Bu yazı 28 Mayıs Pazar günü sandıklar açılmadan kaleme alındı. Dolayısıyla bu yazıyı ikinci tur seçim sonuçlarını görmeden yazıyorum. Elbette ikinci tur sonuçları siyasal açından çok önemli sonuçlar doğuracak, Türkiye’nin yakın geleceğinin nasıl şekilleneceği bu seçimlere bağlı. Siz bu yazıyı okurken, sandıktan demokrasiyi yeniden inşa için muazzam bir fırsat mı yoksa yoğunlaşan bir otokratik rejim mi çıktığı belli olmuş olacak. Ancak seçimlerin toplumsal analizi açısından ilk tur sonuçlarının yeterince veri sağladığını düşünüyorum. İkinci turdaki birkaç puanlık değişimin muazzam sonuçlar yaratabileceği elbette açık ama asıl meselemiz ilk turda ortaya çıkan seçmen eğilimleri.
Toplumsal olguların analizini sıcağı sıcağına yapmak zordur. Öte yandan toplumsal gelişmeler doğa olaylarından farklı olarak tek bir etken ve nedensellikle açıklanamaz. Toplumsal olguları etkileyen birden çok etken var. Sosyal olgular doğa olayları gibi bilinemez ve onlar gibi ele alınamaz. Toplumsal olaylar çelişkili, dinamik, çok katmanlı süreçlerdir. Sosyal bilimci bu etkenleri/nedenleri anlamaya ve bunlar arasında bir sıralama yapmaya çalışır. Sosyal bilimci sosyal olguları ele alırken tarafsız olamaz ancak olguları nesnel olarak ele alması ve değerlendirmesi gerekir. Sosyal olgular bir laboratuvar/mühendislik yaklaşımı ile anlaşılamaz ancak bu sosyal olayların bilinemez ve anlaşılamaz olduğu anlamına da gelmez. Eleştirel sosyal bilim, diyalektik yöntem sosyal olayları/olguları anlamak için muazzam olanaklar sunar. Diyalektik, incelemeye çalıştığımız gerçekliğe ait öğeleri nasıl düzene sokacağımızı gösteren bir kılavuz olarak düşünülebilir.
GÖRÜNÜŞÜ VE ÖZÜ AYIRMAK LAZIM
Konuya Bertell Ollman’ın Marx’tan aktardığı bir örnekle başlamak isterim. Nasıl oluyor da aynı olguya bakıp farklı şeyler görüyoruz ve anlıyoruz? Diyalektiğin işaret ettiği bu temel sorunu Marx, Roma mitolojisindeki Cacus’tan örnek vererek anlatır. Yarı insan, yarı canavar olan Cacus hayatını mağarada sürdürür ve sadece geceleri öküz çalmak için dışarı çıkardı. Öküzleri çaldığını kimse anlamasın diye de onları başlarından itip geriye doğru sürükleyerek mağarasına götürürdü ki herkes öküzlerin ayak izlerine bakıp onların aslında mağaradan dışarıya doğru kaçtıklarını sansın. Köylüler her sabah kalkıp da öküzlerini yerlerinde bulamadıklarında Cacus’u suçlamaz, ayak izlerinin gittiği yöne bakarak öküzlerin Cacus’un mağarasından çıkıp kırda kaybolduklarını sanırlardı.
Bu öyküdeki temel sorun gerçekliğin aslında kendi görüntüsünden daha fazla bir şey olması ve sadece görüntülere, gözümüze çarpan anlık ve dolaysız verilere odaklanılmasının son derece yanıltıcı sonuçlar vermesidir. Bu yanılgı bir istisna değil, tersine pek çok insan dünyayı bu şekilde algılıyor. Pek çok insan, pek çok durumda, hemen yakınında gördüğü, duyduğu ve rastladığı şeylere -çeşitli ayak izlerine- bakarak gerçekle taban tabana zıt sonuçlara ulaşıyor. Marx’ın “olguların görünüşleri ile özleri aynı olsaydı bilime gerek olmazdı” saptaması buna dikkat çeker. Olguların arka planını, asıl nedeni, ardındaki dinamikleri anlamadan görünüşüne takılı kalmak yanıltıcı sonuçlar doğurur.
Şimdi bu uzun girişten sonra 14 Mayıs seçimlerinin sonuçlarına bakalım. Ayrıntılarına girmeyeceğim ama iktidar partisinin oyu 2002 düzeyine (yüzde 36) gerilese de iktidar bloku yarıya yakın destek aldı. Kuşkusuz bu destek içinde yoksulların ve emekçilerin oyları da belirgin bir yer tuttu. Bunca yolsuzluk, yoksulluk, hukuksuzluk karşısında bu sonuç beklenmediği için hayal kırıklığı büyük oldu. Seçimlerin ardından üzüntü ve kızgınlıkla seçmeni suçlayan, “şuursuz seçmen” söylemi yaygınlık kazandı. Hemen başta söylemeliyim ki apolitik ve bilimdışı bu analizlere katılmak mümkün değil. Bu yazıda 14 Mayıs 2023 seçimlerinde iktidar blokunun aldığı yarıya yakın oyun bazı nedenleri üzerinde duracağım. Çok farklı etkenler üzerinde bir yazıda durmak mümkün değil. Bir iki önemli etkene dikkat çekeceğim.
