Giderek daha ateşli geçen yaz boyunca iki olay kamuoyunun dikkatini çekti: Rusya’daki başarısız askeri darbe ve Fransa’daki şiddetli protestolar. Medya her iki olayı da detaylı bir şekilde ele almış olsa da, oldukça önemli olan ortak bir özelliği gözden kaçırmış görünüyor.
Yağma ve kundaklama eylemleri, 27 Haziran’da Paris’in Nanterre banliyösünde 17 yaşındaki Nahel adlı bir gencin polis tarafından vurularak öldürülmesinin ardından tüm Fransa’ya yayılmıştı. Ülkenin dört bir yanındaki farklı şehirlerde isyancılar barikatlar kurdu, ateşler yaktı ve havai fişeklerle kendisini savundu. Buna karşılık polis de göz yaşartıcı gaz, tazyikli su ve sersemletici ses bombalarıyla karşılık verdi.
Olaylar, polisin devletten özerkleşmiş bir birim gibi hareket etmeye başlaması ve Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’a karşı krizi çözmemesi halinde ayaklanma tehdidinde bulunmasıyla daha da kaygı verici bir hal aldı. Polis, devlet iktidarında bir çatlaktan başka bir şey olmayan bir açıklama yayınladı: Polis teşkilatı içinde daha sert bir refleks gösterilmesini öneren, ayaklanmalara tepki gösteren bir grup Fransız, devletlerine karşı harekete geçme tehdidinde bulunmaktaydı.
Elbette öngörülebilir sol söylem şunları söylüyordu: Polisin ırkçı bir şekilde önyargılı olduğu, Fransız eşitliğinin bir kurgu olduğu, genç göçmenlerin gelecekleri olmadığı için isyan ettiği ve bu krizi çözmenin yolunun daha fazla polis baskısı değil, Fransız toplumunun radikal bir şekilde dönüştürülmesi olduğu.
Öfke yıllardır birikiyordu ve Nahel’in öldürülmesi bu öfkeyi açığa çıkaran bardağı taşıran son damla oldu. Şiddet eylemleri içeren protestolar sonuçtur, sorunun kendisi değil!
Bu anlatıda doğruluk payı var. Polis tarafından takip edilirken elektrik akımına kapılan iki gencin ölümünün ardından 2005 yılında protestolar patlak verdiğinde, Fransa’daki göçmen gençlerin yaşamlarında belirleyici olan önyargılar ve dışlamalar matrisi de kendini göstermişti. Yine de kimlik, ekonomik dışlanma ve sömürgeci adaletsizlik gibi tarihi sorunları çözmek için toplumu tümden elden geçirmek sorunlu bir çözüm arayışıdır; çünkü bu türden çözümler hiçbiri gerçekleşmeyecek gibi görünen, ilerici sonuçları varsayar.
Örneğin protestocuların, Paris’in kenar mahallelerindeki düşük gelirli işçilerin ulaşımları için hayati önem taşıyan yerel otobüsleri hedef alması iki şeye işaret etmekte: Ayaklanmalar sıradan insanların geçim kaynaklarını sağlayan altyapıyı harap etti ve bu yıkımın kurbanları zenginler değil yoksullar.
Halk protestoları ve ayaklanmaları, Ukrayna’daki 2013-14 tarihli Maidan ayaklanması ve İran’daki burka giymeyi reddeden Kürt kadınların başlattığı, hâlâ devam eden protestolar gibi özgürleştirici bir vizyonla sürdürüldüğü takdirde, olumlu bir rol oynayabilir. Şiddet eylemi tehdidi bile bazı durumlarda siyasi sonuçlar elde etmek için gereklidir. Unutulmamalıdır ki liberaller tarafından kutsallaştırılan iki tarihi zafer (Güney Afrika’da Afrika Ulusal Kongresi’nin (ANC) iktidara gelişi ve Martin Luther King Jr. önderliğindeki ABD yurttaşlık hakları protestoları), ancak ANC’nin radikal kanadı ve daha militan siyah Amerikalılar tarafından şiddet tehdidiyle desteklendikleri için mümkün olmuştur. Güney Afrika’da ‘apartheid ırk ayrımının’ sona erdirilmesi ve ABD’de ırk ayrımcılığının kaldırılmasına yönelik müzakereler bu tehditler sayesinde başarıya ulaşmıştır.
Ancak bugün Fransa’da durum hiç de böyle değil; şiddetli isyanların, yeryüzünün yoksul insanları açısından herhangi bir ilerici çözümle sonuçlanması pek olası görünmüyor. Kanun ve düzen derhal yeniden tesis edilmezse, nihai sonuç, aşırı sağcı Ulusal Cephe partisinin lideri Marine le Pen’in yeni cumhurbaşkanı olarak seçilmesi olacak gibi görünüyor. Göçmen karşıtı milliyetçiler İsveç, Norveç ve İtalya’da iktidara geldiler aynı şey Fransa’da neden olmasın? Macron kendisini kesin bir siyasi duruşu olmayan bir teknokrat olarak tanıttı. Ancak bir zamanlar güçlü bir yön olarak görülen bu pozisyonu şimdi ölümcül bir zayıflık olarak görünüyor.
Rusya’da Yevgeny Prigozhin’in Moskova’ya karşı yürüyüşünün karikatürize doğasını ise gözden kaçırmak zordu. Kremlin’in kendisine bir anlaşma teklif etmesinin ardından 36 saat içinde hareketi sona erdi. Prigozhin yargılanmaktan kurtulmuş oldu, fakat paralı askerlerini Ukrayna’dan çekmek ve Belarus’a taşımak zorunda kaldı. Gerçekte ne olduğunu söylemek için yeterince bilgimiz yok: Başkaldırısı Moskova’yı işgal etmek için geniş çaplı bir saldırı mıydı, yoksa Prigozhin’in kendisinin de öne sürdüğü üzere boş bir tehdit, gerçekleştirilmesi amaçlanmayan bir jest miydi? Tüm bu olaylar, Wagner Grubu gibi düzensiz güçlerin düzenli silahlı kuvvetlerin emri altına girmesini öngören bir yasanın geçmesini engelleme girişimi olan kaba bir ticari pazarlık biçimi bile olabilir.
İster bir darbe girişimi isterse bir pazarlık yöntemi olsun, bu olay Rusya’nın başarısız/aciz devlete (failed state) dönüşmekte olduğu gerçeğine tanıklık etmektedir; Rusya başarısız ve kontrolsüz askeri çetelere kirli bir anlaşmanın ortakları gibi davranmak zorunda kalan bir devlet haline gelmiştir.
Fransa ve Rusya’daki olaylar Avrupa’da istikrarsızlık, kriz ve düzensizlik yönündeki eğilimin bir parçasıdır. Bugün başarısız/aciz devletler (failed states) yalnızca Güney Yarım Küre’deki Somali’den Pakistan’a ve Güney Afrika’ya kadar uzanan devletlerle sınırlı değildir. Başarısız/aciz devlet tanımını, devlet gücünün çöküşü, ideolojik iç savaş atmosferinin yükselmesi, meclislerin kilitlenmesi ve kamusal alanlarda artan güvensizlik ile ölçecek olursak, Rusya, Fransa, Birleşik Krallık ve hatta ABD de benzer kavramlar üzerinden anlaşılmalıdır.
19 Haziran 2022’de Teksas’daki Cumhuriyetçiler, Başkan Joe Biden’ın “meşru bir şekilde seçilmediğini” ilan eden ve Cumhuriyetçi senatör John Cornyn’i silah kontrolü konusunda çift taraflı görüşmelerde bulunması sebebiyle azarlayan ve cezalandıran önlemleri onayladı.
Cumhuriyetçiler bununla da kalmayıp eşcinselliği “anormal bir yaşam tarzı tercihi” ilan eden bir platformun kurulmasına oy birliği ile karar verdiler. Aynı platform Teksaslı okul çocukları için “doğmamış bebeklerinde birer insan olduğunu öğrenmeleri” çağrısında bulunuyordu.
İlki yani Biden’ın seçiminin geçersiz olduğunun ilan edilmesi, ABD’de “soğuk” bir iç savaşa doğru sürüklendiğinin bir göstergesidir: Çünkü siyasi düzenin gayrimeşru gösterilmeye çalışılmıştır. Fransa’da, yaklaşan bir iç savaştan bahsedilmesi aşırı sağ açısından bir gereklilik olmuştur. Fransız radyosuna 30 Haziran’da konuşan aşırı sağcı politikacı-polemikçi Éric Zemmour, ayaklanmaları “bir iç savaşın, etnik bir savaşın başlangıcı” olarak tanımlıyordu.
Mevcut durumda sol, kanun ve düzen sloganını kendi sloganı olarak kabul etmelidir.
Yakın tarihin en iç karartıcı olaylarından birisi 6 Ocak 2012’de yaşanan Trump destekçilerinin Washington DC’deki ABD Kongre Binası’nı basması olayıydı. İktidar koltuğunu işgal etmeye çalışan şiddet yanlısı ‘devrimci’ kalabalık hareketi hatırladığımız en yakın vaka örneği.
Bu insanlar meşru seçimlerin birtakım elitler tarafından organize edilmiş gayrimeşru hırsızlık tiyatrosu olarak görüyorlardı. Sol-liberaller ise tüm bu olanlara karşı şaşkınlık ve dehşet karışımı bir tepki verdiler. Bazı arkadaşlarım göz yaşları içinde şöyle diyorlardı: “Biz! Böyle bir şeye kalkışan biz olmalıydık!” “Sıradan” insanların devlet egemenliğinin zirvesine çıkmalarını ve kamusal yaşamın kurallarını bir anlığına askıya alan bir karnaval ortamı yaratmalarını izlerken hem kıskançlık çekiyor hem de kınıyorlardı.
Popülist sağ, iktidar koltuğuna yönelik bir halk saldırısı başlatarak solun mevcut sisteme karşı direnişini çalmış mı oldu? Artık tek seçeneğimiz aşırı sağın kontrolünde olan yozlaşmış elitlerin hakim olduğu parlamento seçimleri ya da yine aşırı sağ tarafından kontrol edilen ayaklanmacılar arasında mı olacak? Popülist sağ ideolog Steve Bannon’ın kendisini “21. Yüzyılın Leninisti” ilan etmesine pek şaşmamak lazım: “Ben bir Leninistim. Lenin… devleti yok etmek istiyordu ve benim amacım da bu. Her şeyi yerle bir etmek; bugünkü tüm müsesses nizamı yok etmek istiyorum.” Popülist sağ 6 Ocak’ta kendinden geçerken, liberal sol eski muhafazakârlar gibi davranarak hemen Ulusal Muhafızların isyanı bastırmasını istedi.
Bu tuhaf durumun kökeninde, anarşi ve vahşi otoriterliğin benzersiz bir bileşimini görüyoruz. Şu anda bir ayaklanma ve mobokrasi döneminin yanı sıra gücün daha önce görülmemiş bir şekilde birkaç kişinin elinde toplandığı bir döneme giriyoruz. Filozof Catherine Malabou’nun deyimiyle “vahşi bir hiyerarşi ve kontrol edilemez eşitliğin, aynı anda anlamsız, canavarca ve eşi benzeri görülmemiş bir birleşimine” şahit oluyoruz. Devletin “toplumsal işlevi” yıllarca süren kemer sıkma politikalarıyla aşındığı için, artık kendisini yalnızca “şiddet kullanarak” ifade edebiliyor.
Bu nedenle devleti sadece bir tahakküm aracı olarak görmemek çok önemli. Doğal afetlerde, halk sağlığı felaketlerinde ve toplumsal huzursuzluk dönemlerinde ilerici güçler devlet gücünü ele geçirmeye çalışmalı ve bunu yalnızca acil durumlarda insanların korkularını yatıştırmak için değil, aynı zamanda nüfusları kontrol altında tutmak için yapay olarak uydurulan ırkçı, yabancı düşmanı, cinsiyetçi, ilerleme karşıtı korkularla da mücadele etmek için kullanmalıdır.
Sol, sıradan insanların güvenliğini sağlamayı da görev listesine eklemekten çekinmemelidir: Görgü kurallarının giderek çürüdüğüne, genç çetelerin istasyonlardan alışveriş merkezlerine kadar kamusal alanlarda terör estirdiğine dair açık gerçekler var. Bu çürümeden bahsetmek genellikle gericilik olarak addedildiği için reddediliyor; bundan bahsetmek yerine sol işsizlik ve kurumsal ırkçılık gibi bu tür olguların “daha derin sosyal köklerine” bakmamız gerektiği yönünde ısrarlarda bulunmaya devam ediyor.
Oysa sol kamu güvenliğini göz ardı ederse, anarşi döneminde insanları sağa iten önemli bir memnuniyetsizlik alanını düşmana teslim etmiş olacak. Gündelik hayat içindeki güvensizlik, yoksullara güvenlikli sitelerinde sakince yaşayan zenginlerden çok daha fazla zarar vermektedir.