yazılariktibasLenin'in Emperyalizm'inin teorik önemi - Prabhat Patnaik
yazarın tüm yazıları:

Lenin’in Emperyalizm’inin teorik önemi – Prabhat Patnaik

279 Takipçiler
Takip Et

Yeniçağ podcastını dinleyin

Lenin’in Emperyalizm’inin önemi, devrim algısını tamamen değiştirmiş olmasında yatıyor. Marx ve Engels, sömürge ve bağımlı ülkelerin metropoldeki proleter devrimden önce bile kendi devrimlerine sahip olma ihtimalini halihazırda görselleştirmişlerdi ama bu iki devrim kümesi birbirinden ayrı görülüyordu ve hem çevredeki devrimin yörüngesi hem de metropoldeki sosyalist devrimle ilişkisi belirsiz kalıyordu. Lenin’in Emperyalizm’i yalnızca iki devrim kümesini birbirine bağlamakla kalmadı, aynı zamanda çevre ülkelerdeki devrimi beşeriyetin sosyalizme doğru ilerleme sürecinin bir parçası haline getirdi.

Bu nedenle devrimci süreci entegre etmek bir bütün olarak görüyordu; zincirin en zayıf halkasındaki bir kopuştan başlayarak, bu halka nerede olursa olsun, tüm sistemi alaşağı edecek tek bir dünya devrimci süreci tahayyül ediyordu. Ayrıca, kapitalizm bundan böyle insanlığı yıkıcı savaşlara sürükleyecek bir aşamaya ulaştığı için böyle bir dünya devriminin zamanının geldiğini de teyit ediyordu; kapitalizm tüm dünyayı “kaplamış”, hiçbir “boş alan” bırakmamış, onu farklı metropol güçlerinin etki alanlarına tamamen bölmüştü, dolayısıyla artık yalnızca dünyanın yeniden bölümlenmesi söz konusu olabilirdi ve böyle bir yeniden bölümlenme ancak Birinci Dünya Savaşı’nın klasik bir örneği olduğu emperyalistler arası savaşlar yoluyla gerçekleşebilirdi.

Emperyalizm’e kaynaklık eden teorik pozisyon Marksizmi en az beş önemli şekilde genişletti. Birincisi, Hegel’in tarihi olmadığı gerekçesiyle reddettiği dünyanın “dış bölgelerini” dünya devriminin yörüngesine soktu; sahiden de zaman geçtikçe ve Bolşevik Devrimi’nin ardından Avrupa’da devrim umutları sönmeye başladıkça, bu ülkeler dünya devriminin merkez sahnesine taşındı. Son yazılarından birinde Lenin, Rus Devriminin ardından Çin ve Hindistan’da gerçekleşecek bir devrime umut bağlamakla kalmamış, Rusya, Çin ve Hindistan’ın birlikte insanlığın neredeyse yarısını oluşturduğunu, dolayısıyla bu üç ülkede gerçekleşecek devrimlerin dengeyi kararlı bir şekilde sosyalizm lehine değiştireceği gerçeğinden bile memnuniyet duymuştu. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde kurulmasına yardımcı olduğu Komünist Enternasyonal Hindistan, Çin, Meksika ve Çin Hindinde gelen delegelerin Fransa, Almanya ve ABD’den gelenlerle omuz omuza verdiği, dünyanın o zamana kadar gördüğü hiçbir şeye benzemiyordu.

İkinci ve paralel olarak, Marksizmin kapsamını ileri kapitalist ülkelerdeki proleter devrimin bir teorisi olmaktan çıkarıp bir dünya devrimi teorisine dönüştürdü. Elbette, emperyalizmin vurguladığı sermayenin dünya egemenliğinin bir yansıması olan Marksizmin çok daha geniş kapsamının farkına varılması, Avrupa dışındaki toplumların tarihinin Marksist teori temelinde analiz edilmesi gibi özel bir vazifenin yerine getirilmesini gerektiriyordu. Fakat Marksizmin üçüncü dünyada yayılması ve gelişmesi, Komintern’in spesifik siyasi okumaları hatalı olsa bile, Komintern tarafından teşvik edilen bu tür analizler için temel sağladı. Lenin’in Emperyalizm’i böylece Marksizme eşi benzeri görülmemiş bir canlılık kazandırdı.

Elbette Lenin emperyalizmden bahseden ilk şahsiyet değildi. Ondan önce Rosa Luxemburg, kapitalizmin neden kapitalizm öncesi pazarlara tecavüz etmesinin kendisi için gerekli olduğunu izah eden son derece keskin ve kavrayışlı bir analiz sunmuştu. Ancak Luxemburg’un analizi, bu türden bir tecavüzün kapitalizm öncesi kesimin kapitalizme asimilasyonu ile sonuçlanacağı hakikatinden mustaripti. Kapitalizm öncesi kesim harap olmuş bir varlık olarak kalmadı, kapitalist kesimin bir parçası haline geldi. Dolayısıyla Luxemburg’un analizinin odak noktası hala Avrupa proleter devrimi olarak kaldı. Aksini iddia etse de metropol kapitalizmi tarafından yaratılan kalıcı olarak bölünmüş bir dünya görmüyordu. Fakat Lenin’in Emperyalizm’i böyle kalıcı olarak bölünmüş bir dünya tasavvur ediyordu ve onun gücü de burada yatıyordu.

Üçüncüsü, Lenin’in teorisi kapitalizmin “tarihsel eskimesi” kavramına kökten yeni bir yorum getirdi. O zamana kadar, Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın önsözündeki kısa açıklamalarına dayanan anlayış, bir üretim tarzının ancak içindeki üretici güçlerin daha fazla gelişmesi için alan tükendiğinde tarihsel olarak eskimiş ve dolayısıyla devrilmeye hazır hale geldiği yönündeydi ve bu tür bir tükenmenin tipik olarak kendini bir kriz biçiminde göstermesi gerekiyordu. Esasında böyle bir krizin yokluğu, Bernstein’ın Marksizmi “revize etme” talebini, proletaryanın arzusu olarak sistemin yıkılması yerine bir reformun ikame edilmesini teşvik etmişti. Bernstein’a karşı devrimci geleneğe bağlı olanlar, henüz ortaya çıkmamış olabilecek böyle bir nihai krizin yine de kaçınılmaz olduğunu kanıtlamaya çalıştılar.

Lenin’in emperyalizm teorisi burada tamamen yeni bir çığır açtı. Kapitalizmin tarihsel köhnemişliğinin, yıkılma olgunluğuna eriştiğinin göstergesi herhangi bir iktisadi kriz değil, beşeriyeti yıkıcı savaşlara, bir ülkenin işçilerinin başka bir ülkenin işçileriyle siperlerde savaşmak zorunda bırakıldığı savaşlara sürüklediği bir evreye girmiş olmasıydı. Bu gerçekleştiğinde, emperyalist savaşı iç savaşlara dönüştürmenin, silahları siperlerin ötesindeki işçi kardeşlerinden her bir ülkedeki kapitalistlere çevirmenin zamanı gelmişti.

Dördüncüsü, sosyalizm artık nerede gerçekleşirse gerçekleşsin tüm devrimlerin hedefi olacaktı. Kapitalizme geç giren ülkelerde, tarihsel olarak onun habercisi rolünü oynamış olan burjuvazi tarafından demokratik devrimin ileriye taşınamayacağı fikri, Lenin’in Sosyal Demokrasinin İki Taktiği’nde halihazırda ortaya çıkmıştı; bu tür toplumlarda demokratik devrimi ileriye taşıma görevi, köylülükle ittifaka girecek olan proletaryaya düşüyordu ve demokratik devrime önderlik ettikten sonra sadece orada durmayacak, sosyalizmi inşa etmeye devam edecekti. Fakat şimdi, çevre toplumlarda, başta emperyalizme karşı ve merkezinde işçi ve köylülerin bulunduğu geniş bir sınıf ittifakına dayanan ve daha sonra sosyalist aşamaya geçen bir devrim perspektifi genelleşti. Kısacası sosyalizmi inşa etme görevi artık sadece ileri ülke işçilerini ilgilendirmiyordu; bu, tüm toplumların gündemine giren aşamalarla başarılacak bir görevdi.

Son olarak, temel bir soru ortaya çıkmıştı: Avrupa işçi sınıfı hareketinde “reformizm” neden bu kadar büyümüştü ki, İkinci Enternasyonal’in pek çok lideri savaş sırasında ya oportünist ya da düpedüz sosyal şoven tutumları benimsemişti ve Lenin, Engels’in daha önceki bir önerisine dayanarak, emperyal süper kârlardan “rüşvet alan” bir “işçi aristokrasisi” kavramı geliştirerek bu soruya bir yanıt verdi.

Emperyalizm muazzam bir teorik başarıydı. Lenin bir keresinde Marksizmin gücünün doğru olmasında yattığını söylemişti. Lenin’in emperyalizm teorisi için de benzer bir ifade kullanılabilir. Olağanüstü bir güç gösterisi olan bu teori, yeni konjonktürde ortaya çıkan ve yanıt bekleyen bir dizi soruya neredeyse göz kamaştırıcı bir aydınlıkla yanıt veriyordu. Lenin’in argümanının şu ya da bu ayrıntısına itiraz edilebilir ama genel itici gücü neredeyse ezici bir çoğunlukla doğruydu. Ve doğruluğunun bir göstergesi de 1914 ile 1939 arasındaki dönemde dünyadaki gelişmeleri neredeyse esrarengiz bir şekilde öngörmüş olması.

Ancak günümüz dünyası Lenin’in Emperyalizm’de yazdıklarından uzaklaştı. Bu farklılığın en önemli özelliği, sermayenin merkezileşmesinin Lenin’in zamanına göre çok daha ilerlemiş olması ve o dönemde egemen olan ulusal finans sermayelerinin yerine uluslararası bir finans sermayesinin ortaya çıkması. Bunun sonucunda emperyalistler arası rekabetler sessizleşti, zira uluslararası finans kapital dünyanın farklı etki alanlarına bölünmesini istemiyor; bundan ziyade sınırsız hareketi için bölünmemiş bir dünya istiyor. Dolayısıyla emperyalistler arası rekabetin neden olduğu savaşlar sorunu artık ortaya çıkmıyor.

Fakat bu bir sulh çağının başlangıcı anlamına gelmiyor. Uluslararası finans kapitalin, üçüncü dünyanın iktisadi bağımsızlık ve [gıda dahil] kendi kendine yeterlilik yönündeki tüm ulusal çabalarına karşı amansız saldırısı, birleşmiş bir emperyalizmi belirli ülkelerle karşı karşıya getiren bir dizi yerel çatışmaya yol açtı. Aynı zamanda, üçüncü dünya emekçilerinin sömürüsü, içindeki şirket-finans oligarşisi uluslararası finans sermayesiyle bütünleşirken bile büyük ölçüde yoğunlaştı; sonuç, nüfusun büyük kesimlerinin beslenme açısından mutlak yoksulluğun arttığına tanık olduğu bir noktaya kadar üçüncü dünya içinde büyük bir eşitsizlik büyümesi oldu. Aynı zamanda, metropol sermayesinin faaliyetlerini küresel güneye kaydırmaya daha istekli olması, metropoldeki sendikaları zayıflattı ve metropolün kendi içindeki eşitsizliğin artmasına yol açtı. Neoliberal düzende ifadesini bulan uluslararası finans sermayesinin hegemonyası, dünya emekçilerinin koşullarında göreli ve hatta mutlak anlamda ciddi bir kötüleşmeyi beraberinde getirdi.

Bu durum, neoliberal küresel düzen içerisinde çözümü olmayan bir aşırı üretim krizine yol açtı. Ve bu kriz, çeşitli ülkelerdeki şirket-finans oligarşilerinin hegemonyalarını korumak için faşist gruplarla ittifaklar kurmasıyla, tüm dünyada faşizmin ve neo-faşizmin yükselişine yol açtı. Demokratik haklar adına mücadele, işsizliğe karşı mücadele ve sivil özgürlükler adına mücadele bu nedenle ön plana çıktı ve bu mücadele sosyalizm mücadelesine bağlandı. Lenin’in dünya devriminin perspektifini devrimcileştirmesi geçerliliğini koruyor, ancak devrimin acil odağı zamanla değişti.

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
334AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin