Geçen hafta e-posta kutuma Guardian köşe yazarı Marina Hyde’dan bir mesaj geldi. Elbette bana özel bir mesaj değildi. Özgür gazeteciliğe devam etmek için okuru olarak benden bir defaya mahsus bir dolar ama daha iyisi düzenli olarak ayda iki dolarlık destek istiyordu. Karşılığında ne mi alacaktım? Sohbetlerde, barlarda, hatta bastıracağım kartvizitte kendimi “medya baronu” olarak tanıtabilecektim. Bir haber kuruluşunu desteklediğim için buna hakkım vardı, keyfini çıkarmalıydım. Hyde’ın gayrı resmi teklifinin arkasında İngiltere’de yaşanan bir patronaj krizi yatıyor. Zaten mektubunda isim vermeden şu bilgiyi de ekliyor: “İyi tarafından bakacak olursak, Guardian şu anda yabancı bir petrol devletinin satın alma teklifine konu değil, ancak bu ne yazık ki hala garip bir şekilde Fleet Street’teki [Londra’da gazeteciliğin merkezi sayılan cadde] her medya kuruluşunun söyleyebileceği bir şey değil.”
İngiltere basın dünyası şu sıralar the Telegraph gazetesi ve Spectator dergisinin Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) tarafından desteklenen IMI Redbird yatırım grubu tarafından satın alınma ihtimali nedeniyle sarsılmış durumda. Muhafazakâr Parti’ye en yakın gazetelerden biri olan Telegraph’ın Arap petrol krallığının eline geçmesine, ‘böyle bir şey İngiltere’de nasıl olur?’ şoku da ekleniyor. Biraz geriye gidip neler olduğuna bakalım. The Telegraph ya da the Daily Telegraph olarak bilinen gazete 1855 yılında Albay Arthur B. Sleigh tarafından kuruluyor. Albay gazeteyi döndüremeyince kullandığı matbaanın ve aynı zamanda the Sunday Times’ın sahibi Joseph Moses Levy’e satıyor. O da tabloid gazete pazarında rekabet etmesi için oğluna teslim ediyor. O dönem gazetenin sloganı “dünyanın en büyük, en iyi̇ ve en ucuz gazetesi”. Gazete nesillerce elden ele geçtikten sonra 1986’da Kanadalı Conrad Black tarafından satın alınıyor. Black dolandırıcılıktan yargılanıyor, Donald Trump affedene kadar altı buçuk yıl ABD’de cezaevinde kalıyor. Bu arada 2004 yılında gazeteyi Barclay ailesi alıyor. Başlarda istikrarlı giden gazete 2009 yılında yolsuzluk haberleriyle satışlarını artırıyor. Ancak hemen ertesinde Barclay ailesinde Succession dizisinden daha renkli entrikalar baş gösteriyor. Sör David ölünce, oğulları amcaları Sör Frederick’in Ritz oteldeki konuşmalarını dinletmekle suçlanıyor. Sör Frederick 34 yıllık evliliği sonrası boşanma tazminatını ödeyemediği için hapse düşmekten son anda kurtuluyor vs.… Sonunda geçen Haziran’da 1,2 milyar sterlinlik borcu nedeniyle gazeteye Lloyds bankası (Lloyds Banking Group Plc.) el koyuyor. İngiliz medya baronu Jonathan Harmsworth’un de aralarında bulunduğu talipler çıkıyor ancak Barclay ailesi arkalarına Ortadoğu finansmanını alarak gazeteye geri dönmeye çalışıyor. İşte kıyamet tam da burada kopuyor. Barcley’ler gücünü, banka parasını istiyor ama ya basın özgürlüğü? Liberal kapitalist sermayenin merkezi, varlığını piyasanın görünmez aklına bağlamışken şimdi ‘devlet bu duruma müdahale etsin’ diye çırpınıyor Lloyds Bankasını aç gözlü olmakla suçluyor. İngiltere’de önümüzdeki yıl seçim var ve bir dönem Boris Johnson’ın dahi yazdığı, Spectator dergisinin kıdemli editörü James Forsyth’in Başbakan Rishi Sunak’ın başta gelen danışmanlarından biri olduğu, Muhafazakâr Parti’nin en önemli gazetesinin arkasında şimdi Şeyh Mansour Bin Zayed Al Nahyan mı olacak? Al Nahyan aynı zamanda Manchester City’nin de sahibi. Dahası Al Nahyan’ın sahibi olduğu yatırım şirketinin medya ayağının başında CNN’in eski patronu Jeff Zucker var. Kültür, medya ve spordan sorumlu bakan Lucy Frazer, medya düzenleyici kurum Ofcom ve Rekabet Kurulu yoluyla bu satışa müdahale edilebileceğini savunuyor. Jeff Zucker, yayın kuruluşlarının editöryel bağımsızlığını koruyacağının sözünü verse de kimse ikna olmuş değil. İşçi Partisi de Tory Partisi’nin kaygılarını paylaşıyor, hükümet müdahalesini savunuyor.
İngiltere’nin medya sahipliği sorununu burada bırakıp Bosna Hersek’e uçalım. Türkiye’de AKP iktidarından aldığı ihaleler ve vergi indirimleriyle güçlenen, havuz medyası destekçileri arasında olduğu iddia edilen Cengiz Holding, Bosna Hersek’te kurduğu Simurg Media şirketiyle ülkedeki basın özgürlüğüne tehdit olarak görülüyor. Deutsche Welle’den Serdar Vardar ve Defne Altıok’un haberine göre Simurg Media’ya bağlı haber sitesi Faktor ve haftalık siyasi dergi STAV, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı öven yayınlar yapıyor ve AKP’ye yakın çizgideki SDA’nın (Demokratik Eylem Partisi) propaganda bülteni gibi çalışıyor. Özellikle seçim dönemlerinde yaydığı dezenformasyon nedeniyle basın örgütlerinin kırmızı listesinde. Gazetecilerin konuştuğu Bosna Hersekli medya uzmanlarına göre Cengiz Holding’in oradaki medya yatırımlarından para kazanma ihtimali yok, çünkü ülke hala medyayı besleyecek sermayeden yoksun, ancak haberde bir önemli bilgi daha var: Cengiz Holding’in Bosna Hersek’teki kamu ihalelerinden aldığı pay yüzde 49, değeri Türkiye-Bosna ticaretinden fazla.
Bir kez daha görüldüğü üzere medya-iktidar-sermaye ilişkileri dünyanın hiçbir yerinde birbirinden ayrı değil ve hayırlı sonuçlara yol açmıyor. Ancak Batı demokrasisi, kendi sermayesinin uluslararası yatırımlarını bilginin ve sermayenin özgür dolaşımı diye pazarlarken akış tersine dönünce yaygarayı basıyor, bunu bir “milli güvenlik sorunu” olarak tartışıyor. İngiltere belki kendi ‘bela’sını kovacak ama Bosna Hersek’in böyle bir gücü yok. Zaten kimsenin de umurunda değil. Liberal kapitalist sistemin medya politikaları başarısızlığını iki yüzlülükle gizlerken basın özgürlüğünün sermayenin elinde bırakılamayacak kadar önemli olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor. Medya baronu biz mi olalım yoksa ‘yerli ve milli’ Harmsworth’lar mı? O da yılın son yazısının konusu olsun.