yazılariktibasÇifte Standartların Uluslararası Hukuku mu? - Lawrence Davidson
yazarın tüm yazıları:

Çifte Standartların Uluslararası Hukuku mu? – Lawrence Davidson

279 Takipçiler
Takip Et

Yeniçağ podcastını dinleyin

Bir yanda doğru bir tarihsel bağlam, diğer yanda ise kendi başına gerçeküstü bir hayata bürünecek kadar sık tekrarlanan propaganda arasında fark vardır. Maalesef söz konusu Filistinlilerin mücadelesi olduğunda Batılı siyasetçiler aradaki farkı anlayamıyor. Örneğin 9 Ekim 2023 tarihinde Fransa, Almanya, İtalya, Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri liderleri tarafından yayınlanan ve kısmen şu ifadeleri içeren bildiriyi ele alalım: “Hamas’ın terörist eylemlerinin hiçbir haklı gerekçesi ve meşruiyeti olmadığını ve evrensel olarak kınanması gerektiğini açıkça ifade ediyoruz”. Ne yazık ki, göreceğimiz gibi, bildirinin atıfta bulunduğu terörist eylemler o kadar yaygın, hem İsrail’in hem de bu bildiriyi yayınlayan beş ülkenin tarihinde o kadar “normal” ki, iddiaları ancak bariz bir çifte standartla desteklenen bir propaganda parçası olabilir.

Nitekim:

+ Bildiri, Filistinli savaşçıların 8 Ekim’de İsrail’e girmesini ve bunun sonucunda ortaya çıkan terörizmi yalnızca “Hamas”a atfeder. Ayrıca açıklama, Hamas’ın “Filistin halkının isteklerini temsil etmediği” konusunda ısrar ediyor. Öyle olsun. O zaman birileri Başkan Biden ve diğer dört Batılı liderin, İsrail’in sözde “meşru müdafaa” amacıyla uyguladığı son derece ölümcül toplu cezalandırma siyasasında neden bu kadar hararetle “İsrail’in yanında durduklarını” açıklamalıdır. Gazze Kenti’nin ve kentte yaşayan 600.000 kişinin neredeyse toptan yok edilmesi kesinlikle sadece Hamas’a yönelik olamaz. Eminim beş liderden biri bu zorluktan sıyrılmak için kıvranacaktır ama bu açıklama safsatadan öteye gitmeyecektir.

+ Filistin saldırısıyla bağlantılı şiddetin bir kısmının terörizm olduğu gözlemi şüphesiz doğrudur. Bu terör eylemlerinin kamuoyuna yansıyan fotoğrafları, Lübnan’ın güneyindeki Sabra ve Şatilla mülteci kamplarında İsrail tarafından gerçekleştirilen katliamın fotoğraflarıyla dikkate değer bir benzerlik gösterir. Son Filistin şiddeti de uzun süre yüksek baskı altında tutulan duygular tarafından yönlendirilen bir karaktere sahipti. Bu bağlamda, tarihsel olarak ezilenlerin şiddetinin zamanla ezenlerin şiddetinin düzeyine yükselme eğiliminde olduğunu unutmayalım. Ve elbette İsrail’in Filistinlilere karşı uyguladığı işkence-tarzı siyasa (Gazze halkını hızla yoksullaştırma “diyetine” sokmak) da kolaylıkla terörizm (ya da en azından kasıtlı işkence) olarak yorumlanabilir. Bu şekilde, İsraillilerin Filistinlilerin şiddetli tepkisi için standardı belirlediği söylenebilir.

+ Bununla birlikte, beş lider tarafından (İsrail liderliğinden bahsetmiyorum bile) kullanıldığı ve durmaksızın tekrarlandığı üzere, terörizm terimi uzun zaman önce bir propaganda mantrasına indirgendi -yine bir tür ahlaki çifte muhasebeyle desteklenir. Dolayısıyla, “egemen bir devleti” temsil ediyorlarsa, polis ve ordunun uluslararası hukuku terörist yollarla ihlal edebileceği ve liderlerinin bunu dindarca “meşru müdafaa” olarak adlandıracağı üzücü gerçekliğimizin bir parçasıdır. Bu aldatıcı dil kullanımına müttefikleri boyun eğecek ve yurttaşları da alkış tutacaktır. Ama bu tür bir devlet şiddetinin mağduruysanız, meşru müdafaa hakkınız yoktur ve kesinlikle zalimlerin insanlık dışı taktiklerini taklit etme hakkınız da yoktur. Buna kalkışırsanız, eylemleriniz terörizme dönüşür. Bu durum, dile getirilmeyen bir uluslararası çifte standart yasasına işaret eder.

+ Filistinlilerin 8 Ekim’de gerçekleştirdikleri eylemin “hiçbir haklı gerekçesi olmadığı” fikri saçmalıktan ibarettir. Joe Biden’ın deyimiyle, tarihin “katışıksız” bir bağlamından koparılmasıdır. İsrailli insan hakları örgütü B’tselem’e göre İsrail güçleri 2000 yılından 2023 Eylül sonuna kadar 10.000 Filistinliyi öldürdü. Bu ölü Filistinlilerin her biri, 8 Ekim’deki İsrail ölümlerinde yankısını buldu. Bunu şu şekilde de düşünebilirsiniz: bir halkı onlarca yıl boyunca sistematik olarak uluslararası hukuku ve ahlaki normları ihlal edecek şekilde hapsediyorsanız ve sonra kısa bir süre için hapisten kaçıp şiddetle karşılık verdiklerinde eylemlerinin haksız olduğunu iddia ediyorsanız, yine bariz çifte standartlarla kendini ifade eden ciddi bir tarihsel kör noktanız var demektir.

+ Son olarak, Gazze sınırına yakın Re’im’de düzenlenen müzik festivali sırasında meydana gelen ölümler hakkında ne diyeceğiz? Orada 250’den fazla İsrailli ve onların yabancı konukları öldürüldü. Evet, bu bir terörizmdi. Evet, bu bir katliamdı. Ve evet, Gazze’nin dünyanın en büyük açık hava cezaevine dönüştürülmesiyle böyle bir şey kaçınılmaz hale geldi. Bu festivali düzenleyenlerin, ulusal liderlerinin ürettiği bir cehennemin kapısında dans edip şarkılar söylediklerinin tarihsel olarak ne kadar farkında oldukları sorulabilir -ki bu ciddi bir sorudur. Her hâlükârda, ortaya çıkan dehşet, intikamın hayatımızdaki yerine dair üzücü bir yorumdur. Bu insanlıktan çıkarma dürtüsünün katlanarak büyüdüğünü görmek istiyorsanız, İsrail’in Gazze’ye yönelik hâlihazırdaki tutumuna bakın, ki bu davranış Joe Biden’ın gözünde her nasılsa “katışıksız kötülük” teşkil etmez. Bu oyununun adı ikiyüzlülüktür.

İsrail’in 11 Eylül’ü mü?

İsrail’in 8 Ekim saldırısının İsrail’in 11 Eylül’ü olduğu varsayımından çok söz edildi. İsrail’in Birleşmiş Milletler Büyükelçisi “Bu bizim 11 Eylül’ümüz” dedi. Birçok İsrailli askeri sözcü de bunun, onların 11 Eylül’ü olduğunu söyledi. Florida Valisi Ron DeSantis, Wall Street Journal köşe yazısı sayfasında, “bunun İsrail için muhtemelen 11 Eylül’de ABD’de yaşananlara eşdeğer olduğunu; İsrail kendi 11 Eylül’üyle yüzleştiğini” söyledi.

İşlerin gidişatına bakılırsa, bu yorumda utanç verici bir gerçeklik payı var. Intercept’te Jon Schwarz’dan alıntı yapacak olursak, “Başka bir deyişle, İsrail, tıpkı ABD gibi, dünyada masum bir şekilde yürürken, ANİDEN, HİÇBİR YERDEN, açıklanamaz bir şekilde insanlıkdışı barbarlar tarafından saldırıya uğradı”. Bizden neden nefret ettiklerini sorarsanız, vatanseverlikten uzak ve oyunbozan bir tavır sergilemiş olursunuz. Bu yüzden İsrail’in büyük bir şiddetle karşılık vererek ABD’yi taklit etmesini alkışlayın. İsraillilerin önünde geniş bir alan var. ABD’nin “teröre karşı savaşı”nın doğrudan ve dolaylı olarak “4,5 milyondan fazla insanın ölümüne neden olduğu” tahmin edilir, ki bu sözde iyi adamların tarafıdır.

Her iki durumda da “11 Eylül” saldırıları ABD ve İsrail’in yıllardır sürdürdüğü şiddet siyasalarının ürünüdür. Ortalama bir yurttaşın bu siyasalardan haberdar olmaması ya da siyasetçiler tarafından kendilerine yapılan çarpıtılmış açıklamalara inanmayı tercih etmesi gerçeği değiştirmez. Bu saldırıların her iki tarafındaki kurbanların birçoğunun masumiyeti bile, gücü elinde bulunduranların gözünde, nihayetinde kendi çıkarlarına hizmet eden süreçlerle tarafından harekete geçirilen süreçle alakasızdır. Aslında ABD ve İsrail tarafındaki masumlar, ulusal liderleri tarafından bilerek feda edilmiştir. Jon Schwarz’ın gözlemlediği gibi, “Hem İsrail hem de ABD kurumları, siyasalarının kaçınılmaz olarak kendi yurttaşlarının ölümüne yol açacağının farkındaydı”. Terörist saldırılara maruz kalmak ABD liderleri tarafından “süper güç olmak için ödenmesi gereken küçük bir bedel” olarak görüldü. İsrail’de ise hükümetin bakış açısına göre Filistinli savaşçıların neden olduğu ölümler, “İsrail’in Gazze’ye yönelik siyasası nedeniyle sık sık ödediği nispeten küçük bir bedeldir”.

Milliyetçiliğin öfkemizin, güvensizliğimizin ve neden olduğumuz acılara karşı duyarsızlığımızın gücünü nasıl arttırdığı utanç vericidir. Bu da hepimizin terörist olmasının önünü açıyor. Öyle görünüyor ki, İsrailli liderler şimdi Gazze’de “tüm katliamların anasını” hayal ediyor. Ellerinde büyük bir mazeret var çünkü sistematik Siyonist provokasyonun bir sonucu olarak Filistinliler biraz tepkisel terörizm uyguladı.

Şimdi, yukarıda bahsi geçen beş Batılı liderle bitirelim. Hepsi de demokrasilerin liderleri ve bu demokrasilerin hepsinin tarihleri ölülerle dolu. Fransa Cezayir’de; İtalya Libya ve Etiyopya’da; Birleşik Krallık dünyanın büyük bir kısmında; Almanya Avrupa’nın tamamında; ABD ise Orta ve Güney Amerika’nın tamamında ve Asya’nın büyük bir kısmında. Tüm bu yerlerde, Batı Uygarlığı’nın bu standart sahipleri irili ufaklı savaşlar yürüttü ve o kadar çok insanı öldürdüler ki, aşırı nüfus diye bir şeyin olması bile mucize. Bu nedenle, hepsinin İsrail’in (kanıtlanmış bir apartheid devleti) yanında durmaya söz verdiklerini duyduğumuzda şaşırmayalım -sadece tutarlı davranıyorlar.

* Lawrence Davidson, West Chester Üniversitesi’nde emekli tarih öğretim üyesi.

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
334AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin