1974’ten önceydi…
“Türk Öğretmen Koleji”nde okuyan öğretmen adaylarına, her ay bir miktar “maaş” ödeniyordu…
Ancak bu ödenek, onların “borcuna” yazılıyordu.
Okulu bitirip, mesleğe başlayınca, üç yıl boyunca kendilerine verilen bu borç; taksitlerle, öğretmenin maaşından kesiliyordu.
O dönemdeki “Yönetim” Türkiye’de okuyan öğrencilere “burs” adı altında her ay bir miktar mali katkıda bulunurken, Kıbrıs’taki öğretmen adayları bundan yararlanamıyordu…
Bu yüzden, Öğretmen Koleji öğrencilerine verilen borcun “bursa” dönüşmesi için, birtakım girişimler yapmıştık.
Okul İdaresi bir gün “Talebiniz kabul edildi” müjdesini verdi bizlere.
Çok sevdiğimiz Fadıl Efe Hocamız, “Bir buket çiçek alın ve Rauf Bey’e teşekküre gidin” dedi.
Bir “teşekkür heyeti” seçildi öğrenciler tarafından…
Ben ve Hasan Hastürer…
“Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkan Yardımcısı” Rauf Denktaş’a gittiğimizde “Yanlış adrese geldiniz be çocuklar” dedi Rauf Bey…
“Parayı verecek olan Türkiye’dir. Gidin, Büyükelçi’ye teşekkür edin. İşinizi o halletti.”
Beyaz gömleklerimizi giydik, kravat da taktık ve Büyükelçiliğin yolunu tuttuk…
TC’nin Lefkoşa Büyükelçisi Asaf İnhan’dı…
Makam odasına adımımızı atar atmaz, “teşekkür”e daha sıra gelmeden, ilk “salvo”yu büyük bir hırçınlıkla suratımıza doğru fırlattı…
“Paraları veriyoruz ama bir şey söyleyeyim mi? Siz hiç adam olmayacaksınız. En yukarıdan en alta kadar hiçbiriniz, işini tam yapmıyor…”
Hasan’la birbirimize baktık. Kükremeye devam etti:
“Şimdi saat 5’e geliyor. Dairelerinize gitsem, hiçbir memuru yerinde bulamam. Mesaiye geç gidiyorlar, süre dolmadan da daireyi terk ediyorlar memurlarınız…”
“Yaylım ateşi” durmak bilmiyordu…
“Türkiye, kendi insanının boğazından kesip size gönderiyor” dediğinde hafif bir “şok” atlattığımı anımsıyorum…
Henüz, boğazımızdan bir “lokma”sı bile geçmemiş iken “lanetlenmiş” bir para mı alacaktık?
Asaf Bey hiç durmadı, bizim araya girmemize de fırsat tanımadı…
“Bakın köylerinize… Benim Anadolu’mda insanlar, çift öküzü ile tarla sürerken, sizin her köyünüzde traktör var” deyince, kendimi durduramadım…
TC devletine karşı ilk “muhalif” duruşumu oracıkta aldım…
“Efendim, bizim köylerimizde çiftçiler traktör sahibiyse, bundan gurur duymanız gerekmez mi?” deyiverdim…
Öfkeyle baktı yüzüme… Daha fazla bir şey söylemedi. Nazik olmaya çalıştı sonunda ve “ayaküstü kabul” sona erdi.
O güne kadar Türkiye’ye karşı hiçbir “önyargısı” bulunmayan bu iki genci “baş baş yıkayan” kişi, bir “Büyükelçi”ydi…
“Bize böyle davranabilen bir diplomat, büyüklerimize bakalım daha neler neler yapar” diye marazlanmıştık…
Ama, büyüklerimiz herhalde bu tür “yaylım ateşleri”ne alışkındılar ki, sesleri çıkmıyordu…
Hiç de çıkmadı zaten bugünlere kadar…
Saygı dediler, anavatan dediler, sineye çektiler…
Tıpkı 60 yıl sonraki UBP’nin bugünkü politikacıları gibi…
Geldiğimiz nokta işte bu…
Ne yazıktır ki, TC Büyükelçisi’ni bu topraklarda bir “vali”ye dönüştüren süreçte hep kaybeden Kıbrıslı Türkler oldu.
Kimin sayesinde?
Yoğunlukla, UBP sayesinde tabii…
Tatar sayesinde…
“Tayinli” parti başkanını kabul eden, arkasından giden, “menfaat çetesi”nden nemalanan siyaset erbabı sayesinde…
Gerisi ne mi yapıyor?
“Vali gitti, vali geldi” diyerek rahatlıyor, dalgasını geçiyor, öfkesini sosyal medyada boca ediyor…
Bir de “işgal” diye yazdı mı, tüm sinirleri gevşiyor…
Ama hiçbir şey değişmiyor…
Hatta; her geçen gün kötüye gidiyor…
Feyzioğlu’ndan önce bir Yeniçeri vardı…
KKTC’yi tek tanıyan devletin Büyükelçisiydi…
Ama; KKTC Cumhurbaşkanı’nın “Gel görüşelim” çağrısını reddetti…
Ne yazıktır ki, “Bir genel vali gibi değil, bir büyükelçi gibi davrandım” diyebilen bir tek büyükelçi geldi bu memlekete. O da 6 ayda görevden alındı.
Feyzioğlu da “vali” gibi davrandı… Tam bir “mal sahibi” edasıyla yürüttü Ankara’nın projelerini…
20 Temmuz günü, Erdoğan’ın gözlerinin içine bakarken, “buradaki misyonunun bittiği”nden haberdar değildi elbette…
Ama öyle anlaşılıyor ki; Ankara Feyzioğlu’nun performansından pek memnun kalmadı…
Elbette; havaalanında CHP Başkanı Özgür Özel’i karşılamamış olmasının bu tayinde hiçbir etkisi yok, olamazda zaten…
Türkiye siyasetinde bir muhalefet liderine kötü davranan bir Büyükelçi ancak kocaman bir “aferin” alır.
Bu yüzden Erdoğan’ın mutlaka çok daha önemli “gerekçeleri” vardır bu görev değişikliğinde…
Biliyoruz ki; Feyzioğlu’ndan Erdoğan’ın “beklentisi” buradaki hukuk düzenine “ayar vermekti”…
Maraş açılımı denilen “zırvalığı” ileriye taşımaktı…
Bunların hiçbirisi yapılamadı.
Bir de şu var: Feyzioğlu evine gitmiyor ki… Prag’a gidiyor… Yani “taltif” ediliyor…
Orada, yakından bildiğimiz 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet soruşturması sürecinde, 2015’te; TBMM Genel Kurulu’nda, Yüce Divan’a gönderilmesine dair önerge 10 oy farkıyla reddedilen Egemen Bağış’ın yerine gidiyor. Bağış da bir basamak “üste” çıkıyor. ABD’ye yolcu ediliyor.
Unutmayalım; bu tür değişiklikler, “istikbalimiz”e ilişkin büyük projenin döşenen taşlarıdır.