Kıbrıs iktibasYonca ÖzdemirDemokrasi sancısı mı, siyasi iradenin yitişi mi? - Yonca Özdemir
yazarın tüm yazıları:

Demokrasi sancısı mı, siyasi iradenin yitişi mi? – Yonca Özdemir

279 Takipçiler
Takip Et

Yeniçağ podcastını dinleyin

KKTC siyasetinden şikâyet edip duruyoruz ve tabi ki haksız da değiliz. Lakin dünyadaki önemli ülkelerde bile siyasetin nasıl kötüye gittiğini görüce, kendi kendime soruyorum: acaba tüm dünya çıldırdı da biz de aynı trendi mi takip ederiz? Trump ve Le Pen gibilerini görünce adeta şükredesiniz gelmiyor mu? Emin geliyordur ama sakın yanılmayın. Nitekim Batı’nın yaşamakta olduğu demokrasi sancılarını bizdeki krizle, yani “siyasi irademizin yitişi” ile karıştırmak büyük hata olur. Neden mi? Dilimin döndüğünce anlatmaya çalışayım.

***

Geçtiğimiz haftalarda üç önemli ülkenin siyasetinde gelişme oldu. Fransa’da yapılan iki turlu seçimlerde aşırı sağın zaferi solun Nouveau Front Populaire (Yeni Halk Cephesi) adı altında ittifak kurması ve taktiksel oy verme yoluyla son anda önlendi.

Fakat şimdi üç siyasi gruptan (birleşik sol, merkez sağ ve aşırı sağ) hiçbiri parlamentoda çoğunluğu sağlayamadığı için yeni hükümetin nasıl kurulacağı konusunda paralize olmuş durumdalar. Sol ittifakın içinde en ön planda La France Insoumise (LFI) partisinin lideri Jean-Luc Mélenchon görülüyor. Hem Le Pen’in aşırı sağ Rassemblement National (RN) partisi hem de Macron’un Renaissance partisinin temsil ettiği merkez sağ, sol popülist Mélenchon’dan o kadar çekiniyorlar ki onun başını çekeceği bir hükümeti reddedeceklerini açıkladılar.

Zenginlere ağır vergiler getirme önerileri, sınıf savaşı söylemleri ve özellikle NATO ve Gazze konusundaki tartışmalı dış politika pozisyonlarıyla tanınan Mélenchon seçim zaferine büyük katkı sağladı halbuki.

Sol İttifak’ın parçası olan Yeşiller’in lideri Marine Tondelier da diğer bir ön plana çıkan siyasetçi. Fakat RN onun başbakanlığını da reddedeceğini açıkladı. Ayrıca sol ittifak yeni hükümeti kurduklarında ilk icraatlarından birinin Filistin devletini tanımak olacağını beyan etti. Konu Filistin olunca Renaissance ve RN hemfikir, konu Rusya-Ukrayna olunca da RN ve LFI hemfikir. Böyle garip bir durum!

Macron iktidarının Ukrayna’yı heyecanla savunurken Filistin konusunda sessiz kalması da sanırım oy kaybetmesine önemli etki yaptı. Dış siyasetin iç siyasette bu kadar önem kazanması da ayrıca ilginç.

İngiltere’de de 4 Temmuz’da yapılan seçimler sonucu İşçi Partisi kazandığı zaferle Muhafazakarların 14 yıllık iktidarına son verdi. Fakat bu herhalde şimdiye dek İngiltere tarihinde görülmüş en sulandırılmış İşçi Partisi iktidarı olacak.

Nitekim seçimlerden önce Keir Starmer ve İşçi Partisi, İngiltere’nin en güçlü şirketlerinin gerçekleştirdiği benzeri görülmemiş lobi kampanyasını kollarını açarak karşıladı. Gazze’deki insan hakları ihlallerine karışan silah üreticilerinden tutun da petrol şirketleri ve finans şirketlerine kadar pek çok mega şirketin seçim kampanyalarına katkı sağlamalarını memnuniyetle kabul etti. Partideki bu gidişatı görüp eleştirenler de var tabi ama parti onlara karşı hiç de toleranslı değildi. Nitekim, muhaliflerin bir kısmı (Jeremy Corbyn, Shockat Adam ve Ayoub Khan gibi) seçime bağımsız olarak katıldı ve onlar da büyük kazanımlar elde etti.

Garip bir şekilde İşçi partisi içindeki en itilaflı konulardan biri Filistin konusu. Filistin yanlısı aday adaylarının aday olmaları parti yönetimi tarafından etkin bir şekilde engellendi. Zaten bu yüzden bağımsız aday oldular. Yani İngiltere’de de dış siyasetin seçimlere büyük etkisi oldu. Özetle, her ne kadar “sol” kazandı desek de bu İşçi Partisi hükümeti ne kadar sol olacak emin değilim. Ama en azından parlamentoda onları diken üstünde tutacak bir muhalif grup var diyebiliriz.

Gelelim Amerika’ya…

Amerika’da da en önemli konu Biden başkanlık yarışından çekilsin mi, çekilmesin mi konusu. Donald Trump ve Joe Biden ilk televizyon tartışmalarını 27 Haziran’da yaptılar. Bu ikili beklendiği üzere kürtaj, göç, dış politika, enflasyon ve pek çok diğer konuda birbirine zıt şeyler söylediler. Ancak bu tartışmada neler söylendiğinden çok 81 yaşındaki Biden’in sağlık durumu ön plana çıktı. Siyasi tartışmadan çok reality şova benzeyen programda oldukça yorgun görünen ve Trump’ın iddialarını yanıtlamakta ve söylemek istediklerini ifade etmekte zorlanan Biden, tüm dünyanın gözü önünde kendini çok zayıf bir konumda bulurken, Trump 2020 seçimini gerçekten kazandığına dair iddialar da dahil olmak üzere her zamanki yalanlarını sıraladı.

Biden’ın sağlığı hakkındaki şüpheler zaten uzun süredir gündemdeydi, fakat yine de bu programdaki hali deprem etkisi yaratarak dünya gündeminin tepesine oturdu. Peki, nasıl olur da Amerika gibi bir süper gücün iki başkan adayından biri ülkenin yasalarını çiğneyen sığ bir sağ popülist, diğeri ise konuşmakta bile zorlanan yaşlı biri olabilir? Amerikan demokrasisi niye daha iyi adaylar çıkartmaktan aciz?

Başka bir yazımda (bknz.) bu konuyu uzun uzun anlattığım için Amerika’nın nasıl bu duruma düştüğünün ayrıntılarına girmeyeceğim.

Tek söyleyeceğim, Biden aday olarak kalsa da kalmasa da seçimi Trump kazanacak gibi görünüyor. Trump gibi birinin ikinci kez dünyanın en güçlü ülkesi olan ve demokrasinin beşiği sayılan Amerika’nın başkanı olacak olması gerçekten inanılır gibi değil. Ancak Trump’ın haklı olduğu bir konu var, o da Amerika’nın artık başarısız bir ülke haline geldiği. Amerika’nın bu düşüşü uzun bir sürecin sonucu. Kendi içinde ve dünyada kurduğu liberal kapitalist düzen uzun süre Amerika’ya çeşitli avantajlar sağladı, ama Çin’in yükselişi ile Amerika bu avantajlarını kaybetmeye başladı. Amerika içinde bu düzenden hâlâ fayda sağlayanlar var, fakat bunlar yalnızca belli seçkin kesimler. Kısacası, Amerika zamanla kendi kurduğu düzenin kurbanı olmaya başladı ve Amerika’daki egemen güçler bu gidişatı gördükleri halde kendi çıkarlarına tutunarak alternatif çözümlerin önünü kesmeyi tercih ettiler. Trump, bu sürecin kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkmış bir popülist ve Amerika demokrasisinin bir ürünü. 2016’da Amerikan halkının siyasi iradesinin sandığa yansıması sonucu seçilmişti ve Kasım’da yine aynı sebeple seçilecektir.

***

Tüm bu örneklerde gördüğümüz şey şu: mevcut düzenden, ülkenin iç ve dış politikalarından hoşnut olmayan halk kitleleri, onların sesini duymayan egemen kesimler ve onların sesi olmayı vadeden sistem dışı siyasetçiler. Bu köşedeki bir önceki yazımda (bknz.)  belirttiğim gibi, Güney Kıbrıs’taki Fidias olayı da benzer dinamikler içeriyor. “Dünyanın çılgın trendi” dediğim gidişat bu.

Ne var ki, bardağın dolu tarafından bakarsak, Fransa, İngiltere, Amerika ve hatta Kıbrıs Cumhuriyeti örneklerinde sesini duyuramayan toplum kesimlerinin bir şekilde seslerini duyurmaya çalıştığını, siyasi sistemin de bunu bir şekilde mümkün kıldığını görüyoruz.

Biz siyaset bilimciler Le Pen ve Trump gibi sağ popülistlerin yükselişini de merkez siyasete ve sola bir uyarı olarak algılıyor, 1930’ların tecrübesini tekrar etmek istemiyorsak özellikle de artık neoliberal kapitalist sisteme karşı daha insani bir alternatif yaratılması gerektiğini söylüyoruz. “Demokrasi krizi” diyoruz ama aslında demokrasi -iyi ya da kötü- yeni alternatiflerin çıkmasına vesile oluyor.

Yani halkın iradesi bir şekilde yönetime yansıyor. Bizler ise bu iradenin nasıl daha güzel alternatifler yaratabileceğini tartışıyoruz, çünkü Trump ve Le Pen gibi alternatifler gerçekten kötü. (Tabi en kötüsü de siyasi şiddet, ki Trump’a dün yapılan suikast girişimi bunu da akıllara getiriyor.)

***

Gelelim KKTC siyasetine…

Çıldırmış dünyanın bir çılgın parçası da biz miyiz? Hem evet hem hayır. Öncelikle biz dünyadan kopuk bir halde yaşıyoruz. Daha doğrusu ekonomik krizler, Covid ve iklim krizi gibi tüm küresel sorunlardan maksimum etkileniyoruz, fakat bunların tartışıldığı ve aşılması için öneriler sunulan platformların tamamen dışındayız.

İkinci olarak, hükümetler son yirmi yıldır iki büyük partinin kurduğu koalisyonlar arasında gidip geliyor, tüm olumsuzluklara rağmen seçimler yeni güçlü alternatifler yaratmıyor. Ayrıca, dünyanın yaşadığı aynı sorunlardan muzdaribim ama bunlar seçimlerde belirleyici olmuyor.

Üçüncü ve en önemlisi ise herkes iktidardan şikâyet ediyor ama hükümet ve cumhurbaşkanlığı gibi kurumların başındakiler en azından son iki yıldır hiç kriz yaşamadan iktidarlarını sürdürmeye devam ediyorlar. En son 2022’de gördüğümüz partiler arası ya da parti içi mücadeleler de sona ermiş gibi ve aslında herkesin şikâyetçi olduğu düzenimiz gitgide kötüleşerek devam ediyor.

Hayat pahalılığı, yolsuzluk, göçmenler ve kamu hizmetlerinin berbatlığı gibi sorunlar bizde de fazlasıyla mevcut ama iktidarı zerre kadar etkilemiyor. Bunun sebebinin siyasi iradenin vatandaşlardan çok Türkiye’nin elinde olması olduğunu söylememe gerek var mı? Ne yazık ki çılgın dünyadan kopuk bir ülkeyiz çünkü tanınmayan, uluslararası hukuk dışında bir ülke olmamız sebebiyle siyasi irade Türkiye’ye devredilmiş durumda ve hükümet vatandaşına değil Türkiye’ye hesap veriyor. Halkın iradesinin siyasete yansımadığı yerde demokrasi olur mu? Dünya sahnesine geri dönmemiz ise müzakere masasına geri dönüp biraz olsun BM’nin çabalarına katkı koymaktan geçiyor. Onu da yapmıyoruz. İçinde ne yazdığını tahmin ettiğimiz BM Kıbrıs Özel Temsilcisi Maria Angela Holguin raporu herhangi bir uyarı etkisi yaratacak mı, sanmıyorum. Velhasıl, bu bağımlılık ve iradesizlik durumu içinde herhangi bir iyiye gidiş için ümitli olmak pek mümkün değil. Bu arada geçenlerde KKTC Başbakanı Ünal Üstel 21 Eylül tarihinde yapılacak olan UBP kurultayında aday olacağını söyledi.

Güler misiniz, ağlar mısınız?

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
330AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin