yazılariktibas18 Brumaire: Marksizmin bir başyapıtı - Josh Holroyd
yazarın tüm yazıları:

18 Brumaire: Marksizmin bir başyapıtı – Josh Holroyd

279 Takipçiler
Takip Et

Yeniçağ podcastını dinleyin

Kısa ömürlü İkinci Fransız Cumhuriyeti’nin Aralık 1851’de çöküşü, modern siyasi tarihin en hızlı ve kesin u-dönüşlerinden birini teşkil eder. 1848’deki Şubat Devrimi’nden doğan Cumhuriyet, bütün Avrupa için yepyeni bir ilerleme ve demokrasi çağının habercisi gibi görünmüştü. Fakat bunun sahte bir şafak olduğu ortaya çıktı. Dünya üzerindeki en demokratik cumhuriyet dört yıldan kısa bir süre içinde tam anlamıyla zıddına, III. Napolyon’un çıplak diktatörlüğüne dönüşüverdi.

Bu makale, Marx’ın 18 Brumaire‘inin Wellred Books baskısına giriş olarak yazılmıştır.

Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire‘ini Karl Marx esasen, bu gelişmelerin hemen akabinde bir dizi makale olarak yazmıştı. Eser Marksist teorinin sadece bir klasiği olmakla kalmadı ve bugüne kadar yazılmış en büyük siyasi analiz metinlerinden biri olma özelliğini de taşır hâle geldi.

Marx, yazdığı yedi kısa bölümle, döneme damgasını vuran olayların, şahsiyetlerin ve tarafların yarattığı girdapta devrimin ve karşı-devrimin anatomisini gözler önüne sermişti. Sadece bu da değil, bu muazzam eser boyunca Marx, on dokuzuncu yüzyılın çok ötesine uzanan bir dizi teorik meseleyi de ele almıştı.

Bireyin tarihteki rolü, Bonapartizmin ve burjuva devletinin yapısı, köylülüğün doğası ve işçi sınıfıyla arasındaki ilişki, ve hattâ sosyal demokrasinin mahiyeti, bütün bunlar, işçi sınıfı mücadelesinin eserin yazıldığı dönemde nispeten erken bir evrede bulunduğu göz önünde tutulursa, kayda değer bir berraklıkta formüle edilmişti.

Marx’ın bu muazzam çalışmasının bugün yeni bir baskısının yayımlanması, on dokuzuncu yüzyıl ortalarına kıyasla çok daha istikrarsız bir dönemde gerçekleşiyor. 18 Brumaire‘de çıkarılan derslerin sağlam bir şekilde kavranması hiç bu kadar elzem olmamıştı. Bu yeni baskının aşağıda verdiğimiz Giriş bölümünün, bu nedenle, okuru Marx’ın yaptığı çözümlemenin can alıcı noktalarıyla buluşturmasını ve vardığı sonuçların günümüz dünyasıyla bağını kurmaya hizmet etmesini umuyoruz.

Tarihsel Materyalizm

1848 devrimi Marx’a, yakın çalışma arkadaşı Friedrich Engels ile birlikte geliştirip olgunlaştırdığı materyalist tarih anlayışını yaşanmış hadiselere uygulamak için ilk kez bir fırsat sağlamıştı.

1851’de gerçekleşen Bonaparte darbesi, devrimci işçi hareketini hem teorik hem de politik bakımdan yepyeni güçlüklerle yüz yüze bırakan kati bir mağlubiyeti temsil ediyordu. Bu güçlüklerden ilki ve belki de en temel olanı, Bonapart’ın bu kadar rahat bir şekilde iktidarı ele geçirmesi ve İmparatorluk’u yeniden tesis etmesiyle ilgiliydi.

Birçokları Cumhuriyet’in çöküşünü Bonaparte’ın önlenemez iradesinin bir neticesi olmakla izah ederek “Büyük Adam” tarih teorisine sığınmıştı. Diğerleri ise tam tersine, Cumhuriyet’in zaten başından beri kaderine terk edildiğini ve Bonaparte’ın yükselişinin Fransız toplumunun temellerine işlenmiş bir yazgı olduğunu ileri sürerek Bonaparte’ı zaferinden mahrum etmeye çalışıyordu.

İşin ironik yanı, bu görüşün “büyük” şahsiyetlere tapınma anlayışıyla ille de bağdaşmaz olması gerekmiyordu. Bonaparte’ın bizzat kendi bile bu fikre sıkı sıkıya bağlanmış, İmparatorluk’un restorasyonunu “takdir-i ilahi” uyarınca mukadder bilmiş ve bunu yapmanın kendi kaderi olduğuna hükmetmişti. Nitekim yaşananlar da en azından görünüş itibarıyla onun bu hipotezini teyit eder gibiydi.

Sonuç itibarıyla hiçbir şeyi açıklamıyor olmaları bakımından bu izahların ikisi de aynı kapıya çıkıyor. Madem olaylar bütün tahmin ve kontrol süreçlerine kafa tutan birtakım tarihsel “bağımsız aktörler” tarafından belirlenmekte veya madem yaşananlar önceden yazılmış bir kaderin tecellisinden ibaret, o hâlde arada ne fark kalıyor? Bu yorumların ne biri ne de diğeri, bizim yaşananlardan ders çıkararak tarihe bizzat müdahale etmemizi ve tarihin akışını değiştirmemizi sağlar durumda.

Özü itibarıyla kaderci nitelikteki bu bakış açıları, yine de, kendilerini 1848-51’de cumhuriyetçi hareket ve işçi hareketlerinin başında bulmuş olanlara teorik bir bahane sağlamıştı. Onlara göre, eğer hiçbir şeyi öngörememişlerse bunun nedeni hiçbir şeyin öngörülemez oluşuydu; eğer hiçbir şey yapmamışlarsa bunun da nedeni hiçbir şeyin yapılamaz oluşuydu. Marx’ın buna cevabı ise şu meşhur satırlarda saklıydı:

İnsanlar tarihlerini kendileri yapar; ama onu özgür iradeleriyle değil, kendi seçtikleri koşullar altında değil, dolaysız olarak önlerinde buldukları, verili, geçmişten devrolan koşullar altında yaparlar. [18 Brumaire’den alıntılarda Erkin Özalp’in çevirisini kullandım. -CA]

Marksist tarih anlayıșının esası, içinde bulundukları koșulların insanlar tarafından bilimsel olarak kavranabileceğini anlatan materyalist ilkedir. Bu sebepledir ki, bireylerin düşünce ve eylemlerini kendi özgün bağlamlarına oturtabilmek için koşulları derinlemesine sorgulamak zorunludur. Olayların temel mantığını ancak o zaman kavrayabilir ve tarihi yapma çabamıza yön verebiliriz. Nitekim 18 Brumaire‘de Marx tam da bunu başarmıştı.

Sınıf Mücadelesi

Şubat 1848’de, Fransa’daki devrimin arifesinde, Marx ve Engels dünyaya “Bugüne kadarki bütün toplumların tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir.” [Komünist Manifesto, çev. Nail Satlıgan] diye ilan etmişlerdi. Ve Marx’ın 18 Brumaire‘de irdelediği toplumsal koşulların en başında, 1848’de Fransız toplumunda mevcut bulunan muhtelif sınıflar ile bu sınıfların menfaat ve mücadelelerinin siyasete nasıl şekil verdiği geliyordu.

Fransız toplumunda 1848 Devrimi sırasında hâkim sınıf hiç şüphe yok ki burjuvazi, yani sanayi, toprak ve yüksek finans araçları biçimindeki sermayenin sahibi olan sınıftı.

Büyük Fransız Devrimi, eskinin mutlakıyetçi devlet yapısını yerle bir etmiş ve ülkenin tamamında feodal toprak mülkiyetinin son kalıntılarını da silip süpürmüştü. Süreç içinde devrim, ister Cumhuriyet (1792-1804), ister İmparatorluk (1804-1815), ister yeniden tesis edilen Bourbon yani “Meşru” Monarşi (1815-1830), isterse de Orleans’cı yani “Temmuz” Monarşisi (1830-48) döneminde olsun, derebeylik aidatları ya da ruhsatları altında ezilmeyen “özgür” burjuva mülkiyetini devletin temellerine yerleştirmişti.

Kapitalist üretimin gelişmesi sadece şehirlerdeki nispeten cılız sanayi burjuvazisini güçlendirmekle kalmadı, büyük toprak sahibi sınıfı da “tam manasıyla burjuva” bir karaktere kavuşturdu. Napolyon’un yenilgisinden sonra sürgünden dönen Eski Rejim’in sabık “Ruhban Sınıfı” eski asiller bile burjuvazinin küçük bir fraksiyonu hâline geldiler. Kapitalist tarıma bizzat kendileri geçmeyen toprak ağaları ise, ülkenin işçi ve köylüleri tarafından arazi rantı biçiminde üretilen artı değerden sızdırdıkları paylarla geçiniyorlardı.

Bu “toprak aristokrasisi”, kendini diğer bütün sınıfların sırtından zenginleştiren “finans aristokrasisi” ile sıkı bağlar içindeydi. Köylülerin belini kıran ipotekler, Paris borsasında yani “Bourse”da dönen azgın spekülasyonlar ve habire şişen iç borç faizleri sayesinde bu “bankokrasi” (Marx’ın tabiridir) ekonominin her kademesine dokunaçlarını salmıştı.

1848’de Fransız burjuvazisinin kahir ekseriyeti, herhangi türden bir cumhuriyeti değil, Britanya çizgisinde bir meşruti monarşiyi tercih ediyordu. Böylesi bir rejim altında burjuvazi hem tıpkı bir cumhuriyet altında elde edeceği kesinlikte mutlak bir hâkimiyetle yönetebilir, hem de, asırlardır süregelen bir gelenek uyarınca takdis edilen ve güya “kavgaların dışında” kalıyormuş gibi görünerek seçimden muaf olan bir devlet başkanının mevcudiyeti, devletin gerçek sınıfsal yapısını mistifiye etmekle kalmayıp, harekete geçmeye niyetlenen kitlelerin dikkatini dağıtmayı sağlayacak bir işlev de göstermiş olur.

