iktibasFikret BaşkayaSiyasetin sefaleti… - Fikret Başkaya
yazarın tüm yazıları:

Siyasetin sefaleti… – Fikret Başkaya

279 Takipçiler
Takip Et

Yeniçağ podcastını dinleyin

Türkiye’de siyasetin yapılış tarzı bir İngiliz halk deyişini hatırlatıyor: “Kör adam karanlık odada bulunmayan kara kediyi arıyor” (a biland man in a dark room looking far a black cat that is not there)… Türkiye’nin egemenleri yüz yıldır “Batı”ya ulaşıp üstüne çıkmayı vadediyor… Lâkin hedef ufukta bir çizgi gibi hep uzaklara kayıyor… Yüz yıldır ekonomi büyüyor, GSYH artıyor ve fakat sorunlar da büyüyor… Neden kapitalist-kolonyalist-emperyalisit Batı’nın zenginliğine, refahına bir türlü ortak olunamıyor? Arada sömürü-bağımlılık-hakimiyet- tabiyet ilişkisi var iken öyle bir şey mümkün müdür? Birinci soru bu ve ikincisi gerçekten “uygar Batı”yı yakalamak gerekiyor mu? Yoksa başka bir şey mi yapmak lâzım! Burjuva uygarlığı insanlığı tehlikeli bir eşiğe taşımışken iklim krizi, ekolojik yıkım ve sosyal kötülükler karşılıklı olarak birbirini üretmeye devam ederken…

Batı neden öyle, siz neden böylesiniz? Batı öyle zira beş yüz yıldır dünyanın geri kalanının emeğini sömürüyor, emeğinin ürününe el koyuyor, doğal kaynaklarını yağmalıyor, talan ediyor… Dünyanın geri kalanının- (Şimdilerde “Küresel Güney” (Global South) diyorlar) zenginliğine el koyuyor. Bu sayede orada bir “demokrasi oyunu” oynanabiliyor… Aslında gerçek demokrasiyle ilgisi görüntüden ibaret… Tam bir seçim ve temsil yanılsaması…

Arada sömürü, bağımlılık, hakimiyet ilişkisi var iken pramidin aşağısındakilerin yukarıya tırmanması mümkün değildir… Öyle bir şey eşyanın tabiatına aykırıdır… Demek ki, hem Batı gibi olmak mümkün değil ve hem de gerekli ve arzulanır bir şey de olmaması gerekiyor… Ya başka bir şey yapmaya cüret edilecek ya da insanlığın ve uygarlığın bir geleceği olmayacak… Bunu söylemek asla felaket tellallığı yapmak değil… Görünen köy kılavuz istemediğine göre…

Eski kafayla, eski yöntem ve araçlarla, siyaset yapma tarzımızı, üretim, tüketim tarzımızı, yaşam tarzımızı, düşünce tarzımızı değiştirmeden bir şeyleri başarmak mümkün değil… Velhasıl, radikal olarak paradigmayı değiştirmemiz gereken bir zamandayız…

Fakat siyasetçi erbabı hâlâ bu aracın bu rotada yol alınacağından şüphe etmiyor… Aslında sahte söylemler bir yana bırakılırsa bizde siyaset seyirciyi oyalamak için yapılan bir şey… Profesyonel politikacıların işi… Siyasetin profesyonellerin işi olduğu durumda hâlâ “demokrasiden” söz edilebilir mi? İnsanların politikayla ilgisi beş yılda bir önlerine konan sandığa oy atmaktan ibaret… Aslında seçimlerde “müesses nizamın” parti başkanları tarafından tayin edilenler onaylatılıyor… Kullanılan oyun bir karşılığı yok… Kimin milletvekili olacağına oy kullananlar karar vermiyor…

Milletvekilleri parti başkanları tarafından belirleniyor ve üç gruba ayrılabilir: Bir kısmı zaten zengin, o işi daha çok zenginleşmek için yapıyor; bir kısmı kendini ve yakın çevresini zengin etmek için; bir de sayıları çok olmasa da kamuya/halka hizmet için siyaset yapanlar var…

Milletvekili yemini şöyle: “Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve lâik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakattan ayrılmayacağıma; büyük Türk Milleti önünde namusum ve şerefim üzerine andiçerim.”

Büyük Türk milleti önünde verilen “namus ve şeref” sözünün bir karşılığı var mı? Hiç oldu mu? Eğer olsaydı, Türkiye bugün bu halde olur muydu, yerlerde sürünür müydü? Aslında bu yeminin bugüne kadar gerçek dünyada hiçbir karşılığı olmadı… Sürekli olarak vaad edilenin tam tersi yapıldı, yapılıyor… Çok sınırlı “temel hürriyetler” birer birer budanıyor… “Herkesin insan haklarına saygı” olsaydı seçilmiş milletvekilleri yaka paça Meclis’ten kovulur, hapse atılır mıydı? Halkın oyuyla seçilen milletvekilini Meclis’e sokmamak ne demeye geliyor? Halkın oylarıyla seçilmiş belediye başkanları görevden alınır, yerlerine kayyum atanır mıydı? Hatay halkının seçtiği Can Atalay hakkında “sayın milletvekilleri” ne düşünüyor, ne yapmak istiyorlar… Bir milletvekilinin uğradığı haksızlığa bile kayıtsız kalan birinin ettiği yeminin bir karşılığı olur mu?

Esasen alaturka “başkanlık sistemine” geçildiği 2017’den beri TBMM’nin varlık nedeni ortadan kalkmış bulunuyor… Meclis artık Saray’ın sekretaryası durumuna indirgenmiş durumda ki, o amaç için 600 kişiye ihtiyaç yok!

Kaşarlanmış siyaset erbabının ezici çoğunluğunun insan haklarıyla, adaletle, özgürlükle, demokrasiyle, toplumun refahıyla uzaktan yakından bir ilgisi yok… Onlar en iyi bildikleri işi yapıyorlar: Bütçeyi, hazineyi ve müşterekleri (herkesin olanı, olması gerekeni) yağmalamak ve yağmalatmak, talan etmek… Şimdilerde dinci iktidar döneminde emek sömürüsü, doğa yağma ve talanı görülmemiş boyutlara ulaştı… Bir süre daha iktidarda kalırsa geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayabilir…

İyi de bunca kepazeliğin, rezaletin, saçmalığın, akılsızlığın gerisinde ne var? Neden böyle oldu, oluyor? İmparatorluğun tebası/ padişahın kulu, Cumhuriyet’in “yurttaşı” olamadığı için… Yurttaş, toplumun sorunlarıyla ilgili olan, siyasetin nesnesi değil, öznesi olandır… Eğer yurttaş bilinci olsaydı, siyaset kaşarlanmış burjuva politikacılarının oyuncağı olur muydu? Yurttaş, beş yılda bir sandığa oy atan değildir, bizzat siyasetin “öznesi” olana denir…

İnsanlar “büyüme”, “kalkınma” yalanıyla oyalanıyor… Oysa, kapitalizm dahilinde “ekonomik büyüme” toplumsal refah yaratacak diye bir kural, öyle bir kesinlik yoktur… Söz konusu olan “sermayenin” büyümesidir… Sermaye de daima emekçi sınıflar, yoksul çoğunluk aleyhine büyür… Siz burjuva iktisatçılarının ve kaşarlanmış burjuva politikacılarının büyüme-kalkınma nutuklarına itibar etmeyin… Rakamlara ve istatistiklere de… Eğer tevatür edildiği gibi büyüme refah ve kalkınma demeye gelseydi, onca büyümeden sonra insanlar yoksulluk, sefalet, denizinde debelenir miydi?

Fakat kapitalizm sadece yoksulluk ve sefalet peydahlamıyor, doğa tahribatını (ekositi), ekolojik yıkımı ve iklim krizini de tetikliyor…

Bizde siyaset toplumu “kutuplaştırmaya” dayanıyor… Böylece asıl sorunları gündemden düşürmek mümkün oluyor… Doğrusu bu işi de iyi beceriyorlar… Fakat şimdilerde politik İslamcı AKP toplumu sadece kutuplaştırmakla yetinmiyor, düşmanlaştırıyor da… Muhalif tarafı, kendinden yana olmayanları katli vacip düşman ilan ediyor…

Bu kör gidişi durdurmak, başka şey yapmak, bunun için de ayağa kalkmak, araziye inmek, “sayın seyirciliğe” son vermek, haysiyetli insanlar olarak yaşama iradesini ortaya koymak yeterli… Ellerimiz ila nihai armut toplamak zorunda olmadığına göre…

Bir hatırlatmayla bitirelim… Aslında aracın sürücüsüyle birlikte aracı da değiştirmek gerekiyor… Zira, kötü sistem dahilinde iyi bir şeyler yapmak mümkün değildir…

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
334AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin