asla söz konusu değil. Çünkü askeri üsleriyle, ortak tatbikatlarıyla NATO’nun bir parçası. 15 Temmuz 2016 sürecinde Kuzey Atlantik ittifakına tepki anlamında milyarlarca dolar para dökülen Rusya menşeli S-400 füze savunma sistemlerinin akıbeti meçhul. Bir kez daha, Erdoğan’ın bir dönem celallenmesi, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası ABD’ye nispet yapması için akıtılan paralar boşa gitmiş görünüyor.
Aslında bu süreci Yol Politika Kolektifi’nin 14 Temmuz tarihli “NATO yeni felaketler çağını açıyor” başlıklı yazısı gayet güzel özetliyor:
Hegemonyası zayıflayan ABD’nin NATO ve Batı İttifakını canlandırarak Çin’i kuşatma siyasetinin bir halkası olarak öne çıkıyor. Ukrayna’da açılan cephe ile kurulan yeni savaş hattı, Ortadoğu ve Asya-Pasifik’e uzanacak yeni cephelere derinleştirilmeye çalışılıyor. Türkiye ise bu yeni savaş cephesi için hem Ukrayna hem Ortadoğu için bir askeri üs ve Avrupa için bir tampon bölge olarak konumlandırılıyor.
EMPERYALİZM HİNT-PASİFİK BÖLGESİNDE
İsterseniz bu noktada, ABD’nin Çin’e yönelik Büyük Stratejisi’ni daha iyi kavrayabilmek için Monthly Review dergisinin Hint-Pasifik’te Emperyalizm başlıklı özel sayısına odaklanalım. John Bellamy Foster ve Brett Clark Hint-Pasifik’te Emperyalizm – Bir Giriş makalelerinde, jeopolitikte Almanya-Rusya-Japonya’nın Hint ve Pasifik havzasında egemenlik kurması anlamında kullanılan bu ifadeden özenle kaçınıldığını, Nazizm’in ideologlarından Haushofer’in zamanında dolaşıma soktuğu bu kavramın faşizmle özdeşleştiğini hatırlatıyorlar. Ancak son yıllarda Çin’i kuşatma stratejisinin bir parçası olarak, devletin resmi dokümanlarında ABD’nin kendini bir Hint-Pasifik gücü olarak ilan ettiğini belirtiyorlar. 2021’de ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, “ABD uzun zamandır bir Hint-Pasifik ulusu ve hep öyle kalacak. Bu Guam’dan, Pasifikteki egemenlik bölgelerimize uzanan bir coğrafi gerçek” açıklamasıyla bu ambargoyu kaldırıyor.
ABD belgeleri son dönemlerde Çin’i, “habis” bir devlet olarak nitelenen Rusya tarafından desteklenen “revizyonist güç” olarak yaftalıyor. “haydut devlet” sıfatı da Kuzey Kore için kullanılıyor. Çünkü Çin yükselen bir ekonomi. Şu anda dünyanın ikinci ekonomisi konumunda, yakında ABD’yi geride bırakarak ilk sıraya yerleşecek. Tüm koşulları ABD tarafından belirlenen, “kurala dayalı, uluslararası düzene” riayet etmemekle suçlanıyor. Çin’e karşı Yeni Soğuk Savaş’ı kazanmanın ancak Pekin’in stratejik-jeopolitik bir yenilgiye uğratılması, Xi Jinping’in devrilmesi ve Çin Komünist Partisi’nin prestijinin zayıflatılması ile mümkün olacağı belirtiliyor.
Çin’in böylesine endişe uyandırmasının nedeni, ülkenin tarihin en hızlı ekonomik büyümesini sergilemesinin yanı sıra, devletin de piyasanın da güçlü yönlerinin sentezine dayanan” Çin’e özgü bir sosyalizm” anlayışına sahip olmasıdır. Çin’in Sovyetler gibi alternatif bir askeri blok oluşturmak yerine, bu tarz bloklaşmayı sorgulaması da Washington’u rahatsız ediyor.
Hint-Pasifik bölgesinde diğer uluslarla sıkı ekonomik ilişkiler kurup, küresel ekonominin merkezini bu bölgeye taşıma tehlikesi; gerileyen bir ekonomik güç haline gelen ABD’yi, Pekin’i tüm çevre ülkeler için bir tehdit olarak nitelemeye, tüm deniz ve kara tüm sınır uyuşmazlıklarını kışkırtmaya yöneltiyor.
Bu çerçevede müttefik ülkelerle ikili ve çoklu çok sayıda anlaşmanın yanı sıra, en son 2021’de Avustralya ve Birleşik Krallık’ı kapsayan AUKUS’u oluşturarak, nükleer güçle çalışan denizaltıları bölgeye taşıma hamlesini yaptı. Bu haliyle başta Endonezya, Malezya çevre devletlerde; Batı Pasifik’te öldürücü sonuçlar doğurabilecek gelişmeler oluyor endişesi uyandırdı. Foster ve Clark, Çin’e yönelik Hint-Pasifik merkezli Yeni Soğuk Savaş’ı “emperyalizmin potansiyel olarak en tehlikeli aşaması” olarak niteliyorlar.
Yakın zamana kadar Doğu Asya ülkeleri GSYİH’nin oranı olarak askeri harcamalarını azaltıyorlar, ekonomik ve sosyal kalkınmaya daha fazla kaynak ayırabiliyorlardı. Bu Çin ile ekonomik işbirliğinin bir tedirginlik değil, aksine rahatlama yarattığını gösteriyordu. Şimdi ABD huzuru bozuyor, bölgeyi bir ateş hattına çevirmekten çekinmiyor.
TAYVAN’DA ÇATIŞMA TEHLİKESİ
Derginin aynı sayısındaki Cheng Enfu ve Li Jing’in ABD Büyük Stratejisinde Değişiklikler ve Çin’in Karşı Önlemleri başlıklı makale de, bölgedeki ekonomik görünümü ayrıntılarıyla ortaya koyuyor, Çin’in önündeki ekonomik, politik ve askeri seçenekleri irdeliyor. Sonunda Çin, Rusya ve Kuzey Kore arasında daha sıkı askeri işbirliği öneriyor. ABD’nin Çin’e yönelik saldırganlığının Tayvan konusunda düğümlendiğini, 1972’de Richard Nixon’un Şangay ziyaretiyle “Tek Çin” anlayışı üzerinden şekillenen statükonun artık devamını istemediği düşüncesini paylaşıyor.
Çin’de öğretim üyesi olan Enfu ve Jing’in Tayvan konusundaki yaklaşımları, bir yönüyle ülkedeki egemen ruh halini de yansıttığı düşünülürse ürkütücü bulunabilir.
Yazarlara göre Çin’in önünde üç seçenek bulunuyor. Birincisi, ABD ve Batı’nın bu konuyu sürekli kaşıyacağı anlaşıldığına göre, Tayvan’la birleşmek, Çin’in bu iç savaşına son vermek. İkincisi, Çin’in ekonomik ve askeri olarak ABD’yi yakalayacağı noktaya kadar sabretmek. Çünkü ülke böyle bir pazarlık gücüne kavuşunca, ABD ve Tayvan ister istemez barışçıl bir birleşmeye yanaşacaklardır. Üçüncüsü, Tayvan bağımsızlığını ilan etmedikçe, ABD ve Batı’nın yaptırımlar uygulamasına ve Çin’i abluka altına almasına meydan vermeden modernleşme hedeflerini yakalama gayretlerini sürdürmek.
Sonunda, Mao Zedong’un 1950’de Kuzey Kore’ye birlikler göndererek ABD’yle doğrudan çatışmayı göze aldığı sırada dile getirdiği, “Eğer bir yumruk vurursan, yüzlerce yumruk yemekten kurtulursun” sözünü hatırlatıyorlar. Yani bir anlamda Pekin’in askeri çatışmayı göze almasını salık veriyorlar.
Öyleyse, ABD’nin başını çektiği kolektif emperyalizmin dünyayı daha derin çatışmalara sürüklediği bir dünya konjonktüründe emperyalizmin teşhiri, barışın savunulması yanında, Çin gibi büyük güçlere de sükûnet çağrısında bulunmak gerekiyor. Cürmümüz kadar yer yaksak da, en azından tarihe böyle bir kayıt düşmek az şey mi?