Avrupa’daki güncel durumu en iyi anlatan kavramın “mutasyon” olduğunu düşünüyorum. Mutasyon, canlı varlıklardaki DNA yapısının tek tek kimi genlerin silinmesiyle, yenilerinin eklenmesiyle başkalaşması, biçim değiştirmesi, yeniden düzenlenmesi anlamlarına geliyor. Latince kökü, “kötüye doğru dönüş” anlamı da içeriyor. Örneğin kanser, mutasyona uğrayan hücrelerin önlenemez çoğalmasıyla oluşuyor.
Bu yazıda “mutasyon”la, kapitalist devletteki, devlet-sermaye, devlet-toplum-birey ilişkilerindeki başkalaşımı kastediyorum. Henüz, kapitalist üretim biçiminin teorik çerçevesinin içinde, ama sınırında bir mutasyon!
Geçtiğimiz iki haftada, uzun süredir işaret ettiğimiz (1) küresel paylaşım ve hegemonya çatışması yönündeki gelişmeler hızlandı ve “Üçüncü Dünya Savaşı” başlığıyla Türkiye gündemine de yerleşti. Bu yazının konusu Avrupa Parlamentosu seçimlerinden sonra gündemleşen Avrupa’daki siyasal bunalım ve mutasyon. Yazının devamından anlaşılacağı gibi bu süreç jeopolitik gelişmelerden, yaklaşan savaş tehlikesinden asla bağımsız değil.
Bu nottan sonra asıl konumuza giriş yapabiliriz: Haziran başında yapılan Avrupa Parlamentosu seçim sonuçlarını ve onu önceleyen süreci, merkeze “faşizm” kavramını koyarak tartışmanın sorunlu olduğunu düşünüyorum.
Dört gerekçem var:
Birincisi, kapitalizmin bu en eski yurdundaki güncel gelişmeleri, odağa faşizm kavramını yerleştirerek çözümlemenin görüngü ve biçim benzerliklerine takılıp, bugünkü sürecin özünü/içeriğini görmeyi perdelediğini düşünüyorum. Yeni durumu kavramak, ona uygun siyasetler üretmek için olgu ve süreçlerdeki benzerlikleri değil benzemezlikleri ayırt etmek gerekir. Klişecilik yeni olanı görmeyi engelleyen bir at gözlüğüdür.
İkincisi, bu saptamayı yapanların niyet ve amaçlarından bağımsız olarak, “faşizm tehlikesi” belirlemesi, bu tehlikeyi önlemeyi her şeyin önüne geçiren bir “iç mantık” üretiyor. Yüzyıl önceki faşizm deneyimlerimizden öğrendiğimiz, bu siyasal yaklaşımın faşizmleri önleyemediği, ama işçi sınıfının ve komünist hareketin devrimci irade ve programlardan uzaklaşmasıyla sonuçlandığıdır. Bugün, güncel tartışmalarda parlamenter rejim ile faşizm arasındaki farkın mücadele “taktikleri” açısından önemli olduğunun anımsatılması ister istemez söz konusu yaklaşımı çağrıştırıyor. Geçerken kaydedelim, yalnız “rejim” farklarını değil, daha birçok somut, güncel olgu, ilişki ve süreci “taktik” planda dikkate almak, manevralar yapmak, esnemek, evet siyaset yapmanın gereğidir. Tartışma bu değil! Tartışma konumuz ya da sorunumuz, rejim farklılığı saptamasının stratejiyi taktiğe kurban etmenin ya da düpedüz stratejisizliğin incir yaprağı işlevi görmesinde.
Bu tehlike ciddidir ve bu topraklar için de günceldir. Parantez: Türkiye’de, zaten “faşizm” olduğunu, ona karşı silahlı mücadele gerektirdiğini öne süren yaklaşımlar bu yazıdaki bağlamın dışındadır.
Üçüncüsü, çeşitli tipleri, önekleri ve sonekleriyle faşizmler, askeri diktatörlükler, daha genel bir üstbaşlık olarak olağanüstü rejim ve biçimler arasında tabii ki çokça benzerlik var. Dahası, yaşanan faşizmlerin devlet-parti-gizli servis ilişkileri, polis devleti uygulamaları, çıplak şiddet, soykırım vb. yöntemleri deyim uygunsa tüm kapitalist devletlerin genlerine geçmiştir. Faşizmler döneminden sonra, tüm kapitalist devletler bu bağlamda sermayenin gereksinimleri doğrultusunda “faşizan” yöntemlere başvuruyorlar. Kapitalist demokrasi gizil ve sürekli biçimde açık diktatörlük eğilimi taşıyor. Bunalım dönemlerinde bu eğilim pratikleşiyor.
Dördüncüsü, İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye ve dünya pratikleri, emekçi kitleleri faşizme karşıtlık temelinde siyasallaştırma çabalarının neredeyse hiçbir yerde umulan sonuçları doğurmadığını göstermiştir. Faşizm karşıtı ya da antifaşist söylemin böyle bir toparlayıcı, sonuç alıcı işlevi olmamıştır.
*
Tarihsel, teorik ve pratik sınırlarındaki kapitalist dünya sistemi, ne kadar süreceğini, hangi biçimler alacağını tam olarak bilemeyeceğimiz geçişsel bir eşikte ekonomi politik, jeopolitik bir bunalım, kaotik ve sancılı bir mutasyon yaşıyor. Kâr oranındaki düşmenin küresel, sürekli, kronik bir karakter kazanması, mevcut üretim ve mülkiyet ilişkilerinin, genel üretici güçteki, genel zekâdaki gelişmeleri içine sığdıramaz kerteye yaklaşması sınırda kapitalizm göstergeleridir.
Bu bunalımın yüzyıl öncekinden siyasal açıdan en önemli farkı, sosyalist seçeneğin, düzeni tehdit eden devrimci sınıf hareketinin reel bir seçenek olarak yokluğudur. Kapitalist dünya, günümüzde alternatif bir toplum için mücadele eden örgütlü siyasal muhalefetin etkisiyle değil, iç çelişki ve açmazları nedeniyle bunalımdadır. Sınır çözümlememizin ana saptamalarından biri budur! Karşıtlarının ve dolayısıyla tamponların yokluğunda, kapitalizmin iç çelişkileri imha edici bir kuvvete dönüşmektedir!
Tez: Günümüzde dünya kapitalist sisteminin bunalımdan liberal demokratik, sosyal demokratik, hatta Keynesçi reformlarla çıkması mümkün değil. Böyle bir yönelişi olanaklı kılacak ekonomi politik ve siyasal koşullar artık yok. Bu eğilimler seçenek olma yeteneklerini tersinmez biçimde yitirmişlerdir.
*
Kapitalizmin tarihsel anayurdu olan köhne Avrupa, sınırda bunalımın ve mutasyonun sarsıcı biçimlerde yaşandığı siyasal coğrafyadır. Avrupa, üretim, bilim, teknoloji, silah gücü, siyasal özgül ağırlık, ideolojik-kültürel değerler ve normlar vb. alanlarında başat bir küresel güç odağı olmaktan çıkmıştır. Kendi içinde bölünmüştür. Çin/Rusya-ABD taraflaşmasında çoğunlukla ABD tarafında hizalanmış görünseler de, AB bütününde ve tek tek ülkelerdeki mevcut tutum farklılıkları büyüme potansiyeli taşıyor. ABD uyduluğunu sürdürmenin, Çin ve Rusya ile ekonomik ilişkileri kesmenin yıkım getireceğini savunanlar tüm sınıf ve katmanlar, siyasal akımlar içinde uç veriyor.
Avrupa’daki durumu bu yazıdaki konumuz açısından şöyle özetleyebiliriz: Siyasal gericilik; temel sosyal ve siyasal hakların tırpanlanması; binlerce yılda sınıf mücadeleleriyle ulaşılmış hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi kazanımların geri alınması; devletin bireysel hak hukuk tanımayan zor ve şiddetinin yoğunlaşarak öne çıkması…
Tez: Avrupa’da siyasal düzlem, devletleriyle, merkez ve neofaşist partileriyle topyekûn sağa kayıyor.
Emek, emekli, göçmen, ekoloji, kadın, canlı vb. düşmanlığı yalnızca aşırı sağ ya da neofaşist partilerin değil, merkez partilerinin de referanslarıdır. Neofaşist partiler bu durumun yaratıcısı değil, yaratıklarıdır. İşlevlerinden biri sağa kayışı ivmelendirmektir. Devletler ve merkez partileri, neofaşist partileri (ölümü) gösterip, emekçileri düzene (sıtmaya) razı etme aracı olarak da kullanıyorlar. Yarattıkları korkuyla halkın düzene karşı mücadele iradesini kırmaya çalışıyorlar. Dahası var: Sermayenin “ehveni şer” mantığı ve “taç giyen baş akıllanır” deneyimiyle bu aşırı sağ partilerin iktidarını desteklemesi hiç uzak bir olasılık değil. Fransa örneği açıklayıcıdır. Fransa, Yeni Halk Cephesi (YHC) ittifakıyla solun, erken seçimde kısmî iktidar adayı olarak göründüğü tek Avrupa ülkesidir. Kendi içinde önemli farklılıklar taşıyan YHC’si bu seçime bir devrim programıyla girmiyor. Yeni Halk Cephesi’nin programında Macron’un emeklilik reformunun iptali, kamudaki maaş ve sosyal yardımları artırma, asgari ücrete yüzde 14 zam, temel gıda ve enerji fiyatlarının sabitlenmesi türünden somut talepler yer alıyor. YHC’nin 7 Temmuz’daki ikinci turda nasıl bir sonuç alacağı da belli değil. Bunlara rağmen, sermaye çevrelerinde “sol tehlikeye karşı Le Pen” tercihi dillendiriliyor. Financial Times’ın, “Soldan korkan patronlar Le Pen’e yaklaşıyor” başlıklı haberi “anlayana sivri sinek saz” değerindedir. Önceki gün, 30 Haziran’da yapılan birinci turda Ulusal Birlik Partisi yüzde 34, Yeni Halk Cephesi’ yüzde 28,1 ve Macron’un Rönesans Partisi yüzde 20,3 oy aldı. İkinci tır 7 Temmuz’da…
Tez: Avrupa’da yaşanmakta olan, açık diktatörlüğe geçiş temrinleridir. “Temrin” sözcüğü, köseleyi yumuşatma, insanları bir şeye tekrar ede ede alıştırma anlamına geliyor. Bugünkü duruma “cuk” oturuyor.
Tez: Bu sürecin temel öznesi kapitalist devletlerdir.
Almanya örneğinde görüldüğü gibi Nazi artıklarının devlet ve “sivil toplum”da uyuyan hücreleri var. 23 Ağustos 2023’de Almanya İçişleri Bakanı Fraser’in, 10 eyalette yapılan baskınlardan sonra ABD ile bağlantısı olan neo-Nazi grubu Hammerskins’i yasakladıklarını açıklaması bu doğrultudaki onlarca örnek olaydan yalnızca biridir.
*
Şimdi “aşırı sağcı”, “köktenci sağcı”, “neofaşist” ve benzeri terimlerle adlandırılan parti ve hareketlere daha yakından bakabiliriz. Avrupa Parlamentosu seçimleri bir ayna gibi, Avrupa’daki iç bölünme semptomlarının bu hareketlere de yansıdığını gösterdi.
Bu partiler, tek bir siyasal blok olarak tasnif edilemiyor. Avrupa Parlamentosu’ndaki gruplaşmaları anlamak için karmaşık şemalar, kutu içinde kutular çizmek gerekiyor. Bu ayrıntılara girmek yorucu olur. Aynı kutu içine alınanlar da homojen değil. Ukrayna-Rusya savaşında ete kemiğe bürünen küresel hegemonya/paylaşım çatışmasına tutum, bu çatışmanın Avrupa ekonomi politiğine getirdiği ağır sorun ve çelişkiler, AB’nin geleceğine ilişkin vizyon ve perspektif farklılıkları bölünme eksenleridir. İlk bakışta en yakın göründükleri göçmen/sığınmacı, yabancı işçiler konusunda bile aralarında önemli farklar var.
Çok kısaca ve AB’nin başı çeken önemli ülkelerindeki partiler üzerinden örnekleyelim: Almanya İçin Alternatif Partisi (AfD), Fransa’da Le Pen’in Ulusal Cephesi Rusya’ya karşı kullanılmak üzere Ukrayna’ya silah gönderilmesine karşı çıkıyorlar. AfD’nin bu konudaki tutumu düzen partilerinin onu “Rusya yanlısı” olarak suçlamalarına neden oluyor. Geert Wilders, Hollanda’nın Ukrayna’ya silah göndermesinin kısıtlamasını istiyor. İtalya Başbakanı ve İtalya’nın Kardeşleri Partisi (Fdl) lideri Giorgia Meloni ise, Ukrayna‘yı kendi evlerinin bir parçası olarak gördüklerini, onu sonuna dek savunacaklarını söyleyerek ABD’nin dümen suyunda bir siyaset güdüyor.
AfD, AB yerine, devletlerin bağımsızlıklarını korudukları, bir merkezden yönetilmeyen bir konfederasyonu savunuyor. Le Pen, 2014’de “Frexit” sloganıyla Fransa’nın AB’den çıkmasını savunuyordu. Şimdi iktidara yaklaştıkça “içeriden değişim” diyor. Hollanda’nın Geert Wilders’i de öyle. Polonya’nın Hukuk ve Adalet Partisi (PİS) lideri Jaroslaw Kaczynski, AB’nin ekonomik nedenlerden dolayı Polonya için önemli olduğunu belirttikten sonra. AB’nin “Fransız-Alman emperyalizmini yeniden inşa etme girişimi” olmaması gerektiğini söylüyor.
Bu farklılıklar kesin, keskin ve stabil değil. Öte yandan, bu farklılıkların değişik biçim ve özneler üzerinden sürmesi kaçınılmaz. Çünkü, bölünme eksenleri temelli ve sahici.
Göç ve göçmenler, sığınmacılar sorunu uygarlığımızın en patlayıcı sorunlarından biridir. Ülkeler ve giderek daha çok sınıflar arasında uçurum düzeyine varan eşitsizlik, iklim krizi ve kendisini doğum oranlarında düşüş-yaşlanma oranlarında yükseliş olarak gösteren demografik dengesizlik sorunun üç ana kaynağını oluşturuyor.
Avrupa’da bu sorun, ülkeler bazında kimi ortak ve farklı tarihsel biçimler kazanmıştır. Sorunun ortak yönlerinden biri, güncel tartışmalarda pek az değinilen, Ümit Akçay’ın altını çizdiği demografik krizdir. Avrupa toplumlarında aynı anda hem ciddi bir emek gücü eksikliği, hem de sınıfsal, ekonomik, ideolojik ve kültürel boyutlu bir göçmen/sığınmacı problemi yaşanıyor. Örneğin, Almanya Ekonomi Bakanı Robert Habeck’e göre Almanya’nın 700 bin işçi eksiği var ve 2035’de bu rakam 7 milyona ulaşabilecek.
AB’nin iki en önemli ülkesi, Fransa ve Almanya’da bu sorunlar tarihsel, ekonomik ve kültürel kökleri ve siyasete yansımaları açısından farklılıklar gösteriyor. Fransa’daki göçmen/sığınmacı kitlesinin ana kaynağı eski sömürgelerinden gelenlerdir. Sınırda krizle birlikte, bu kitlenin ekonomik entegrasyon ve kültürel “maliyeti” büyümüş, çelişkiler keskinleşmiştir. Varoş patlamalarının ve onlara tepkinin kaynağında hem sınıfsal, hem kültürel boyutlar var. Sömürgeci geçmişi ve hinterlandı olmayan Almanya 1960’lı yıllarda bilinçli ve planlı biçimde yabancı işçi aldı ve bunların çok önemli bölümünü Alman toplumuna entegre etti. Almanya’da bugün AfD’nin güç kazanmasına da neden olan göçmen sorunu esas olarak iki Almanya’nın birleşmesi döneminin ürünüdür. Almanya eski Demokratik Alman Cumhuriyeti (DDR) topraklarını iç sömürgesi haline getirdi; ekonomik entegrasyon için gerekli kaynak paylaşımını bu bölgeden esirgedi; aynı dönemde Doğu Avrupa’nın çoğu eski sosyalist ülkelerinden gelen göçmen işçi dalgasına kapıları açtı. İç sömürgeleşmenin ve göçmen işçi akınının yarattığı hoşnutsuzluk 1991’i izleyen ilk yıllarda sola yöneldi; orada aradığını bulamayınca AfD’ye kanalize oldu.
Buradan, bu yazıyı sonuçlandırmak üzere, Avrupa’daki genel sağa kayışın en önemli nedenlerinden birine, uğradığı büyük likidasyonla sol ve sosyalist akımların sınıf mücadelesinin emek tarafında bıraktıkları boşluğa geliyoruz.
Avrupa solu, dünyayı ve Avrupa’yı küresel bağlam ve bağlantılarıyla yeniden yorumlamakta, varlık nedeni olan emekçi sınıflarla/toplumsal proletaryayla organik biçimde bağlanmakta, dönemin gerektirdiği program ve mücadele hedeflerini üretmekte yetersiz kalmış, kendisini marjinal ve postmodernist tema ve söylemler üzerinden var etmeye yönelmiştir. Göçmenlere sahip çıkma; etnik, dinsel, cinsel baskılara karşı kimlikleri, özgürlükleri savunma; ekolojik yıkıma eylemli karşıtlık, yerel siyasete alan açma gibi tümü haklı talepler öne çıkarılırken, temel toplumsal mücadele alanlarında tarihsel inisiyatif yitiriliyor.
Büyük çoğunluğuyla solun, “kapitalizme alternatif” konumundan “kapitalizm içinde alternatif” noktasına çekilmiş olması, sağın yükselmesine yol açan büyük boşluğun temel nedenidir.
Avrupa’da sosyalist solun durumu, mevcut döngüden çıkış için tutulacak siyasal halkalar, mücadele hedefleri ve yöntemleri vb. ayrı yazı ve yazıların konusudur.
1) 5 Mart tarihli “Savaş bulutları kümelenirken…” ve 4 Haziran tarihli “İvedi gündem: Savaşa karşı mücadele…” başlıklı yazılara bakılabilir.