Refah’taki güvenli bölgede İsrail ordusunun gerçekleştirdiği katliamın şoku henüz geçmemişken pazar günü yeni bir şok geldi: Nuseyrat. ABD’nin resmen istihbarat düzeyinde tanımladığı bir destekle düzenlenen harekat, Beyaz Saray’ın yürüttüğü diplomasinin çelişkisini ortaya koyuyor. Biden önceden lansmanı yapılan bir konuşmada İsrail’in önerdiği ateşkes planını ilan etti. Bu plan nihayet İsrail tarafından net bir dille reddedilinceye kadar Biden yönetimi, İsrail’den gelen itirazlara rağmen, açıklamada ifade edilen planın İsrail’in önerisi olduğunda ısrar etti. Yetmedi, İsrail hükümetiyle Hamas arasında ara bulucuk yapan Mısır ve Katar’la ortak açıklama yayımladı ve Hamas’a İsrail’in teklifini kabul etme çağrısı yaptı. Şimdilik anlaşıldığı kadarıyla, Hamas’ın rehinelerin iadesini takiben girilecek olan planın ikinci aşamasına dair talep ettiği güvenceler de karşılık bulmayınca Biden’ın İsrail teklifi suya düşmüş.
İsrail’in teklifini neden Cumhurbaşkanı Herzog ya da Başbakan Netanyahu’nun değil de Biden’ın açıkladığı Beyaz Saray’daki toplantıdan bu yana sorulmaktaydı. Beyaz Saray’ın bu hamlesinin amacı Netanyahu’yu yerleşimci köktencilerle ittifakı bozarak, merkezde yeni bir hükümet kurmaya teşvik etmekse o halde hamle fena ters tepti. Kendi merkezi dağılmış Biden’ın Netanyahu vasıtasıyla İsrail’de yeni merkez inşasına girişmesi müstakbel tarihçilerin gözünden kaçmayacak bir ironi. Bu esnada ABD Temsilciler Meclisi Netanyahu’ya tutuklama emri talep eden Uluslararası Ceza Mahkemesi savcılığına yaptırım kararı aldı ve Kongre Netanyahu’yu Kongrede konuşma yapmaya davet etti. Biden bu girişimleri resmen desteklemedi ancak aktif olarak engellemedi de. Nuseyrat sonrası Biden’ın iç ve dış politikadaki halini başka bir yazıda ele alalım. Nitekim Atlantik’in ötesinde, AB’nin Diplomasi Şefi Borrell’in Nuseyrat’ı ‘katliam’ olarak nitelemesinden saatler sonra açıklanan Avrupa Parlamentosu seçimleriyle eski kıtada ciddi bir sarsıntı yaşanıyor.
Seçim sonuçları salt parlamento aritmetiğiyle hesaplandığında von der Leyen’ın yeniden yönetime geçeceği, merkez sağın ağırlığını koruduğu bir tablo arz ediyor. Almanya’da özellikle Hristiyan Demokratların (CDU/CSU) arz etmeye çalıştığı tablo bu. Seçim üzerine parti liderlerinin katıldığı televizyon programı sosyal demokrat Klingbeil (SDP) ile liberal Lindner (FDP) arasındaki kavgayla başladı. Moderatörün koalisyon içi kavgayı yorumlamasını talep ettiği CDU Lideri Merz ise koalisyon didişmelerinin üzerine çıkarak seçimleri kendisinin iktidara daveti olarak tarif etti. SPD’nin AfD’nin yükselişi ve merkezin erimesinden SPD’li Şansölye Scholz’u doğrudan hedef alan CDU seçim kampanyasını sorumlu tutması pek etkili olmuyor. Tersine Merz, Scholz’a abanmanın oy kazandırdığını gördü, el arttırarak devam edecek.
Merz’in sertleşmesinde şaşılacak bir şey yok, esas sorun koalisyon ortağı liberallerin Scholz’u bizzat hedef almış olması. FDP’nin Başadayı Marie-Agnes Strack-Zimmermann kampanya esnasında Şansölyeyi otistik olarak niteledi. Liberallerin büyük hükümet ortağına karşı bu kaba, düşmanca ve ayrımcılık yüklü saldırılarına imkan veren Scholz’un siyasal iletişimi hiçbir zaman güçlü olmadı. Belçika’da başbakan istifasına, Fransa’da erken parlamento seçimlerine neden olan ve SPD’nin tarihinin en düşük oy oranına ulaştığı seçimlere yorumu olup olmadığına ilişkin soruya Şansölyenin cevabı tek heceydi: “Nö.” Scholz 2021’de kitleleri seferber eden bir siyasi lider değil, işlerin geldiği gibi gideceğini garantileyen bir idareci olarak seçilmişti. Seçim sonrasında SPD’den işitilen “Yeşiller ve liberaller yenildiği için biz de yenilmiş sayıldık” veya “Kendimizi iyi anlatamadık” mealindeki sızlanmaların ciddiye alınacak tek yanı SPD’nin siyasi çaresizliğini göstermesi. SPD istikbaline baktıkça mücrim misali titremek yerine hükümet, politika ve kadro değişimi yapabilir mi? Titremekten takati kalmamışa benziyor.
Yeşiller şoka girmiş halde. Onlar da seçim kampanyasında haksız saldırıların hedefi olduklarından yakınıyor. Bu seçim kampanyasında siyasetçilere yönelik fiziksel saldırıları ayrıca ele almalı, ancak SPD gibi Yeşillerin yenilgisini de siyasi hasımlarının yer yer şahsileşen ve sertleşen söylemleriyle açıklamak mümkün değil. Bu açıklama daha ziyade yenilgiye rağmen hükümete devam etmeyi meşrulaştırmayı hedefliyor. Yıl içinde çiftçi gösterilerinin odağındaki Tarım Bakanı Cem Özdemir, seçmenin çözüm beklediği sonucunu çıkarmış. Paradoksal bir şekilde güneybatı Almanya’nın kimya sanayisinden köklenen bu “çevreci” idare iştahının ülkenin geri kalanında ne kadar yankı bulduğu kuşkulu. Kendini hükümet edebilen parti olarak ispatlamak Yeşillerin bir türlü aşamadığı bir aşağılık kompleksi olarak geçmişten miras kaldı. Partinin tam da yeniden moda olan canlı, neon renkleri bırakıp soluk bir sarı ve haki çam yeşilini yeni parti renkleri olarak ilan etmesi bu tavrın gülünç bir ifadesi olarak kayıtta. Parti Sekreteri Büning, Avrupa seçimleri beyannamesinin ilan edildiği toplantıda yeni soluk renkleri tanıtıp bunları devlet ciddiyetini ifade eden, “devletlu” (staatstragend) renkler olarak takdim etmişti. Seçim sonuçlarına bakarsak küspe renkler olarak tanımlamak daha gerçekçi.
Şimdi mesele hükümet ettiğini kanıtlamak değil, hükümete devam etmenin maliyetini ödeyip ödeyememek. Hem SPD hem Yeşiller bir seçim yılında kurultayda gençlik örgütlerinin sesini bastırmanın faturasını ödüyor. Son kurultayda Ekonomi Bakanı Habeck gençlerin verdiği önergenin partiye hükümetten ayrılmayı dayattığını öne sürerek geri çekilmesini sağlamıştı. İklim krizinden savaş politikaları ve silahlanmaya gençlikten gelen mesajları göz ardı etmenin bedelini ödüyor parti. Eş Başkan Nouripour 2019’daki seçim başarısını anarken Gelecek İçin Cumalar eylemine dikkat çekip 2024’te iklimin eskisi kadar önemli bir başlık olmadığından yakındı. Nouripour, Filistin’deki soykırımı protesto etti diye Gelecek İçin Cumalar eylemini başlatan İsveçli Greta Thunberg’in Almanya medyasında nasıl karalandığını unutmuşa benziyor. Almanya’nın güneyini sel basmışken Yeşillerin iklim krizini anlatamamış olmasının sorumlusu kim?