Küresel ısınmanın önlenmesi için ilki 1995 yılında gerçekleştirilen COP toplantılarının 28’incisine fosil yakıtlardan çıkışa dair somut bir plan ortaya konulmaması neticesinde kademeli çıkışa yalnızca sivil toplumun baskısıyla bir ibare olarak yer verilmesi ve nükleer enerjinin düşük karbonlu olarak nihai metne girmesi damgasını vurdu.
Zira 2050 yılında karbonsuzlaşma hedefi için karbonu kaynağında azaltmaktansa salınan karbonun azaltımını sağlayan teknolojiler üzerinden bilime referans verilmesiyle “sihirli” nükleer çözümlere de kapı aralandı. Yani önceki yıllarda yeşil enerji olmadığı için yeşil fon alanına kapıdan erişemeyen nükleer lobi, bu sene bilim ve teknolojiye verilen referansla bacadan girdi. Ancak, nükleer enerjinin COP kararına girmesinin nedeni nükleer enerjinin iklim krizine çözüm olması değil, pazardaki paylaşım kavgası.
Daha önce birçok yazıda belirtildiği gibi 2050 karbonsuzlaşma hedefi için de en düşük karbonlu teknoloji olmanın ötesinde kaynağını doğadan alan, kaynağında sonsuz ve dışsallıkları olmayan, depolama altyapısına sahip yenilenebilir enerji kategorisindeki rüzgar ve güneş enerjilerine yönelmek en akılcı yöntemdir. Yenilenebilir enerjilerin neredeyse tam tersi özellikleriyle ham maddesi tehlikeli, kaynağında sınırlı, pahalı, depolama süreçleri riskli (kalıcı depolama sorunu çözülmemiş), tüm süreçleri aşırı maliyetli ve soğutma suyunu dahi ısıtan dışsallıkları bulunan, iklim krizi koşullarında riskleri artan, operasyonel süreçleriyle küresel ısınmaya pozitif besleme yaparak hem iklimi ısıtan hem de radyoaktif kirliliğe neden olan nükleer enerjiye yönelim de bir o kadar akıl dışıdır. Dolayısıyla nükleerin düşük karbonlu kabul edilmesi ve Dünya Bankası kaynakları dahil teşviklerden yararlandırılması iklim krizine karşı kaşıkla verilen ilacın kepçeyle çıkarılması anlamını taşır. Gezegenin iklim krizine sokulmuş olduğu hali kalp hastalığına yakalanan bir hasta metaforuyla açıklarsak, doktorun verdiği diyette yağlı ve kızartmaların yazması kadar absürt olan bu kararla doktorun hastaneye kalp ameliyatı müşterisi kazandıracağı kesindir!
Yeni ‘finansman modelleri’ne örnek: Akkuyu
İklim krizinden çıkış koşullarına dair tartışma zemini varsayılan iklim zirvelerinin son yıllarda yeni iş anlaşmalarıyla yeni iş fırsatları anlamına geldiği malum. Bu kapsamda özellikle devletlerin ve ulus üstü örgütlerin ifa ettikleri düzenleyici rol, engellerin kaldırılması, teşviklerin uygulanması ve itirazların baskılanması için nükleer enerjinin küresel yayılımını da organize etmiştir. Ne var ki, kapitalist sistemin “hep daha fazlasını isteyen” narsistik tavrı sergileyen nükleer endüstri devlet desteği olmadığı gerekçesiyle “kuraklıktan” dem vurabiliyor.
Nitekim neoliberal düzene rağmen bu durum ABD menşeili Clean Air Task Force, The EFI Foundatio, ile kendisi başı başına tehdit olan the Nuclear Threat Initiative adlı kuruluşlar tarafından hazırlanan “Gelişmekte Olan Ülkelerde Nükleer Enerjinin Geliştirilmesi için Küresel Bir Oyun Kitabı: Başarı için Altı Boyut” (A Global Playbook for Nuclear Energy Development in Embarking Countries: Six Dimensions for Success) içindeki “Nükleer projelerin finansmanı için sadece piyasa mekanizmaları yeterli değildir; ulusal hükümetler nükleer programın başlangıcında aktif bir rol oynamalıdır” ibaresinde de görülmekte. Nükleer gibi karmaşık bir teknolojinin gelişmekte olan ülkelere pazarlanması için bankacılık kabiliyetinin artırılmasının hedeflendiği belirtilen kitapçıkta, Fransa ve ABD gibi nükleer endüstri lobilerin güçlü olduğu devletlere önderlik görevi veriliyor. Yeni finansman modellerinin uygulanmasına ihtiyaç olduğuna da işaret edilen kitapçıkta ülkelerin azgelişmişliği ölçüsünde finansman yollarına başvurulması için verilen örnek ise Rusya’nın Yap -Sahip ol -İşlet (B.O.O) tipi finansman anlaşmasıyla ülkemizde kurduğu Akkuyu Nükleer Güç Santrali.
Kitapçıktaki öneriler, COP28 başlamamışken nükleer enerji kapasitesinin üç kat artırılması yönündeki haberlerin dünya kamuoyuna duyurulmuş olmasıyla değerlendirildiğinde nükleer enerjiye yatırım kararlarının evveliyatının belirleyici olduğu görülmekte. Hatta ağustos ayının başında Fukuşima‘ da 11 yıldır biriktirilerek miktarı 1,3 milyon tona ulaşan radyoaktif suyun IAEA‘nın desteğiyle okyanusa boşaltılmasında da küresel nükleer kapasitenin üç katına çıkarılması planlarının etkili olduğu söylenebilir. Çünkü şu yazıda iddia edildiği gibi nükleerleşmenin artması, normalleştirilmesi gereken daha fazla radyoaktif kirlilik kaynağının oluşması demektir.
Nükleer enerjide ‘Rönesans’ çabası
Yukarıdaki bağlama göre, bu yazıda COP28 sonuç bildirgesinde de yer alan nükleer enerjinin düşük karbonlu kabul edilmesine dair kararın paylaşım mücadelesine dayandığını ve böylece yenilenebilir enerjiler karşısında kaçınılmaz şekilde küçülmeye giden küresel nükleer enerji kapasitesinin hak etmediği bir desteğe kavuşturulmak istendiğini iddia ediyorum. Bu nedenle, küresel ölçekte nükleerden elde edilen elektriğin yüzde 72’sini üreten ABD, Çin, Fransa Rusya ve G. Kore arasındaki dengenin bozulmasından odaklanıyorum. İlk yayımlandığı 1992 yılından itibaren şeffaflıktan yoksun nükleer süreçlere dair en objektif verileri sağlayan ve bu sene COP 28’in gerçekleştirildiği tarihte yayımlanan Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporunun bu seneki verilerinden yararlanarak yürüttüğüm tartışmada, nükleer teknolojilerin iklim krizine karbonsuz teknolojik çözüm üretme derdinin çok uzağında olup bir nükleer enerjiye yeniden rönesans yaşatma sürecinin lobiler arası yarışla tırmandırıldığını savunuyorum. Böylece rapor üzerine her yıl Yeşil Gazete‘ye yazdığım değerlendirme yazımı da bu sene COP 28 bağlamındaki bu yazıyla paylaşmış olacağım.
Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporu’ndaki büyük resme göre küresel ölçekte inşa halindeki 58 reaktör projesi nükleer endüstriyi domine eden beş büyük devletten Çin ve Rusya’ya ait. Yani Çin’in 2023 ortası itibariyle inşa halindeki 23 reaktörle en fazla projeye tek başına sahip konumda olması ve Rusya’nın, 2023 ortası itibariyle dördü Akkuyu’da bulunan yapım aşamasındaki 24 reaktörün tedarikçisi olarak uluslararası pazara büyük ölçüde hâkim bulunması önemli. Özellikle Rusya’nın kendi ülkesi haricinde Hindistan, Çin, Türkiye, Mısır ve Bangladeş’teki projeleriyle Fransa ve ABD’deki nükleer lobilerine göre pazarda üstünlük yakalamış olması, diğer nükleer devlerin yeni coğrafyalara açılma iştahını kabarttığı üzere yakın zamanda daha çok sayıda gelişmekte olan ülkenin nükleerleştirilmek istenmesi için yeni reaktör anlaşmalarının yapılacağı öngörülebilir.
Bu şekilde gelişmekte olan ülkelerin sermayeyi kendi öz kaynakları olan yenilenebillir enerjileri geliştirmek için kullanması da engellenir. Yani sosyo-ekonomik sorunlar içinde demokrasi yoksunu, iklim krizine ve hükümetlerine karşı direnmesi gereken gelişmekte olan ülke halkları bir de nükleer yük altında ezilecektir. Bu şekilde nükleer kolonyalizmin yaygınlaştırılacağı anlaşıldığı üzere, Türkiye’de AKP tarafından Sinop ve İğneada‘da kurulmak istenen nükleer santral projeleri için de ipotek anlamına gelen yeni anlaşmaların gündeme getirilmesi beklenebilir.
Bununla beraber raporun, küresel nükleer enerji üretim seviyeleri açısından 2002 yılında 15’inci sıradaki Çin’in 2016 yılında üçüncü sıraya, 2020 yılında da dünyanın en büyük ikinci nükleer üreticisi haline gelerek 1980’lerin başından beri sektörün lideri olan Fransa’yı geçtiğini göstermesi de kıymetlidir. Kaldı ki, Fransa’daki nükleer enerji üretimi 1990’dan bu yana ilk kez yüzde 22,7’lik rekor bir düşüşe uğrayarak 300 gigawatın altına gerilemiş bulunmaktadır. Nitekim aşağıdaki tabloya göre dünya çapında reaktörlerin ortalama yaşı 31,4 olurken, 56 reaktörü 38 yaşını geçmiş durumda olan Fransa’daki hükümet reaktörlerin devreden çıkarılmayıp ömürlerinin uzatılması için girişimlerde bulunmaktadır.
ABD ise 93 reaktörüyle dünyanın en fazla reaktörüne yani en geniş nükleer filosuna sahiptir. Ancak, reaktörlerinin ortalama yaşının 42 olması, dünya ortalamasına göre yaşlı olduğunu gösterirken 49 reaktörü 41 yıldır çalışmakta, son beş yıl içinde ise 47 yaşında 7 reaktörü temelli kapatılmıştır. Yani aşağıda görüldüğü üzere dünya genelinde kapatılan reaktörlerin ortalama yaşı 28,2 iken ABD’de 10 reaktör 51 yıl veya daha uzun süredir operasyonda olup Fransa’daki gibi reaktör ömrünün uzatılması için başvuruları yapılmıştır.
Öte yandan Rusya’nın büyüyen nükleer filosu için gereken uranyum tedarikinde engellenmesi karşısında önceki bir yazıda tartışıldığı gibi yeni uranyum madenleri açma girişimlerinde bulunmaktadır. Bununla beraber, COP28’de bilime referans verilmesi nükleer yakıt süreçlerinde bağımlılığın aşılması için teknolojik geliştirmelere başvurulacağına işarettir. Esasen dünya genelinde mevcut santraller için 50 yıllık uranyum rezervi kalmışken nükleer kapasitenin üç kat artırılması kararı atıktan yakıt üretme süreçlerinin geliştirilmesinin hızlandırılacağı anlaşılmaktadır. Üstelik ABD ve Fransa’nın rakip gördüğü Rusya, VVER 1200 modellerinin nükleer atığını yeniden işleyerek yeni nesil reaktörlere yakıt üretme yöntemlerini geliştirmektedir (Bu durum en az 1 milyon yıl tehlikesi sürecek olan nihai atığın ev sahibi ülkede depolanmasından önceki proseste, atığın içinden alınan plütonyumun alınarak işlenmesiyle ilgilidir). Anımsanacağı gibi Ukrayna savaşında Rusya’ya yaptırımların uygulanmasındaki zorluğun temelinde Rusya’nın nükleer santrallerde kullanılan zenginleştirilmiş uranyum yakıtının üretildiği iki teknolojiden en büyüğüne (*) sahip olması bulunmaktadır ki bu da diğer nükleer devlerin ham maddeden bağımsızlaşmak için atıktan yakıt üretme çalışmalarının hızlandırılmasına diğer bir gerekçedir.
Nükleer enerjiden elektrik üretimi düşerken artan kurulu kapasite dilemması
Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporu’na göre nükleer enerjinin 2022’de küresel ticari brüt elektrik üretimindeki payının yüzde 9,2’ye düşerek son kırk yılın en düşük değerine gerilemesi ise faaliyette olan nükleer santrallerden elde edilen elektriğin verimlilik sorunsalı olarak karşımıza çıktığını göstermektedir. Oysa 2013-2022 yılları arasında yüzde 60’ı Çin’de olmak üzere 66 reaktör işletmeye alınırken 42 reaktörün kapatılması neticesinde kurulu nükleer kapasite 2022 sonuna kadar artmıştır.
Bununla birlikte nükleer enerjinin yenilenebilir enerjilerle rekabet edemediğini gösteren şekilde 1996’daki yüzde 17,5’lik üretim düzeyinin yarısına kadar gerilemesinde yenilenebilir enerjilerin (güneş, rüzgâr ve ağırlıklı olarak biyokütle) 2020’den itibaren artan verimliliğinin de etkisi yadsınamaz. Kuşkusuz bu sonuçta aşağıdaki grafikte görüldüğü gibi güneş ve rüzgar enerjisinin üretim maliyetlerinin fosil yakıtlarla nükleerden düşük olması rol oynamaktadır ki, nükleer enerji üretim maliyetleri artan bir seyir izlemektedir.
Yenilenebilir enerjilerden nükleer santrallere kıyasla yüzde 16,5 daha fazla elektrik üretildiği belirtilen raporun 2021 yılı verileri anımsanırsa rüzgâr ve güneş enerjisinin küresel enerjinin yüzde 10’undan fazlasını sağlamıştır ki, 2022 yılında yenilenebilir enerjiden elde edilen elektrik düzeyi de yüzde 30’lara ulaşmıştır.
Nükleer endüstrinin genel olarak deneyimlenen sorunları da mevcut santrallerde üretilen elektriğin payının küçülmesinde rol oynar. Nitekim raporda, Arjantin‘de üç reaktöründen birinde aylarca süren planlı ve plansız bakım ve onarım kesintileri nedeniyle nükleer enerji üretiminin yüzde 26,5 oranında düştüğünden; Belçika’da da teknik sorunlara bağlı olarak 2022’de yüzde 13’lük bir düşüş yaşandığından bahsedilmektedir.
Fukuşima nükleer felaketinin de etkisiyle nükleerden çıkış kararını hayata geçirerek 17 reaktörünü aşamalı olarak kapatan Almanya faktörü ile felaketin meydana geldiği tarih itibariyle önce 43 olarak belirlenen, ardından 35 olarak güncellenen reaktörleriyle Japonya’da 12 yıl sonra yalnızca 10 reaktörün operasyona yeniden başlatılmış olmasının da bu düşüşte payı vardır. Esasen raporda Japonya’da nükleer enerjiden elde edilen üretimin 2021’deki önemli artışın ardından 2022’de yüzde 15,3 oranında tekrar düştüğünden bahsedilmektedir. Benzer şekilde Birleşik Krallık‘ta, 2016 ve 2021 yılları arasında istikrarlı bir şekilde azalan nükleer üretimi 2022 yılında yüzde 4,3 artmış, ancak 2022’de üç reaktör daha kapatıldığı için 2022’nin aynı dönemine kıyasla yüzde 21,5 düşmüştür ki raporda, önceki düşüş eğiliminin süreceğine işaret edilmektedir.
Sonuç olarak, operasyondaki nükleer santrallerin sayısı artarken nükleer enerji üretiminin düşmekte olması her şeyden önce nükleer enerjinin verimsiz süreçlerinin ürünü olarak okunmalıdır. Ayrıca giderek yaş ortalaması artan ve nükleer filo kapasitesinin yüksek gösterilmesi için reaktörlerin ömrü uzatılırken iklim krizi şartlarında bakım-onarım ihtiyacı da artarak kırılganlaşan nükleer santrallerin tehlike düzeyi yükselecektir. Hatta teknolojik yatırımlarla uranyum zenginleştirme teknolojisi kurmak yerine ham maddenin sınırlılığı nedeniyle nükleer atıktan yakıt üretme gibi süreçlerin yaygınlaşması yeni inşa edilmesi planlanan santrallerin daha da tehlikeli hale gelmesi demektir.
Dip toplamda nükleer pazardaki rekabetin tetiklediği nükleer kapasite artırımı için yapılacak yatırımın geri dönüşünün uzun inşaat süreçleriyle nükleerin küresel ısınmanın 1,5 derece altında tutulmasına yetişememesi nedeniyle iklim krizine çözüm sunamayıp çoklu felaketlere yol açması şeklinde yaşanacaktır. Yani iklim krizine bir çözüm sunamayan nükleer enerjinin teşvikler alıp yaygınlaştırılması ancak insan sonrasına katkı(!) yapabilir ki, neoliberal nükleer devletler yarışadursun kendisi riskli, yavaş ve hantal olan nükleer projeler bu sonu yakınlaştırmaktadır.
*
(*) Dünya genelinde zenginleştirme hizmetleri ve yakıt döngüsü ürünleri alanında ikinci sırada ise uluslararası bir tedarikçi olan Urenco vardır.