Şubat Devrimi sırasında, saygıdeğer Liberal muhalefet kralın, dokuz yaşındaki torunu lehine tahttan feragat etmesinin yollarını aramak suretiyle, monarşinin çöküşünü umutsuzca önlemeye çabalıyordu. Bütün bunlar, sadece kralın değişmesinin devletin ve beraberinde burjuva hâkimiyetinin neredeyse hiç el sürmeden muhafazasını nasıl sağlayacağını anlatan ders niteliğinde bir örneğini sergiliyor. Benzer şekilde, şayet kral hâkim sınıfa güven vermediği ortaya çıkan seçilmiş bir hükümeti yıpratmak ve hattâ devirmek üzere devreye girecek olursa da, böyle bir hamlenin suçu, adına hareket ettiği sınıfa değil, açıkça Kraliyet’e ait olacaktır.

Öte yandan, kralcı burjuvazi içindeki başlıca ihtilaf konularından biri de Fransa’yı hangi hanedanın yöneteceği meselesiydi. Marx, rakip kralcı partiler yani Meşrutiyetçiler ile Orleans’cılar arasındaki bu donkişotvari mücadelenin zeminini, bu iki hizbin birbirinden farklılık arz eden maddi koşul ve çıkarlarında bulmuştu.

Sanayi, toprak ve finans burjuvaları, sömürülen kitlelerin ürettiği artı değerden geçinen aynı sınıfın birer parçası olsalar da, şüphesiz bu hepsinin aynı çıkarlara sahip olduğu manasına gelmez. Restore edilen Bourbonlar döneminde, oy verme hakkı Fransa’daki sadece en zengin 50.000 toprak ağasıyla sınırlı tutulmuştu. Devletin en üst kademeleri soylular ve Katolik Kilisesi’nin yüksek rütbeli temsilcileri tarafından işgal edilmişti.

Devrim esnasında topraklarını kaybeden aristokrat ailelere X. Charles döneminde (1824-1830) yüklü bir tazminat ödendi, fakat bu bile meclisteki Ultraları tatmin etmedi; zira onlar topraklarının tamamının iadesinden ve Tanrısal Hakkın yeniden tesisinden daha azına razı değillerdi. Böylesi bir beklenti sadece halk kitleleri için değil, 1820’lerde krala karşı Liberal bir muhalefet oluşturan Fransız burjuvazisinin büyük bölümü için bile kabul edilemezdi.

En nihayetinde, beklenen çatışma Temmuz 1830’da son raddeye vardı ve Fransa’da monarşi ne ilk ne de son kez kaybeden taraf oldu. Lakin Temmuz’un “Üç Şanlı Günü”nden çıkan şey demokratik bir cumhuriyet değil, niteliği itibarıyla İngiltere’nin 1688’deki Şanlı Devrimi’ne benzeyen basit bir hanedan değişikliğiydi.

Marx’ın 18 Brumaire‘de açıkladığı gibi:

Meşruiyetçi krallık, yalnızca, toprak beylerinin soydan gelen egemenliklerinin siyasi ifadesiydi; benzer şekilde, Temmuz Monarşisi de, yalnızca, sonradan görme burjuvaların zorla ele geçirilmiş egemenliklerinin siyasal ifadesiydi. Dolayısıyla, bu hizipleri birbirlerinden ayrı tutan, sözde ilkeler değil, maddi varlık koşulları, mülkiyetin iki farklı türü, kent ile kır arasındaki eski karşıtlık, sermaye ile toprak mülkiyeti arasındaki rekabetti.

Bu şartlar altında dünyaya gelen bireyler, mensubu oldukları sınıfın gelişim süreci içinde şekillenen gelenekleri ve ideolojik yükü de tevarüs etmişlerdi. Dolayısıyla tarihi yazdıkları koşulların kayda değer bir kısmını da bizzat bu fikirler teşkil ediyordu.

Benzer biçimde, on dokuzuncu yüzyılın İngiliz Liberal ve Muhafazakâr partileri arasındaki devasa mücadeleler de, özü itibarıyla, İngiliz egemen sınıfının sanayi ve toprak ağası fraksiyonlarının çatışan çıkarlarının siyasi ifadesiydi. Bütün o tumturaklı meclis nutuklarına rağmen, nihayetinde, bu iki parti arasında yaşanan temel ayrışma, dünyadaki işçi ve köylülerden yağmalanan ganimetin nasıl paylaşılacağı hususundaki ihtilaftan ibaretti.

Fakat burjuvazinin farklı mensupları ve hizipleri birbirleriyle devamlı bir mücadele içinde olsalar da, bu durum onların toplumdaki diğer sınıflar tarafından tehdit edildiklerinde neredeyse ittifak hâlinde tek bir sınıf olarak davranmalarına mani olmaz. İkinci Cumhuriyet döneminde kralcı iki hizbin uğursuz ittifakının adı olan Düzen Partisi’nin temelinde de işte bu vardı.

Beyan ettikleri hedef ve ilkeler dikkate alındığında böylesi bir kaynaşmanın imkânsız olması gerekirken, emekçi sınıfın isyanıyla yüz yüze geldiklerinde, ortak sınıf çıkarları diğer bütün mülahazalara baskın çıkmıştır. Günümüzün sınıf bilinci taşıyan işçileri için bu bir ders niteliğindedir: ABD’deki Cumhuriyetçiler ve Demokratlar örneğinde olduğu gibi burjuva partileri arasındaki zahiri düşmanlıklar ne kadar keskin olursa olsun, egemenliklerine yönelik ciddi bir tehditle burun buruna geldiklerinde işçi sınıfının karşısına sapasağlam bir birleşik cephe hâlinde çıkacaklardır.

İşçi Sınıfı

1848’de Fransız burjuvazisinin karşısında henüz çok genç ve nispeten ufak bir işçi sınıfı yani proletarya vardı. Geçimlerini temin etmek adına iş güçlerini günlük ya da haftalık olarak satmaktan gayrı hiçbir çareleri bulunmayan ücretli işçilerden oluşan bu sınıf, 1789-93 Büyük Devrimi sırasında Fransa’da henüz mevcut bile sayılmazdı. Modern işçi sınıfı ancak o devrimin mümkün kıldığı kapitalist sanayinin büyümesiyle vücut bulmaya başladı.

1840’larda devasa devlet kredileriyle finanse edilen demiryolu inşaatlarında büyük bir artış görüldü. Bu dönemde demiryollarının inşası kömür ve metal sanayiine yönelik talebi de artırdı. Buna bağlı olarak da, büyük şehirlerde yoğunlaşmaya başlayan işçilere sürekli artan bir talep oluştu. 1851 yılında, yaklaşık 36 milyonluk toplam nüfus içinde 1.331.260 kişi “grande industrie” çalışanı olarak kayda geçmişti.

Çiçeği burnunda bu Fransız işçi sınıfının karşı karşıya kaldığı çalışma ve yaşam koşulları, Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu adlı eserinde tasvir ettiği dehşetle kıyaslanabilecek kadar berbattı. İşçiler genellikle günde on dört hatta on sekiz saat çalışarak ancak hayatta kalmaya yetecek kadar kazanıyorlardı.

Konut yetersizliği, işçilerin ve ailelerinin küçücük odalara tıkılıp tasavvur edilebilecek en sefil koşullarda yaşamaya mecbur bırakılmaları anlamına geliyordu. Emekçi sınıfının maruz kaldığı aşırı kalabalık ve pis yaşam koşulları, 1831-32 yıllarında sadece Paris’te 18.400 insanın hayatına mal olan kolera türü hastalıkların yayılmasına zemin hazırladı.

Fransız işçi sınıfının ilk örgütlenmeleri işte bu ızdırap ve endişe yıllarında gerçekleşti ve bariz bir işçi sınıfı bilinci oluştu. 1834’teki muazzam Lyon ayaklanması sırasında, ipek dokumacıları sloganlarını muhtemelen Fransız tarihinde ilk kez belirli bir sınıfa, “işçilere” hitaben attılar. Böylece Fransa’da, Jakobenizm gibi kendini genel olarak “halka” ifade etme eğilimindeki eski radikal geleneklerden niteliksel bir kopuş yaşanmış oldu.

Temmuz Monarşisi döneminde işçi sınıfı büyümeye devam ederken, işçiler de dostluk cemiyetleri, sendikalar, kooperatifler ve hatta devrimci gizli cemiyetler bile kurmaya başladılar. Siyaset ve iktisat teorilerini tartışmak amacıyla eğitim cemiyetleri de kuruldu. Bütün bu gelişmeler, 1848 devrimi üzerinde önemli bir rol oynayacak olan çeşitli sosyalist ve komünist teorilerin etkisinin artmasına da zemin hazırlamış oldu. Marx ve Engels 1848’de şu sözleri öylesine sarf etmemişlerdi: “Avrupa’da bir heyula kol geziyor –komünizm heyulası.” [Komünist Manifesto, çev. Nail Satlıgan]

İngiliz Çartist hareketine hayli yakın bir tarzda, her ne kadar Fransa’da çok daha belirgin bir cumhuriyetçi biçim kazanmış olsa da, işçiler genel oy hakkı için verilen mücadelenin ön saflarında yer aldılar. Bununla da kalmayıp, tıpkı Çartistler ve onlardan sonra dünyanın dört bir yanındaki işçi hareketlerinde olduğu gibi, demokratik taleplerden oluşan bu programa kendi toplumsal taleplerini de kattılar.

On saatlik işgünü, “çalışma hakkı” (yani herkes için adil ücret ve doğru düzgün istihdam hakkı) ve “işgücü organizasyonu” (yani ekonominin, yoksulluğu ortadan kaldıracak şekilde planlanması), tüm bunlar monarşi yıkılır yıkılmaz işçilerin gündeme getirdiği taleplerdi. Siyasal demokrasi işçi sınıfı için asla kendi başına bir amaç olmayıp, daima toplumsal özgürleşmelerini sağlayacak bir araç olmuştur. Bu olgu, 1848 devriminde ve sonrasında son derece önemli sonuçlara yol açacaktı.

İşçiler, şu ya da bu türden bir siyasi örgütlenme olmaksızın herhangi bir programı hayata geçirmenin mümkün olmayacağını kısa sürede anladılar ve böylece Mart ve Haziran 1848 arasında gelişen umut verici “kulüp hareketi” ortaya çıktı. Paris’te toplandığı bilinen kulüp sayısı 1 Mart itibarıyla beş civarındayken, bu sayı 15 Mart’ta elli dokuza varmıştı. Nisan ortasına gelindiğinde 203 kulüp vardı ve bunların 149’u tek bir federasyonda birleşmişti.

Bu kulüpler isimlerini ve ilhamlarını 1789-93 Büyük Fransız Devrimi’nden alıyordu, fakat sınıfsal içerikleri birbirinden hayli farklıydı. Gerçek kulüplerin aksine, bunlar on binlerce işçiden oluşuyor ve devrimin gereklerini tartışmak amacıyla düzenli olarak, bazen geceleri bile toplanıyorlardı. Marx bu kulüpleri “devrimci proletaryanın merkezleri” ve hattâ “burjuva devletine karşı bir işçi devletinin kurulması” olarak tanımlıyordu [Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, çev. Erkin Özalp].

Kulüplerin yükseliş süreci maalesef kısa ömürlü oldu. Nisan ayındaki seçimlerin ardından hükümet kulüplere karşı sert adımlar atmaya başladı ve nihayet 23 Haziran’da en az 50.000 silahlı isyancının katıldığı ve binlerce kişinin öldürüldüğü bir isyan patlak verdi. Yaşananlar birçok açıdan, Paris Komünü’nün Versay ordusu tarafından ezildiği 21-28 Mayıs 1871’deki meşhur “kanlı hafta”nın habercisiydi.

Küçük Burjuvazi

İşçi sınıfı 1848’de devrimci hareketin ön saflarında yer almış olsa da, Fransız toplumunda Temmuz Monarşisi’nin devrilmesinde çıkarı olan tek sınıf değildi ve cumhuriyetçi hareketin çoğunluğunu oluşturmuyordu.

Aslına bakılırsa, 1848’de Fransa’daki kentsel nüfusun kahir ekseriyeti, Marx’ın “küçük burjuvazi” adını verdiği sınıfa dahildi: Kendi üretim araçları olan ve kendi hesabına çalışan küçük mülk sahipleriydiler. Kendi atölyelerinde çalışan zanaatkârlar, dükkân sahipleri ve daha alt kademelerdeki gazeteciler, avukatlar, doktorlar ve diğer meslek erbabı bu sınıfın ana gövdesini teşkil ediyordu.

Fransız Devrimi’ne en radikal evresinde, 1793 Jakoben Konvansiyonu sırasında önderlik eden kesim devrimci küçük burjuvazi olmuştu. Paris’in ayaktakımının baskısıyla 1793’te yayımlanan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi, 1789 tarihli orijinal bildirgenin formel, hukuki ve siyasal eşitliğini, işsizler için geçim desteği ve herkes için laik eğitim gibi, o zamanlar hayli ilerici sayılabilecek daha başka toplumsal taleplerle takviye ediyordu.

Fakat küçük burjuvazinin en radikal kesimleri ve cumhuriyetçi gelenekleri için bile asıl dikkat çekici husus, işçi hareketinin aksine, küçük burjuvazinin temsilcilerinin hiçbir zaman özel mülkiyete meydan okuyacak denli ileri gitmemiş olmalarıdır. Nihayetinde küçük burjuvalar da bizzat mülkiyet sahibiydiler. Mesela İkinci Cumhuriyet döneminde küçük burjuva cumhuriyetçiliğini temsil eden Dağ’ın önceliği, büyük mülkiyetin sahip olduğu imtiyazlara ve yozlaşmışlığına saldırarak toplumun en yoksul kesimleri için destek temin etmek amacıyla azami düzeyde siyasal demokrasi ve hukuki eşitlik sağlamak olmuştu.

Marx’ın da belirttiği üzere, küçük burjuvazinin siyasi temsilcileri tarafından benimsenen bu tutum, nihayetinde onun sınıfsal tutumunu da yansıtıyordu. İlginç bir şekilde Marx küçük burjuvaziyi bir “geçiş sınıfı” olarak tanımlar, çünkü kapitalistler ile işçi sınıfı arasında bir orta katman oluşturur ve üyeleri devamlı surette ya kapitalistlerin katına yükselirler ya da büyük sermayeyle girdikleri rekabette hezimete uğrayarak “proletaryanın katına inerler.” [Komünist Manifesto, çev. Nail Satlıgan.]

Sınıf mücadelesindeki bu ara konumun bir sonucu olarak, büyük mülkiyet ile proletaryanın birbirini karşılıklı dışlayan çıkarları, Marx’ın ifadesiyle, bir bütün olarak “halka” genel bir çağrı biçiminde ve iktisadi bağlar olduğu gibi muhafaza edilirken kapitalizmin en berbat aşırılıklarını bertaraf etmeyi amaçlayan talepler olarak “birbirlerini aynı anda köreltirler.”

Bernie Sanders’ın büyük bankaların kapitalist kontrol altında kalacak daha küçük bankalara bölünmesi talebi bu düşünme tarzının çarpıcı bir örneği olarak gösterilebilir. Aynı şekilde, İspanya’da Pablo Iglesias ve Podemos’un ateşli “popülist” söylemi, kapitalist sınıfa ya da özellikle herhangi bir sınıfa değil, müesses nizamın en tepesinde oturup muhtemelen bazı kapitalistleri de kapsayacak şekilde halkı topluca dolandıran “la casta”ya yöneliyordu.

Sınıf mücadelesinin teorik olarak köreltilmesi, bu mücadelenin pratikte de köreltilmesine yol açar. Dağ’ın hiçbir üyesi Haziran 1848’deki işçi ayaklanmasına destek vermemişti, fakat bir yıl sonra kendileri harekete geçtiklerinde bunu silahsız, hazırlıksız ve muğlak bir “anayasayı savunma” çağrısının ötesinde halktan ne uğruna mücadele etmelerini istediklerine dair net bir fikre sahip olmadan yaptılar.

1849’daki “ayaklanma” ise kaçınılmaz biçimde bozguna uğradı ve bu bozgun, hem işçileri hem de küçük burjuva demokratları daha da zayıf düşürürken, Bonaparte’ın elini de güçlendirmiş oldu.

Fransa ve Almanya’daki 1848-51 deneyiminden, Marx ve Engels, her ikisi de, küçük burjuvanın, sermayeye karşı bir mücadelenin önderliğini yapmak bir yana, en temel demokratik devrimci görevleri bile yerine getirmeye en az muktedir sınıf olduğu sonucunu çıkarmışlardı. Nitekim 18 Brumaire‘de Marx, belki de en ağır eleştirisini küçük burjuva “demokratlara” yönelterek şöyle diyordu:

Hiçbir parti elindeki araçları demokrat partiden daha fazla abartmaz ve hiçbiri durum hakkında kendisini daha düşüncesizce kandırmaz. (…) Dolayısıyla, gündemde bir mücadele olduğunda, farklı sınıfların çıkarlarını ve konumlarını incelemeleri gerekmez. (…) Ne de olsa, onlara düşen tek görev, halkın bütün o bitmez tükenmez kaynaklarıyla zorlayıcıların üzerine çullanması için işaret vermektir.

Günümüzde sınıf mücadelesi, Yunanistan’da kendisini “dengesiz Marksist” olarak tanımlayan Yanis Varoufakis örneğinde olduğu gibi, bu türden kendini kandırma örnekleriyle doludur. Avrupa Birliği ve bizzat kendi egemen sınıfları tarafından halka dayatılan acımasız kemer sıkma politikalarına karşı isyankâr bir hava içinde maliye bakanlığına getirilen Varoufakis, borç yükünün hafifletilmesine yönelik “ılımlı bir teklif” sunmuş ama bu teklif IMF, ECB [Avrupa Merkez Bankası] ve Avrupa Komisyonu’ndan oluşan “troyka” tarafından ânında reddedilmişti. Önerisi kesin bir dille reddedilen Varoufakis ise kaçamak cevaplar vermiş ve sonunda istifa etmişti.

Yaşadığı bu tecrübeden hareketle AB’de “daha fazla demokrasiye” ihtiyaç olduğu sonucuna vardı ve şimdilerde minik bir oluşum olan Avrupa’da Demokrasi Hareketi 2025’e öncülük ediyor. Önünde üç yıl var ve hedefine ulaşması zor görünüyor. Fakat bu durum Varoufakis’in pek de umrunda değil. Marx’ın 18 Brumaire‘de yazdığı gibi:

Her durumda, demokrat, en utanç verici yenilgiden, başlangıçta ne kadar masumsa o kadar lekesiz bir şekilde, zafer kazanmak zorunda olduğu yönündeki yeni kazanılmış inançla çıkar…

Burada şunu da belirtmek gerekir ki Marx, bireyin, kendi dolaysız maddi koşulları içinde, ille de o sınıfa ait olmak gerekmeksizin bir sınıf bakış açısını benimsemesini mümkün görmüştür. Kendisinin de açıkladığı gibi:

Onları küçük burjuvanın temsilcileri yapan, küçük burjuvanın yaşamda ötesine geçemediği sınırları kafalarında aşamamaları, bu nedenle de maddi çıkarların ve toplumsal durumun küçük burjuvaları pratikte ulaştırdığı sorunların ve çözümlerin aynılarına teori tarafından ulaştırılmalarıdır.

Teorik olarak, milyoner bir sanayici de sendikalı bir işçi kadar küçük burjuva bir duruş sergileyebilir. Dolayısıyla, burjuva geçmişe sahip bireyler bile, işçi sınıfının maddi çıkarları ve toplumsal konumuyla uyumlu bir şekilde ifade ettikleri ve mücadele ettikleri takdirde proleter bir siyasi duruş benimseyebilirler. Marx ve Engels’in kendileri bu olgunun en ünlü örnekleridir.

Bireylerin ideoloji ve eylemleri, ne kendi çalışma ve yaşam koşulları ne de ailelerinin geçmişten getirdiği koşullar bakımından, sınıfsal kökenleri doğrultusunda kendiliğinden ve mekanik biçimde belirlenir. Ücretlerde ve sosyal hizmetlerde kesintiler lehinde oy kullanırken “işçi sınıfı” kimliklerinden bahseden çok politikacı gördük.

Yine de, toplumdaki çeşitli sınıfların örgütleri ve gelenekleri, ki bunlar onların maddi koşullarından doğmuş ve doğmaya devam etmektedir, bireyin karşısına, toplumsal varlığının önceden belirlenmiş önemli koşulları olarak çıkar. Bu olgu, kitlesel ölçekte, milyonların fikir ve eylemleri üzerinde güçlü bir etkiye sahiptir.

Köylülük

Şehirlerdeki küçük burjuvalara ek olarak, küçük mülk sahiplerinden oluşan bir diğer sınıf da, 1848’de Fransız nüfusunun kahir ekseriyetini meydana getiren köylülerdi. Bu sınıf da Bonapart’a destek sağlayacak önemli bir tabandı. Marx, Bonaparte’ın imparatorluğun yeniden tesisi konusundaki “sabit fikrinin” tam da köylülerin “sabit fikri” ile örtüştüğü için gerçekleştiğini söyler.

Bonapart, yaptığı darbenin sonuçlarını 20 Aralık 1851’de bir referandumla meşru hâle getirmeye çalıştığında, ortaya çıkacak sonuç elbette belliydi. Ülkenin tamamı fiilen sıkıyönetim altındaydı, bütün muhalefet partileri tasfiye edilmişti ve her ihtimale karşı hükümet bütün devlet memurlarına işlerine devam etmelerinin, verecekleri coşkulu desteğe bağlı olduğunu bildirmişti.

Ancak, milyonlarca samimi oyun Bonaparte lehine kullanıldığı da bir vakıadır. Bu oyların büyük çoğunluğu şüphesiz köylülerden geliyordu. Denebilir ki, nasıl üniformalı köylü 2-4 Aralık 1851’de süngüyle cumhuriyete son verdiyse, taşradaki köylü de 20 Aralık’ta oy pusulasıyla imparatorluğu yeniden kurdu.

Marx, 18 Brumaire‘in önemli bir pasajında [s.151-2], köylülerin Bonaparte’a verdiği desteğin izini, köylülüğün maddi varoluş koşullarında sürer. Küçük toprak sahibi köylünün yalıtılmış ve özü itibariyle muhafazakâr yaşam biçimi, Marx’ın gözünde köylülüğü hem bir sınıf yapıyor hem de sınıf olmaktan çıkarıyordu. Köylüler büyük ölçüde benzer maddi koşullarda yaşıyordu ama aralarındaki ilişkiler köy ile sınırlı kalma eğilimindeydi. Örneğin ulusal çapta hiçbir köylü örgütü ya da siyasi parti anlamlı ölçüde mevcut değildi.

Bu atomize olmuş durumdan hareketle Marx, köylülüğün kendi başına bağımsız bir sınıf konumu sergileyemeyeceği sonucuna varmıştır. Kendi kendini doğrudan yönetebilecek durumda değildir. Dolayısıyla Marx’a göre, “küçük toprak sahibi köylülerin siyasal etkisi, nihai ifadesini, yürütme gücünün toplumu kendisine bağımlı kılmasında bulur.”

Fakat buradan hareketle köylülüğün bir bütün olarak sadece katı bir gericilik bloğu oluşturduğunu düşünmek büyük bir hata olur. Zira durum tam da böyle olsaydı, 1917 Rus Devrimi de dahil olmak üzere, köylülerin çoğunlukta olduğu ülkelerde toplumsal devrim imkânsız hâle gelirdi. Aslına bakılırsa Bonapart darbesine gösterilen direniş kırsal kesimde şehirdekinden daha şiddetliydi. Tarihçi Roger Price, “en az 775 komünden 70.000 kadar kişinin fiilen silahlandığını ve 27.000’den fazlasının şiddet eylemlerine katıldığını” kaydeder. Marx’ın kendisi de Bonaparte’ın “devrimci köylüyü değil muhafazakâr köylüyü” temsil ettiğini söylemiştir.

Burjuva cumhuriyeti, tıpkı 2 Aralık 1851’de kendisini savunmaya çağırdığı işçileri silahsızlandırdığı gibi, sosyalizmin kırsalda yayılmasına karşı da kesintisiz bir savaş yürütmüştü. Köylüleri Bonapartçı yapan da buydu. Öte yandan ne küçük burjuvazi ne de işçi sınıfı krizden çıkmanın başka bir yolunu bulabilmişti.

Troçki’nin 1930’larda ifade ettiği gibi, küçük burjuvalar ve köylüler kendilerine işçi sınıfı içinde bir önder bulabilirler, fakat:

Küçük burjuvaziyi kendi safına çekmek için proletarya onun güvenini kazanmak zorundadır. Ve bunu da ancak kendi gücüne dayanarak başarabilir.

Açık bir eylem programı oluşturmalı ve mümkün olabilecek her türlü aracı kullanarak iktidar için mücadele etmeye hazır olmalıdır. Kararlı ve acımasız bir mücadele için devrimci partisinin sertleştirdiği proletarya, köylülere ve şehirlerin küçük burjuvazisine şöyle seslenir:

Biz iktidar için mücadele ediyoruz. Programımız da işte burada. Bu program üzerinde yapılabilecek değişiklikleri sizlerle müzakere etmeye hazırız. Biz sadece büyük sermayeye ve onun uşaklarına karşı şiddet kullanacağız, siz emekçilerle de belirli bir program temelinde ittifak kurmayı arzuluyoruz.

Köylüler böylesi bir dili anlayacaktır. Yeter ki proletaryanın, iktidarı ele geçirebilecek kapasitede olduğuna inansınlar.

Ne trajiktir ki, Fransız köylüleri ancak Haziran 1848’de işçi sınıfının en gelişmiş ve en mücadeleci kesimi ezildikten sonra harekete geçmeye başladı. Köylülerin bir kısmı müteakip senelerde devrim yolunda hareket ettiklerinde, öncülük etsinler diye “Kızıl” yani sosyal-demokrat partinin radikal cumhuriyetçilerine ve sosyalistlerine yöneldiler, ama sosyal-demokrat liderler bu fırsatı tekrar tekrar heba ettiler.

Köylülerin kırsaldaki mücadelesi bazı bölgelerde sıkıyönetim ilan edilmesiyle birlikte iyice kızışırken, sosyal-demokrat liderler işçilerin mücadelesini hep güvenli ve yasal kanallar içinde tutarak takipçilerini Bonaparte’ı sandıkta devirmeye çağırdılar. Netice itibarıyla devrimci köylülerin büyük kısmı tecrit edildi ve köylünün öfkesi Bonaparte’ın şahsında gerici bir çizgiye kaydı.

Bugün Avrupa’da köylülük ve siyasetteki rolü meselesi, toplumun kentleşmesi ve tarımın sanayileşmesiyle beraber büyük oranda ortadan kaldırılmıştır. Fakat yine de pek çok ülkede köylülük önemli bir faktör olmayı hâlâ sürdürüyor; bunların başında da dünyanın en kalabalık ikinci ülkesi olan Hindistan geliyor.

Hintli çiftçilerin 2020 yılında sahneye çıkan umut verici hareketi, köylülüğün devrimci potansiyeline dair çok çarpıcı bir güncel örnek sunuyor. Bir yandan borç yükü, diğer yandan dünya pazarı altında ezilen milyonlarca küçük çiftçi, BJP hükümetinin tarımı “liberalleştirmek” amacıyla yürürlüğe koyduğu bir dizi yasaya karşı ayaklandı. Hindistan’ın Cumhuriyet Bayramı olan 26 Ocak 2021’de on binlerce çiftçinin Delhi’nin merkezine yürüyerek polisleri yolundan çekmesi ve ardından meşhur Kızıl Kale’yi işgal etmesiyle hareket isyan boyutlarına ulaştı.

Hintli çiftçilerin yaşadığı bu deneyim, köylülüğün önemli bir kesiminin, sosyalizm mücadelesi önünde kalıcı engel olmak bir yana, radikal biçimde sola ve hattâ devrimci bir çizgiye kayarak, işçi sınıfının doğal ve güçlü bir müttefiki hâline dönüşebileceğini göstermektedir. Çiftçilerin Delhi’ye doğru yürüyüşe geçtiği sırada 250 milyon işçinin aynı anda iş bıraktığı 26 Kasım 2020’deki tarihsel genel grevin de gösterdiği gibi, Hindistan’da böyle bir ittifak potansiyeli açıkça mevcuttur. Fakat bu potansiyel henüz tam anlamıyla hayata geçirilmiş değil.

Marx’ın 18 Brumaire‘deki analizi Hindistan ve dünya işçileri için de bir uyarı barındırıyor. Eğer krize işçi sınıfı temelinde bir çözüm bulunamazsa, Hint köylüsünün büyük bir kesiminin şiddetle sağa savrulmasının da ihtimal dahilinde olduğunu kabul etmemiz gerekir. Ve bu tarihsel görevin sorumluluğu da, 1848-51’de Fransa’da olduğu gibi, nihayetinde işçi sınıfının ve örgütlerinin önderliğine düşüyor.

Sosyal Demokrasi

İşçilerin Haziran 1848’deki yenilgisinin ardından kulüp hareketi yeraltına çekildi. Kalan bazı kulüpler ve gizli cemiyetler ise Dağ’ın radikal cumhuriyetçi hizbiyle birleşerek “sosyal-demokrat parti”yi kurdular ve tüm ülke çapında ortak bir programla ortak bir aday listesi çıkardılar.

İkinci Cumhuriyet döneminde bütün sınıfları etkisi altına alan toplumsal istikrarsızlık ve hüsran koşullarında, sosyal demokratlar hem kırsal kesimde hem de şehirlerde milyonlarca oy toplamayı başardılar. Fransız sosyal demokrasisinin yükselişi ve 1851’de Bonaparte tarafından bastırılması, Marx’a günümüzde de muazzam bir önem taşıyan siyasi bir olguyu analiz etme fırsatı verdi.

Fransız toplumunun ezilen tüm sınıflarının oluşturduğu geniş bir katmana önderlik eden, mecliste kendine ait büyük bir grubu olan ve dahası ulusal muhafızlar ve ordu içinde destek bulan hakiki manada bir ulusal partinin yaratılmasıyla, sosyal-demokrat parti işçi hareketinde ileriye doğru atılmış muazzam bir adımı temsil ediyordu.

1848-1851 arası fırtınalı dönemin bazı anlarında, egemen sınıfın strateji uzmanları sosyal demokratların iktidarı ele geçirebileceği korkusuna bile kapıldılar. Mesela İngiliz The Economist dergisinde 21 Mart 1850 tarihinde yayımlanan bir makalede şöyle deniyordu:

Fransa’da sosyalizmin günden güne kaydettiği mesafenin ilerisi için tehdit oluşturduğu doğrudur. Ilımlılar, gelecek yılın sonuna kalmadan bu partinin ezici bir çoğunluk elde edeceğini ve demokratik ve sosyal bir cumhuriyet ilan edebileceğini düşünüyorlar.

The Economist‘in “ılımlıları” açısından şükür ki, partinin yakaladığı seçim başarılarının işaret ettiği o büyük potansiyel heba edildi.

Anayasa revizyonu parlamentodaki cumhuriyetçiler tarafından engellendikten sonra, kesin bir çatışmanın eli kulağında olduğuna herkes ikna olmuştu. Bonapart alenen darbeye hazırlanırken, saygın burjuva basını Anayasa’ya karşı yaygara koparıyor, bir gazete de bundan şikâyet ediyordu:

Demagoglar şunu iddia ediyor: Hukukun sınırları içinde kalmalıyız… Oysa tehlikenin tam da bu yasal zeminde yattığını herkes biliyor… Hakikaten, bu yasallık bize ne fayda sağlayacak?

Bu arada sosyal-demokrat yani “Kızıl” partinin liderleri destekçilerine, tek yapmaları gerekenin, yeni seçimlerin yapılacağı 1852 yılının Mayıs ayının ikinci pazar gününe kadar beklemek ve o gün sandıkları patlatmak olduğunu gönül rahatlığı içinde ilan etmişlerdi.

Maalesef o mesut gün asla gelmeyecekti. Kasım ayında Bonaparte tanınmış cumhuriyetçilere ve sosyalistlere karşı tedbir amaçlı bir tutuklama kampanyası başlattı ve 2 Aralık 1851’de sokakları askerlerle doldurarak parlamentonun geri kalanını da feshetti. Marx’ın, Fransız cumhuriyet takviminde I. Napolyon’un 1799’da iktidarı ele geçirdiği tarihe atıfla “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i” olarak bahsettiği darbe işte buydu.

Sosyal demokrasi, elinin altındaki onca imkâna rağmen, kitleleri iktidara taşımaktan âciz olduğunu her seferinde kanıtlıyordu. Bu başarısızlığın en önemli nedenini Marx, sadece sosyal demokrat liderlerin kusurlu fikirlerinde ya da karakterlerinde değil, sosyal demokrasinin bizzat kendi özündeki sınıf çatışmasında buldu: Proleter parti, küçük burjuvazinin liderliğine tabi kılınmış ve toplumu dönüştürme mücadelesini “küçük burjuvazinin sınırları içinde” tutmuştu.

Dağ’ın Haziran 1849’daki yenilgisini değerlendiren Marx şöyle diyordu:

Sosyal demokrasinin kendine özgü karakterini özetleyen şey, demokratik-cumhuriyetçi kurumların, iki ucu, yani hem sermayeyi hem de ücretli emeği ortadan kaldırmanın araçları olarak değil, bunlar arasındaki karşıtlığı zayıflatmanın ve uyuma dönüştürmenin araçları olarak istenmesiydi.

Proletaryanın toplumsal taleplerinden devrimci uçları koparılmış ve bunun yerine daha güvenli, daha “anayasal” kanallara yönlendirilmişlerdi. Böylece ne zaman burjuva cumhuriyeti ile kitleler arasında nihai bir çatışma ihtimali belirse, sözüm ona “Kızıl” liderler, niyetleri bu olsun ya da olmasın, mücadeleyi geriletmek için ellerinden gelen her şeyi yapmayı başarıyorlardı.

Benzer bir saptamayı günümüz Avrupasının herhangi bir sosyal demokrat partisine, örneğin Yunanistan’daki Syriza gibi nispeten genç ve daha solda yer alan partilere ya da ABD’de Bernie Sanders’ın ilk başkanlık kampanyası sırasında öne çıkan “Demokratik Sosyalist” harekete de yöneltmek mümkündür.

Her biri kendi programına, tarihine ve ulusal karakterine sahip bu devasa çeşitlilikteki siyasal oluşumları bir araya getiren şey, Marx’ın bundan 170 yıl önce tespit ettiği şeyle aynıdır: “Sosyalist” reformları kapitalist üretim ilişkilerinin ve burjuva devletinin muhafazasına bağlamak. Reformistler kutsalların en kutsalı bu noktanın ötesine asla geçmeyeceklerdir.

İşçi sınıfı için kazanımlar elde etmek ve dahası bunları savunmak kapitalist sistemin bizzat kendisini hedef almadan mümkün olamadığında, en radikal reformist liderler bile işçileri ya yenilgiye sürükleyecek veya -daha da kötüsü- onlara sırt çevireceklerdir. İşte bu nedenle Troçki, “İhanet reformizmin doğasında vardır” diye uyarmıştı.

Fransız işçi sınıfının gelişiminin bu denli erken bir evresinde ve Haziran Günlerinin ardından proletaryanın en önde gelen liderlerinin tutuklanıp sürgüne gönderilmesinin akabinde, hareketin liderliğinin küçük burjuvazinin temsilcilerine geçmesi kaçınılmazdı.

Marx, daha ileri mücadelelerin ve çetin derslerin getirdiği tecrübeyle, “gerçekten devrimci bir partinin” işçi sınıfı tarafından inşa edileceğini güvenle umuyordu. Fakat böyle bir partinin kendi sınıf bağımsızlığını daima muhafaza etmesi ve “proletaryanın somut taleplerinin sevgili barış uğruna öne çıkarılmamasının istendiği” her türlü “birliği” reddetmesi gerektiğinde de ısrarlıydı.

Küçük burjuvazinin ve köylülüğün radikal katmanlarıyla ortak bir mücadeleyi Marx hiçbir şekilde reddetmemişti. Hattâ bu sınıfların baskın olduğu ülkelerde işçi sınıfının zaferi için bunu kesinlikle gerekli de görüyordu. Fakat işçi hareketinin, “resmi burjuva demokrasisinin bir uzantısı” olarak kaldığı sürece, iktidarı ele geçirmeyi asla başaramayacağına inancını korudu.

İşçi sınıfının güçlü, bağımsız ve sahici bir sosyalist partiye duyduğu ihtiyaç, çağımızın en acil mücadelelerinden biri olmaya devam ediyor. İşçi hareketinin sinik ve yozlaşmış Demokrat Parti makinesine mahkûm edilip ağzının bağlandığı, kapitalist ülkelerin en güçlüsü Amerika Birleşik Devletleri’nde bu mücadele bilhassa aciliyet arz etmektedir. Amerikan işçi sınıfının kendine ait bir parti için vereceği mücadelenin tüm dünyanın kaderini şekillendireceğini söylemek hakikaten de abartı olmayacaktır.

Devlet

18 Brumaire‘de Marx sınıf analizini devletin yapısına da genişletmişti. 1848’de yayımlanan Komünist Manifesto‘da, devletin genel olarak sınıf egemenliğinin bir aracı olduğunu ve işçi sınıfının siyasi hâkimiyet edinmek için “demokrasi savaşını kazanması” ve bu hâkimiyetini “mülkiyet hakkına ve burjuva üretim ilişkilerine despotik tecavüzlerde bulunmak” için kullanması gerektiğini söylemişti [çev. Nail Satlıgan]. Fakat bu politik gücün tam olarak ne olduğu ve nasıl kullanılacağı meselesi ister istemez muğlak ve soyut kalmıştı.

Dönemin Fransız sosyalist hareketi içindeki baskın eğilim, Demokratik Cumhuriyeti sosyalizmi inşa edebilecek bir araç olarak görüyordu. 1848 devrimi bu teorinin pratikte acımasız bir sınavdan geçtiğini kanıtladı.

Marx, en demokratik cumhuriyetin bile “bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki sınırlandırılmamış despotizmi” olarak kaldığını açıklamıştı. Genel oy hakkının getirdiği soyut siyasal eşitliğin altında, “halka” hiçbir surette hesap vermeyen ve burjuva egemenliğinin kendi gelişimine paralel biçimde inşa edilip sürekli iyileştirilen devasa bir bürokrasi ve ordu bulunuyordu. Bu iki unsuru hiçbir seçim birbirinden ayıramaz.

Bu durumda Marx’ın vardığı sonuç, işçi sınıfının siyasi hâkimiyet kazanmak için bizzat burjuva cumhuriyetini devirmesi ve mevcut devlet yapısını her düzeyde dağıtması gerektiğiydi. 18 Brumaire‘in son bölümünde şöyle yazar:

Ama devrim titizdir. Henüz Araf ’taki yolculuğunu sürdürüyor. İşini sistemli bir şekilde yapıyor. (…) Onu yıkabilmek için, parlamenter gücü önce eksiksiz hâle getirmişti. Şimdi, bu amaca ulaşmış olarak, tüm yıkıcı güçlerini ona yöneltmek üzere yürütme gücünü eksiksiz hâle getiriyor, onu en saf ifadesine indirgiyor, yalıtıyor, karşısındaki tek sorun durumuna sokuyor.

Burjuva devletinin bu yıkımını tam olarak neyin izleyeceği, işçilerin kendi devletlerini kurma girişimleri yenilgiye uğratıldığı için somut olarak ortaya konulamamıştır. Marx, burjuva diktatörlüğüne karşı “proletarya diktatörlüğünü” genel bir işçi devleti kavramı olarak ifade etmiş ve işçi kulüplerinin bunun embriyonik bir biçimini temsil ettiğini, belki de bu devlet biçiminin potansiyelinin daha ziyade bir göstergesi olduğunu belirtmişti. Bu öngörü, 18 Mart 1871’de Parisli işçilerin şehrin kontrolünü ele geçirmesi ve gelişen olayların da zorlamasıyla beraber sadece birkaç haftalık bir zaman zarfında toplumu yönetmek üzere kendi organlarını yaratmasıyla tam manasıyla gerçekleşmiş oldu.

Komün’ün taşıdığı önem Marx’ın kendisinin de dikkatinden kaçmamıştı. Mayıs 1871’de Paris’in kahraman işçileri hâlâ canları ve sınıfları uğruna savaşırken Marx, 18 Brumaire‘deki analizini geliştirerek, “işçi sınıfının hazır devlet mekanizmasına basitçe el koyarak onu kendi amaçları için kullanması mümkün değildir” diye yazdı [Fransa’da İç Savaş, çev. Erkin Özalp]. Devamla şunu da ekledi:

Paris proletaryasının [1848] Şubat Devrimini başlatan “sosyal cumhuriyet” sloganı, sadece, muğlak olan bir isteği, sınıf egemenliğinin yalnızca monarşi biçimini değil sınıf egemenliğinin kendisini ortadan kaldıracak olan bir cumhuriyet isteğini ifade ediyordu. Komün, bu cumhuriyetin kesinleşmiş biçimiydi.

Bonapartizm

Devlet, Marx’ın da izah ettiği üzere, nihayetinde bir baskı aracı, yani egemen sınıfın mülkiyet ve imtiyazını müdafaa eden ve sınıf mücadelesini düzenin sınırları içinde tutan silahlı insan toplulukları, mahkemeler, hapishaneler gibi unsurlardır. Fakat bu baskıcı gücün, ordunun, polisin ve devlet bürokrasisinin, nihayetinde çıkarlarına hizmet ettiği egemen sınıftan bir dereceye kadar bağımsızlaştığı tarihsel dönemler de olabilir.

Sınıflı toplumların tarihinde, bu türden, her biri kendine özgü bir toplumsal temele sahip, Sezarizm gibi bir dizi örnek vardır. Engels, Orta Çağ sonlarındaki mutlakıyetçiliği bu türden bir başka örnek olarak tanımlamıştı. Burjuva toplumunda ise bu olgu, I. Napolyon’un ve Birinci Fransız İmparatorluğu’nun yükselişinden sonra “Bonapartizm” adını almıştır.

18 Brumaire‘in en önemli teorik katkılarından biri, Marx’ın Napolyon’un yeğeni III. Napolyon yani Louis Bonaparte’ın yükselişini temel alarak bu önemli tarihsel fenomeni titiz bir analize tabi tutmasıdır.

Bonapartist bir rejimin en belirgin karakteristiği polis ya da askeri idare yoluyla siyasi baskı uygulamaktır. Fakat baskı tek başına Bonapartizmi meydana getirmez. Marx’ın İkinci Cumhuriyet’e dair not düştüğü gibi, zaten tarihte her devlet nihayetinde bir baskı aracı olmuştur.

Mesela savaş dönemlerinde, en demokratik burjuva devleti bile, “savaş çabası”nın çıkarları uğruna, seçimleri askıya alabilir, toplanma hakkına ve grev hakkına kısıtlamalar getirebilir ve basının tamamını sansürleyebilir. Buna benzer bir durumda, Haziran-Ekim 1848 döneminde General Cavaignac tarafından gerçekleştirilen abluka sırasında yürütmenin başına seçimsiz bir general oturtulmuş, işçi liderleri tutuklanmış, toplanma özgürlüğüne ve sosyalist basına ağır kısıtlamalar getirilmiştir.

Marx, ne kadar baskıcı olursa olsun bu rejim ile Bonaparte’ın o dönemki rejimi arasında önemli bir ayrım yapar:

Ama Cavaignac, kılıcın burjuva toplumu üzerindeki diktatörlüğü değil, burjuvazinin kılıca dayalı diktatörlüğüydü. [Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, çev. Erkin Özalp]

Cavaignac, Paris işçilerini ezerken, bunu parlamentonun tamamının emriyle ve burjuva “uygarlığının” tamamı adına yaptı. Bu hizmetinden dolayı da burjuvazinin basın ve parlamentodaki temsilcileri tarafından “toplumun kurtarıcısı” olarak selamlandı. Cavaignac’ın kurduğu bu diktatörlük, nihai tahlilde, egemen sınıfın elindeki bir baskı aygıtından öte bir anlam taşımadığı gibi, herhangi bir kapitalist devletten de temelde farklı değildi.

Buna zıt olarak, 4 Aralık 1851’de Bonaparte’ın birlikleri Montmartre Bulvarı’ndaki saygın burjuvaların evlerine kasten ateş açmıştı. Engels, Bonaparte’ın askerlere işçilerin gömleklerini değil, “çuha giysili centilmenleri” hedef almalarını emrettiğini bile söylüyordu. Sadece sosyalist milletvekilleri değil liberaller bile tutuklandı ve basının tamamı devlet tarafından ya kapatıldı ya da sansürlendi.

Devletin yürütme organı, egemen sınıftan ve onun parlamentodaki temsilcilerinden bu derece bir bağımsızlığı nasıl elde edebilir? Bu sorunun yanıtı elbette sınıf mücadelesinin kendisinde yatmaktadır. Büyük toplumsal istikrarsızlık, yoğun sınıf mücadelesi ve devrim koşullarında, parlamenter rejimin normal işleyişi gittikçe zorlaşır. Cavaignac rejiminde gördüğümüz gibi, kitlelerin her ayaklanışı karşısında egemen sınıfın ve onun siyasi temsilcilerinin kendilerini kurtarmak için devletin baskıcı araçlarına başvurmaktan başka çareleri yoktur.

Dahası, radikalize olmuş kitlelerin parlamentoda attığı her ileri adımla birlikte, burjuvalar devletin yasama organının ve devrim tarafından “bozulan” diğer kurumların gücünü bilinçli olarak kısıtlar ve zayıflatır. İkinci Cumhuriyet döneminde, Kızıl milletvekillerinin tutuklanmasına, Ulusal Muhafızların lağvedilmesine ve nihayetinde genel oy hakkının kaldırılmasına karar veren, aslında Bonaparte değil, Düzen Partisi’nin parlamento çoğunluğuydu. Atılan her adımla birlikte burjuva milletvekilleri, yürütme ve onun başı Bonaparte karşısında kendi konumlarını zayıflatmışlardı.

Bu arada Bonaparte, Marx’ın “tüm sınıfların artığı” dediği “lümpenproletarya” içinden, 10 Aralık Derneği adı altında kendi özel savaş gücünü örgütlemeye başlamıştı. Bu “hayırsever cemiyet”, cumhuriyetçi mitingleri çoğu zaman polisin himayesiyle şiddete başvurarak dağıtmak için kullanılan kiralık haydutlardan müteşekkil özel bir orduydu. Pek çok açıdan Hitler’in kahverengi gömleklilerinin habercisiydiler.

Polisin ve ordunun giderek daha fazla Bonapartist kontrol altına girdiği bir ortamda, “saygın” burjuva devletinden direniş beklenemezdi. Bu haydutları sokaklardan söküp atabilecek tek güç devrimci kitlelerdi, fakat işçi kulüplerinin yasaklanması ve demokratik Ulusal Muhafızların dağıtılmasıyla birlikte, bu mücadeleyi verebilecek bütün örgütler “düzen” adına bizzat cumhuriyet eliyle silahsızlandırılmıştı.

Nihayetinde Bonaparte, kendini öylesine güvende hissetmişti ki, parlamento çoğunluğuna fiilen şantaj yapabiliyor ve hiçbir parlamento onayı olmadan bakanlar tayin edebiliyordu. Ve bu aleni provokasyonlar karşısında Düzen Partisi hiçbir şey yapmıyordu. Zira her ne kadar milletvekili olsalar da her şeyden önce birer burjuvaydılar ve Bonaparte’ı durdurmanın tek yolunun, kitleleri orduya karşı savaşacak bir güç hâlinde kendi etraflarında kenetlemekten geçtiğini anlamışlardı.

Böyle bir eylem planı, daha iki yıl önce silahsızlandırıp tutukladıkları Kızıl işçileri, küçük burjuvaları ve köylüleri yeniden silahlandırmaktan başka bir anlama gelmeyecekti. Bu tür bir ihtimalle karşı karşıya kalan Düzen Partisi’nin her seferinde Bonaparte’ı ehvenişer sayması elbette sürpriz değildi.

Troçki, Hitler’in yükselişi öncesinde Brüning ve Schleicher hükümetlerinin yönetimindeki Almanya’da ve 1934’te Gaston Doumergue hükümetinin yönetimindeki Fransa’da benzer bir olgunun yaşandığını anlatmıştır. Şöyle yazıyor:

Doumerge hükümetinin de, Brüning ve Schleicher hükümetleri gibi, ilk bakışta parlamentonun onayı ile hükümet eder göründüğü doğrudur. Ama bu, yetkilerinden vazgeçmiş, direnç gösterdiği takdirde hükümetin kendisini dağıtacağını bilen bir parlamentodur. Saldıran karşı devrim kampıyla kendini savunan devrim kampı arasındaki nisbi denge sayesinde, iki tarafın da geçici karşılıklı etkisizlikleri sayesinde, iktidar ekseni, sınıfların ve onların parlamento temsilcilerinin üstüne çıkarıldı. [Faşizme Karşı Mücadele, çev. Orhan Koçak & Orhan Dilber]

Benzer bir senaryo İkinci Cumhuriyet’in son yıllarında, özellikle de genel oy hakkı kaldırıldıktan sonraki süreçte de görülebilir. Meclis fiilen devre dışı kalmıştı. Parlamentonun Bonapart karşısında bulabileceği en iyi isim bir başka “güçlü adam” olan Changarnier idi. Fakat ordunun kontrolünü zaten elinde tutan ve 5 milyondan fazla oy almış bir güçlü adam olarak Bonaparte bu rekabette rahatlıkla favori durumdaydı.

Peki Changarnier kazansaydı sonuç ne olurdu, diye de sormak gerekir. Kuvvetle muhtemel, başka bir askerî yönetim biçiminin, yani belki İmparatorluk’un yeniden tesisi değil ama nihayetinde monarşiyi yeniden tesis etmeyi hedefleyecek gerici bir diktatörlüğün önü açılmış olurdu ki bu da kitleler için pek cazip bir seçenek olmazdı.

Marx, Bonaparte’ın meclisle girdiği çatışmalarda kendinden giderek daha fazla emin olma sürecini ayrıntılı olarak anlatır. Bonaparte, tıpkı iyi bir kumarbaz gibi, milletvekillerinin blöflerini, nutuklarını ve eyleme dökülmeyen protestolarını görüyordu. Anayasayı revize etme önerisiyle bahsi yükseltti. Ve meclisteki cumhuriyetçi azınlık anayasa değişikliğini veto edince, burjuvazinin meclis dışında kalan hâkim kanadı tiksintiyle yüzünü Bonaparte’a döndü. İşte ancak o zaman Bonaparte kendini darbe yapmaya muktedir hissetti.

Dolayısıyla Bonaparte’ın yükselişi sadece kendi eylemlerinin bir ürünü değil, bir yandan Düzen Partisi’nin mücadelesinin, diğer yandan da kitlelerin direnişinin zorunlu bir getirisi olmuştu. Kendine güveni ve hareket serbestisi, parlamenter çoğunluktan uzaklaşması ve bu çoğunluğun kitlelerden duyduğu korkuyla doğru orantılı olarak artmıştır.

Bonaparte durdurulabilir miydi?

Bonaparte’ın yükseliş sürecine başından sonuna kadar bakıldığında, “demokrasi” ve “diktatörlük” arasındaki ayrımın hem o dönemde hem de günümüzde mutlak bir tezat olmadığı açıkça görülecektir.

Liberal yorumculara göre Bonapartizm ya da otoriteryanizm, Donald Trump örneğinde olduğu gibi “demokratik normlara” saygı duymayan vicdansız kişilerden kaynaklanan, demokrasiye yönelik bir dış tehdit şeklinde ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla demokrasinin bu Liberal savunucuları tarafından genellikle verilen tavsiye, bu “çirkin” popülistlere karşı mevcut müesses nizamı desteklemek ve “anayasaya” inançla sadık kalmaktır. Ne gariptir ki, benzer tavsiyeler Komünist Enternasyonal’in Stalinist liderliği döneminde, “Halk Cephesi” adını verdikleri faşizmle mücadele şemsiyesi altında da verilmiştir. Fakat böyle bir siyasetin, İkinci Cumhuriyet döneminde Bonapartizmin yükselişini önlemeye pek de yardımı olmayacaktı.

2 Aralık’ta “Yaşasın Cumhuriyet!” sloganlarıyla tutuklanan milletvekillerinin birçoğu darbeyi bizzat kendileri kaçınılmaz hâle getirmişti. Marx’ın 18 Brumaire‘de mükemmel bir ustalıkla ortaya koyduğu gibi, Cumhuriyet’in çöküşünü hazırlayan işte tam da bu “ılımlı” meclis çoğunluğuydu.

Dolayısıyla şu soru ortaya çıkıyor: Bonaparte’ın zaferi engellenebilir miydi, yoksa 1848 seçimlerinde kazandığı ezici zaferden sonra artık bu sonuç kaçınılmaz mıydı? Şayet iktidarı 1851 yılında değil de Aralık 1848’de ele geçirmeye çalışsaydı, sadece meclisi değil, Ulusal Muhafızları ve Ordunun önemli bir kesimini de karşısında bulacaktı. Sosyal demokratların Ordu içinde sahip olduğu destek, Mart ayındaki seçimlerden de görüldüğü üzere, 1850’de bile askerî bir darbeyi riskli bir ihtimal hâline getirmişti.

Burada genel itibarıyla Bonapartizmin yükselişine dair son derece kritik bir husus ortaya çıkmaktadır: Yürütme, toplum içindeki çatışan sınıfların kendilerini bir çözümsüzlük çıkmazında tüketmesiyle doğru orantılı biçimde kendini o sınıfların üstüne taşımaktadır. Elbette devrimci kitlelerin zaferi Bonaparte’ın planlarının üstesinden gelirdi fakat yaşanan her yenilgi ve kaçırılan her fırsatla birlikte devrim güçleri zayıfladıkça zayıfladı.

Lakin işçilerin iktidarı ele geçirememiş olması, burjuvaların artık iktidarı daha kolay elde tutabilecekleri manasına da gelmiyordu. Düzen Partisi iktidarda kaldıkça daha da yalnızlaştı ve hor görüldü. Ve toplumsal tabanı küçüldükçe, kendini savunmak adına burjuva demokrasisinin bizzat kendi organlarını söküp atması daha da elzem hâle geldi. Fakat Marx’ın da açıkladığı gibi, başının üzerinde sürekli bir devrim tehdidi bulunurken, toplumu sonsuza kadar kor ateș hâlinde tutamazsınız: “Terörle gelecek bir son, sonsuz bir terörden iyidir!”

Eninde sonunda, ya devrim ya da gericilik eliyle bir çıkış yolu bulunacaktı. Ya işçiler burjuva iktidarını devirip eski egemen sınıfın direnişini kırmayı başaracak ya da devletin az çok demokratik hâli, asıl sınıfsal özünü muhafaza etmek amacıyla tasfiye edilecekti. Böyle bir dönemde sadece “cumhuriyeti” savunmak ve başkaca hiçbir şey yapmamak, sözüm ona “katıksız cumhuriyetçilerin” Aralık 1851’de acı bir şekilde tecrübe ettiği üzere, olabilecek en saf ütopyaydı.

İstikrarsızlık

Bonapartizm koşulları altında devletin kazandığı tüm görünür güç ve eylem özgürlüğüne rağmen, devlet yine de toplumun geri kalanından tamamen bağımsız hâle gelmemiştir. Hâlâ burjuva mülkiyetine, kapitalist ilişkilere dayanmaktadır ve nihayetinde, her devlet gibi, dayandığı mülkiyeti ve sömürüyü savunmak zorundadır.

Aslına bakılırsa, İmparatorluk’un tüm bunların ötesinde ifade ettiği şey, susturulmuş, eritilmiş ve sömürülecek hammaddeye indirgenmiş işçi sınıfı üzerindeki iktisadi tahakkümünü daha da sağlamlaştırmak için burjuvazinin siyasi hâkimiyetten en nihayet kurtarılmış olmasıydı. Bu koşullar altında Fransa ekonomik açıdan tarihsel bir yükseliş yaşadı.

Bonapartist devletin göreli bağımsızlığı, rejimin çatışan sınıflar arasında denge kurması, vaatlerde bulunması ve darbelerini her taraftan indirmesi sayesinde ortaya çıkmıştır. Marx’ın Bonapart’a dair yaptığı şu yorumda olduğu gibi:

Adamın bu çelişkili görevi, hükümetinin çelişkilerini, önce bir sınıfı, ardından bir başkasını, önce kazanmaya, sonra aşağılamaya yönelik olan ve tüm sınıfların aynı şekilde karşısına geçmesini sağlayan anlaşılmaz denemeleri açıklıyor…

Bunun bir benzerini bugün Rusya’da da görebiliyoruz. Fransız siyasetçi Adolphe Thiers bir keresinde Bonaparte için “bizim idare edeceğimiz bir dangalak” demişti. Putin’in yükselişinin mimarları da belki benzer umutlara sahipti. Fakat bürokrasideki “tarafsız adamları” münferit oligarkları tutuklayıp mallarına el koymaya başladığı hâlde oligarşiye ve Rus kapitalizmine aslında bütünüyle dokunulmadığı kısa sürede ortaya çıktı.

Marx, Louis Bonaparte’ın yükselişinden bir başka önemli ders daha çıkarmıştı: Bonapartist rejim doğası gereği istikrarsızdır. Ekonomik canlanma koşullarında bir süre için kendini istikrara kavuşturabilir, ama belirli bir sınıftan sağlam bir destek almadığı takdirde rejim bir kriz anında hızla çözülebilir.

Tarihteki çoğu Bonapartist rejimin askerî maceraperestliği bu gerçekle ilişkilendirilebilir: Bu maceralar, savaş yolunda gittiği sürece, zor durumdaki lider etrafında bir desteğin oluşmasını temin edecek bir dikkat dağıtma unsuru olarak hizmet edebilir. Bugün Ukrayna’da yaşanmakta olan askerî macera ve onu destekleyen Batı yaptırımları da Rus halkının bir kısmını şimdilik de olsa rejimin arkasında toplamayı başardı. Fakat olaylar hızla tersine dönebilir.

Marx, Bonapart’ın askerî maceralarından birinin onun çöküşü olacağını kesin olarak öngörmüştü. Ülkede giderek artan protestolar ve istikrarsızlık karşısında Bonaparte, 15 Temmuz 1870’te Prusya’ya savaş ilan etmişti. 2 Eylül’de Bismark’ın esiri olmuştu ve artık İkinci İmparatorluk diye bir şey yoktu.

Hepsinden önemlisi, Bonaparte’ın devrilmesinin ardından istikrarlı, demokratik bir rejimin barışçıl bir şekilde kurulmadığını gözden kaçırmamalıyız. Aksine, bu olay esin veren devrimci bir hareketi tetiklemiş ve tarihteki ilk işçi devletini, yani Paris Komünü’nü ortaya çıkarmıştı. Portekiz’deki Estado Novo rejiminin ve İspanya’daki faşist iktidarın çöküşü de kapitalizmi yıkabilecek muazzam devrimci hareketlere zemin hazırladı.

Bugün kapitalist kriz darbeleri ve işçilerin öfkesi karşısında sallanmaya başlayan pek çok bonapartist rejim var. Dünyanın dört bir yanındaki Marksistler bunları yakından takip etmeliler.

Devrimin Mantığı

18 Brumaire‘de anlatılan hadiselere dönüp baktığımızda, bunların bizden çok uzak zamanlara ait olduğunu düşünmek belki de cazip gelebilir. Neticede, 1848 devriminin temel demokratik talepleri yani genel oy hakkı, toplanma ve basın özgürlüğü vesaire, bunların hepsi egemen kapitalist ülkelerdeki işçi mücadeleleri sayesinde en azından bir süreliğine kazanılmıştır. Fakat böyle bakarsak, cumhuriyetin yükselişinin ve çöküşünün çok daha derin bir önemi olduğunu ve bugüne dair dersler içerdiğini gözden kaçırmış oluruz.

1848 birçok yönüyle ilk modern devrimdi. Boyutu küçük olmasına rağmen, işçi sınıfı en başından itibaren olayların merkezinde yer aldı ve devrimin kaderi her aşamada işçi hareketinin ilerleyişi ya da geri çekilişine bağlıydı. Devrimin ilk kazanımlarının tamamı silahlı işçi sınıfının baskısıyla elde edildi. Demokratik cumhuriyeti güvence altına alan işçiler vakit kaybetmeden kendi toplumsal taleplerini ortaya koydular.

İşçilerin gücü karşısında dehşete düşen burjuvalar, devrimin tüm demokratik kazanımlarını hızla terk ederek gericiliğin kucağına atladılar. Böylelikle cumhuriyetin kaderi de mühürlenmiş oldu: Ya işçiler tarafından devrilecek ya da burjuvazi tarafından yıkılacaktı. Aslında bu süreç hiçbir şekilde sadece 1848 Fransa’sına özgü değildi. Son 170 yıldaki her devrimde az ya da çok benzer bir devrim ve karşı-devrim mantığı izlenebilir.

Bu mantığın Marx ve Engels tarafından kavrandığı, o dönemdeki yazılarında görülebilir. Doğrudan Paris işçilerinin deneyimlerinden yola çıkan Marx, 1850 yılında kendi örgütü olan Komünist Birlik’e bir çağrıda bulundu. Bu konuşmada, gelecekteki bir devrimi kastederek ısrarla şunu söylüyordu:

Yeni resmî hükümetler yanında, aynı anda, ister beledi komiteler ve beledi konseyler biçiminde olsun, ister işçi kulüpleri ya da işçi komiteleri biçiminde, [işçiler] kendi öz devrimci işçi hükümetlerini kurmalıdırlar. [Seçme Yapıtlar 1, Sol Yayınları, s.219]

Bununla da kalmayıp, bu konsey ya da kulüplerin amacının resmi hükümeti desteklemek değil, “proletarya diktatörlüğü” yani işçilerin sınıf iktidarı dediği düzeni tesis ederek bu hükümeti teşhir etmek ve nihayetinde devirmek olması gerektiğini de belirtti ve sözlerini şöyle tamamladı: “Savaş naraları, ‘Devrimin Sürekliliği’ olmalıdır.”

Bu program 1848’de hayata geçirilemezdi. İlk kez doğrudan iktidar mücadelesine giren ve ne bir partisi ne de gelişmiş sendikal örgütleri olan işçiler, ileriye doğru devasa adımlar attılar ama henüz kitleleri zafere taşıyabilecek durumda değillerdi. Haziran 1848 ayaklanmasının sadece hükme bağladığı şey, birkaç haftalığına da olsa 1871’de ve ardından 1917’de gerçekleşti.

Sürekli devrimin mantığını bu kadar erken bir aşamada ortaya koymak Marx’ın dehasını gerektirmiş olabilir, fakat onun bu kavrayışı, daha sonraki Marksist kuşakların kendi devrimlerinin anlamını ve yörüngesini kavramaları ve tarihi kendilerinin yapmaları için gerekli hazır malzemeyi de temin etmiştir.

1848’de proletaryanın mevcut olmadığı Rusya’da, Leon Troçki’nin 1905 devrimine ilişkin analizi, onu, kuşkusuz Marx’ın 1848 üzerine yazılarından büyük ölçüde yararlanarak kendi sürekli devrim teorisini ortaya koymaya yöneltecekti. Troçki bu teoriyi şu şekilde özetlemiştir:

…ilk görevleri bakımından bir burjuva devrimi olarak başlayan Devrim, kısa bir süre içinde güçlü sınıf çatışmalarına yol açacak ve ancak, iktidarı ezilen kitlelerin başında durabilecek tek sınıfa, yani proletaryaya devretmekle en son zafere ulaşabilecektir. Proletarya ise, bir kez iktidara geçtikten sonra sadece kendini bir burjuva demokratik programla sınırlamak istememekle kalmayacak, bunu yapmak elinden de gelmeyecektir. Ancak ve ancak Rus Devrimi’nin bir Avrupa proleter devrimine dönüşmesi hâlinde Devrimi Sonuna kadar götürebilecektir. O zaman, Devrim’in ulusa! sınırlılıklarıyla birlikte burjuva demokratik programı da aşılacak ve Rus işçi sınıfının geçici politik egemenliği uzun süreli bir sosyalist diktatörlüğe dönüşecektir. Ama Avrupa’nın hareketsiz kalması halinde, burjuva karşı-devrimi Rusya’da emekçi kitlelerinin hükümetine boyun eğmeyecek ve ülkeyi gerilere fırlatacaktır, hem de bir demokratik işçi ve köylü hükümetinden çok gerilere. Bu yüzden, bir kez iktidarı kazandıktan sonra, burjuva demokrasisinin sınırları içinde kalamaz proletarya. Sürekli devrim taktiklerini benimsemek zorundadır… [Sürekli Devrim, çev. A. Muhittin]

Lenin’in Nisan Tezleri‘nde bizzat benimseyeceği bu perspektif, Bolşeviklerin silahlanmasında kilit rol oynadı ve bu tezlerden gerekli dersler çıkarılmasaydı, parti büyük olasılıkla iktidarı ele geçiremezdi.

Troçki daha sonra, iki dünya savaşı arasındaki devrim ve karşıdevrim dönemine ilişkin eşsiz analizinde, 18 Brumaire‘in derslerinden bir kez daha yararlanacaktı. 1934 yılında yazdığı bir yazıda şöyle diyordu:

Savaştan sonra Rusya’da, Almanya’da, Avusturya-Macaristan’da ve sonra da İspanya’da parlak bir muzaffer devrimler dizisi gerçekleşti. Ama sadece Rusya’da, proletarya tüm iktidarı ellerine aldı, sömürücüleri mülksüzleştirdi ve bir işçi devletini yaratıp korumayı bildi. Diğer her yerde proletarya, kazandığı zafere rağmen, önderliğinin hataları nedeniyle yarı yolda durdu. Sonuç olarak, iktidar ellerinden kayıp gitti, soldan sağa doğru kaydı ve faşizmin ağına düştü. Bir dizi başka ülkede iktidar bir askeri diktatörlüğün eline geçti. Hiçbir yerde parlamentolar sınıf çelişkilerini uzlaştırma ve olayların barışçıl gelişimini güvence altına alma becerisi gösteremedi. İhtilaflar elde silahla çözüme bağlanıyordu. [“Fransa Nereye” (1934), çev. Marksist Tutum]

Elinizdeki bu giriş yazısının kaleme alındığı şu günlerde, kapitalist sistem tarihinin en derin kriziyle karşı karşıya. Daha şimdiden, dünyanın dört bir yanında kitleler daha iyi bir yaşam arayışıyla birbiri ardına hükümetleri devirdi. Ve bu sadece bir başlangıç. Avrupa’da ve sözüm ona gelişmiş kapitalist ülkelerde, Temmuz Monarşisi’nin son günleriyle kıyaslanabilecek düzeyde bir yozlaşma ve huzursuzluk toplumun tüm katmanlarında hissediliyor. Aynı zamanda, kapitalizmin içinde bulunduğu bu kriz insanlığa sadece daha fazla istikrarsızlık ve acı sunmakta.

İşçi sınıfı bir çıkış yolu ararken şüphesiz kendi Cavaignac’larımızla, Barrot’larımızla, Napolyon’larımızla ve aynı zamanda Montagne’larımızla da karşılaşacağız. İnsanlığın geleceği, bizden önce gelenlerden aldığımız dersleri özümseme yeteneğimizde yatmaktadır.

Komünist Manifesto, 1848 Devrimi’nin arifesinde yayınlanmış ve umut yüklü şu sözlerle sona ermişti:

Proleterlerin, zincirlerinden başka kaybedecekleri bir şey yoktur. Kazanacakları bir dünya vardır. [çev. Nail Satlıgan]

Tıpkı 1848’de olduğu gibi bugün de işçilerin, zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yok. Tıpkı 1848’de olduğu gibi bugün de, kazanmaları gereken bir dünya var. Üstelik bugün proletarya 1848’dekiyle kıyaslanamayacak kadar güçlüdür ve toplumun sosyalist dönüşümü ihtimali hiç bu kadar büyük olmamıştı. Tarihten çıkarılan derslerle donanmış olan proletaryanın zaferi mutlaktır.

Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!

Temmuz 2022, Londra.

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
334AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin