‘Çitleme’ İngilizce ‘enclosure’ün’ karşılığı. Kabak çekirdeği çitlemek değil. İngiltere’de XVI’ncı yüzyılın başında müşterekler kapsamında olan tarlalar, otlaklar, su kaynakları, yaylalar, ormanlar, parklar, ortak yaşam alanları… yeni yetme kapitalistler, büyük tüccarlar tarafından çitlerle çevrilerek, özel mülk kategorisine indirgeniyor, oralarda yaşayan insanlar yüzyıllardır üzerinde yaşadıkları topraklardan kovuluyor, mülksüzleşiyor, proleterleşiyor, yaşam alanlarından ve kaynaklarından koparılıyordu… Bu süreç, kapitalizmin şafağı demeye de geliyordu… Mülksüzleştirilmiş, proleterleştirilmiş geniş kitleler sanayi için hazır, ucuz işgücü demekti… Aslında kapitalist mantığın ve işleyişin bir gereği olarak, XVI. yüzyılda başlayan ‘çitleme’ farklı yoğunluklarda ve görüntülerde olmak üzere, özellikle de ‘sömürgelerde’ olmak üzere, bugüne kadar devam etti… … Neoliberal küreselleşme çağının ‘özelleştirmeleri’ çitlemenin yeni versiyonundan başkası değildir… Sorun, müştereklere, kamusal olana sermaye sahipleri tarafından el koymakla ilgili olduğuna göre…
İngiltere’de yaşanan vahşetin canlı tanığı olarak, Thomas Mora, Ütopya adlı klasik eserinde (1516) şöyle yazmıştı: “Geniş tarım topraklarını boşaltıp otlak yapıyorlar. Evleri yıkıp Kiliseyi bırakıyorlar yalnız onu da ağıl olarak kullanıyorlar. En çok oturulan, en çok işlenen yerleri çöle çeviriyorlar. Ormanlara, parklara, av hayvanlarına ayırdığınız yerler yetmiyormuş gibi… Böyle doymak bilmez cimrinin biri binlerce dönümlük yeri kuşatıveriyor. İçindeki namuslu çiftçileri evlerinden çıkarıyor: kimini yalan dolanla, kimini zorla, kimini türlü yollarla tedirgin edip yerlerini satmak zorunda bırakarak. Doyuracak karınları paralarından çok fazla olan bu köylüler (tarım çok kol isteyen bir iştir çünkü) çoluk çocukları, dulları yetimleri, ana babaları ve torunlarıyla yollara düşerler. Doğdukları evden, karınlarını doyuran topraklardan ağlayarak uzaklaşır zavallılar ve barınacak yer bulamazlar. O zaman kap kacaklarını, pılılarını pırtılarını yok pahasına satarlar. Onlara da ne kalır yapacak: çalmak ve Tanrı buyruğuyla asılmak. Yoksulluklarını dilencilikle sürdürmek isteyenler de çıkabilir: onları da serseri diye yakalayıp zindana atıverirler. Oysa nedir suçları bu insanların? Çalışmaya can attıkları halde kendilerine iş verecek kimseyi bulamamak. Hem hangi işe girebilirler zaten? Topraktan başka şeyden anlamazlar ki. Eskiden yüzlerce kolun çalıştığı topraklarda koyunları otlatmak için bir tek çoban yeter”.
Elbette bu saldırı karşısında insanlar sessiz ve tepkisiz kalamazdı. Kadınların ön saflarda olduğu isyanlar birbirini izledi… En çok bilinen isyan 1549’da 16 bin köylünün Norfolk’daki Kett İsyanıydı (Robert Kett). İngiltere’nin ikinci büyük kenti olan Norwich’i ele geçirmişlerdi. 3500 isyancı katledilmiş, Robert ve Williams kardeşler asılarak idam edilmişlerdi… “Kaptan Dorothy” liderliğinde 37 kadın isyancı da Yorkshire’daki Thorpe Moor komünlerini geri almayı başarmışlardı…
Kapitalizm her krize girdiğinde, her tökezlediğinde, müştereklere saldırı derinleşiyor… Doğa yağma ve talanının insan havsalasını zorlayacak boyutlara ulaşması, kapitalizmin ‘yeni değer’, ‘fazla değer’, ‘artı-değer’ yaratmakta zorlanmasındandır… Şimdilik bu saçmalığı ‘büyüme’, ‘kalkınma’ adına meşrulaştırıp-dayatabiliyorlar…
Oldum olası Türkiye’de siyaset bütçenin, hazinenin ve müştereklerin yağma ve talanıyla yol alıyor ama dinci AKP’nin 22 yıllık iktidarında tüm rekorlar kırılmış görünüyor… ‘Yerli ve Milli’ AKP iktidarında sanayileşme, kentleşme adına doğal varlıkların gözden çıkarılması sıradan, yaygın bir uygulama haline geldi. Yeraltı zenginliklerini çıkarmak öncelikli kabul edilince yer üstü zenginlikler önemsiz sayılır oldu. Ormanlık alanlar, yaylalar, meralar, aktif tarım yapılan topraklar, vadiler, koylar madencilik, enerji, turizm, sanayi tesisi, konut, otoyol inşaatı için şirketlere tahsis edildi…
Irmaklar, çaylar HES projeleri için şirketlere veriliyor. Yazın suyu çok azalan ya da kuruyan derelere bile HES’ler kuruldu. Şirketlere avantajlı destekler sağlandığı için… Yıllık tahmini kilovat için garanti veriliyor. Öngörülen miktarda elektrik üretilmemişse aradaki fark kamu kaynaklarınca telafi ediliyor. Yani ‘ayrıcalıklı müteşebbisin’ zarar etme riski yok. Sadece özel yeni HES’ler kurulmakla kalmadı. Önceden tümüyle kamu tarafından inşa edilen barajlar, barajlarda kurulan hidroelektrik santrallar da sembolik bedellerle şirketlere verildi. Şehirler arası yüksek gerilim hatları zaten hazırdı. Elektriği bütün hanelere, işletmelere ve işyerlerine ulaştırmak için gerekli altyapı hazırdı.
Üretilen enerjinin yaklaşık beşte biri gerekli yıpranan iletim siteminde kaybediliyor. Bundan doğan maddi kayıp kolayca telafi edildi. Elektrik faturalarına kayıp-kaçak bedeli adıyla bir kalem eklenerek sorun çözüldü. Kayıpları önlemek için kaynak harcamaktansa ortaya çıkan zararı halka ödetmek ekonomik akla daha uygundu. Sayaç okuma bedeli de faturada yer alıyor. Yani sahadaki personelin giderlerini de şirketin üstüne yüklemiyoruz.
Bir akarsuyun üstünde bir HES kurulurken, genellikle yeterli debide olmayan suyun yatakta toprağa karışarak kısmen kaybolmasını önlemek için beton kanallar oluşturuluyor. Gereken yerlerde su tünellerin içinden geçiriliyor. Akarsuyun çevre bitki örtüsüyle ilişkisi kesiliyor. Hayvanlar sulanamıyor. Suyun sahibi şirket oluyor. Irmağın katlettiği vadinin iki yakası da şirketin malı kabul ediliyor.
Bir alan bir şirkete veya kişiye tahsis edilecekse ve söz konusu alanın bir bölümü özel mülkse acil kamulaştırma kararı alınıyor. Bu bedel de kamu tarafından ödeniyor. Şirkete ek yük getirilmiyor Mülk sahibinin de özelleştirmeye itiraz etmesi çoğu kez sonuç vermiyor. Çünkü kamu yararı, halkın yararı söz konusu.
Özelleştirmenin adı kamulaştırma, kamulaştırma da “acil kamulaştırma” oldu.
Büyük şehir kavramından sonra bir de bütün şehir kavramı ortaya çıktı. Artık ülke nüfusunun büyük bölümü bütün şehir sınırları içinde yaşıyor. Ɓütün şehir yasası’ il sınırları içindeki her yeri kentsel alan olarak tanımlıyor. Köy kavramı ortadan kalktı. Köyler şehrin mahallesi ilan edildi. Ortada köy kalmayınca doğal olarak köyün ortak malları da olmayacaktı… Bütün varlıklar merkeze bağlandı. İçme ve sulama suyu paralı oldu. Otlaklar, meralar, yaylalar köylünün yaşam ve üretim alanları olmaktan çıkarıldı. Meraların çoğu zaten özelleştirilmişti. Artık hiç gitmeden, hiç görmeden bir merayı, bir ağaç kesim sahasını internet üzerinden satın almak da mümkün…
Köylüler yurtlarını terk etmek zorunda kaldılar. Şehirlerin çeperlerine sığındılar. Gıda üreticiliğinden gıda tüketiciliğine geçtiler. Meraların satılmasının asıl amacı gezici, sürü hayvancılığı engellemekti. Endüstriyel hayvancılığa geçilecekti… Çünkü ulus-ötesi şirketler genetik modifiye büyükbaş hayvanlar, ihraç etmek için formül yemler, yemlere ekledikleri antibiyotikler üretiyorlardı. Pazar alanlarını genişletmeliydiler… Çevre ülkelerin hayvancılık yöntemleri değiştirilmeli, dönüştürülmeliydi. Endüstriyel hayvancılık yaygınlaştırılmalıydı.
Geleneksel hayvancılıkta koyunlar, keçiler, sığırlar sürüler halinde, meralarda, otlaklarda sayısız çeşitlilikte otlarla besleniyor, gün ışığı altında, sosyal varlıklar olarak dolaşıyorlardı…
Endüstriyel hayvancılığa geçildi. Süt inekleri ve eti için beslenen danalar adım atamadıkları, uzanıp yatamadıkları, güçlükle sığdıkları daracık bölmelere hapsedildi. İthal formül yemlerle beslenen ineklere süt verimini arttırmak için sığır büyüme hormonu da uygulanıyor. Beş yılda vücutları tükendiği, aşırı süt üretirken kemiklerindeki kalsiyumu kullandıkları için kemikleri kendiliğinden kırılıyor. Topal inek hastalığı deniyor bu duruma. Tabii ki hemen mezbahaya gönderiliyorlar. Et için beslenen danalar da bir yaş civarında kesiliyor. Ekonomik akıl neyi gerektiriyorsa o yapılıyor. Şehir Hastaneleri de çitleme uygulamasının örnekleri arasında…
Eğer bu yıkım, bu akıl almaz saçmalık vakitlice durdurulamazsa, geriye kurtarılacak bir şey kalmayacağının bilinmesi gerekiyor…