ADALETSİZ, ASİMETRİK VE KİRLİ SEÇİM SÜRECİ
Seçimlerin hangi koşullarda yapıldığı ve seçim sistemi/rejimi seçim sonuçları üzerinde büyük etkiye sahiptir. Türkiye neredeyse 40 yıldır 12 Eylül ürünü barajlı seçim sistemine sahip. Bu seçimlere kadar yüzde 10 olarak uygulanan baraj bu seçimlerde yüzde 7’ye indirilse de barajlı seçim sistemi milli iradenin çarpık hale gelmesine yol açıyor. Hiç unutmamak lazım ki 2002’de AKP yüzde 35 oy ile TBMM’de yüzde 66 gibi bir üstünlük sağladı ve sonraki seçimlerde de barajlı seçim sisteminin avantajlarından yararlandı. AKP ne 1994 yerel seçimlerinde ne de 2002 genel seçimlerinde milletin çoğunluğunun desteğini alamadı. Milletin üçte birinin veya dörtte birinin oyuyla, 12 Eylül ürünü seçim sisteminin yardımıyla mutlak iktidar oldu. Bu gerçeği her zaman akılda tutmak lazım. Şimdi de milletten yüzde 35,5 oy alan AKP, milletvekillerinin yüzde 45’ini elde etti. Ne güzel milli irade değil mi!
Öte yandan 14 Mayıs 2023 seçimleri Türkiye’nin yakın tarihinin en adaletsiz ve asimetrik seçimleriydi. Seçim boyunca Goebbelsvari propaganda teknikleri, kirli ve asimetrik bir medya kampanyası yürütüldü. Bir yandan açıkça hukuka aykırılıklar öte yandan kamu olanaklarının adeta bir devlet partisi gibi kullanılması. Son 40 yılın seçimlerini seçmen olarak yakından biliyorum. General Evren’in gölgesindeki 1983 seçimlerinde bile süreç daha adildi. Evet, yasaklar vardı ama seçime giren partiler TRT olanaklarını eşit biçimde kullanabilmiş ve halkın önüne çıkabilmişlerdi. 2023 seçimlerinde devletin tüm olanakları sadece ve sadece iktidar bloku için kullanıldı. TRT inanılmaz yanlı ve kirli bir yayın politikası izledi. Sadece TRT değil bu seçimde bakanlıklar ve daha vahimi Millî Savunma Bakanlığı da devreye sokuldu. İstanbul’da onlarca seçime tanık oldum hiçbirinde ordunun seçim propagandasına destek için sahaya indiğini, devasa bir çadır kurduğunu görmedim. Bu seçimde gördüm. Üsküdar Meydanı’nda AKP propaganda çadırı ile yan yana bir MSB çadırı açıldı ve seçim sabahı söküldü.
Seçimlerde âdeta iki ayrı evren, iki paralel evren vardı. Seçmenin bir bölümünün dünyasına asla giremeyen konular vardı. Kamu yayın kuruluşu TRT’nin iktidar blokunun borazanı olarak davranması ve iktidar güdümlü medyanın uyguladığı karartma nedeniyle seçmenin önemli bir bölümünün muhalefetin ne söylediğinden haberi bile olmadı. Onlar Goebbelsvari propaganda teknikleri ile yaratılan illüzyonun esiri oldular. Seçimlerde asıl meselenin İHA, SİHA ve TOGG olduğu anlatıldı onlara. Şairin dediği gibi yalanla beslendiler. Kuşkusuz bu asimetrik ve kirli propaganda makinesi ile gerçeğin çarpıtılması ilk değil. Muaviye ile Ali arasındaki dişi deve kıssası, DP’lilerin İsmet İnönü’nün asker kaçağı olduğunu iddia etmesi, iktidar partisinden eski bir bakanın “Cumhurbaşkanımız Ay’a 4 şeritli yol yapacağım dese inanacak seçmenimiz var” diye böbürlenmesi kirli propagandanın diğer bilinen örnekleridir.
BOŞ TENCERE NEDEN İKTİDARI YIKMADI?
Elbette asimetrik olanaklar ve kirli propaganda seçim sonuçlarını bir yere kadar etkiler ama seçim sonuçlarını sadece bununla açıklamak mümkün değildir. Seçimlere ilişkin en önemli tartışma kuşkusuz Demirel’e atfen söylenen “Boş tencerenin yıkamayacağı iktidar yoktur” iddiasının gerçekleşmemesidir. Bir diğer ifadeyle yoksulların, ücretlilerin, işçilerin önemli bir kesiminin iktidar blokuna oy vermeye devam etmesi bu seçimin en önemli tartışma konusudur. Peki, “Boş tencere” bu sonuca nasıl yol açtı?
Seçimleri sadece değerler ve kimlikler üzerinden okumaya çalışanlar bu boyutu atlıyor. Seçmen sadece değer ve kimliğe dayalı oy vermez. Demirel haklıdır. Boş tencerenin götürmeyeceği iktidar yoktur. Örneğin 12 Eylül dönemi sonunda ANAP’ın yıkılması ya da 2002’de MHP-DSP-ANAP koalisyonun yaşadığı büyük hezimet. İkisinde de yaşanan büyük yoksullaşma ve boş tencere hükümetleri yıkmıştı. Ancak bu her ekonomik çöküntünün iktidarı götüreceği anlamına gelmiyor. Öte yandan tencerenin ne kadar boş ne kadar dolu olduğuna bakmadan, siyasal iktidarın yoksulluğu nasıl yönettiğine bakmadan boş tencereye bel bağlamak boş bir hayal olabiliyor. Gelir dağılımındaki bozulmaya ve pahalılığa rağmen Erdoğan iktidarının yoksullardan ve işçilerden aldığı oyları büyük oranda koruması üzerinde kapsamlı olarak durulmalıdır. Bunun birkaç unsuru olduğunu düşünüyorum. Bunlardan bazılarını burada ele alacağım. İlki adeta bir müşteri (kliyentalist) ilişkiye dönüşen “cömert” sosyal yardımlar, diğeri düşük gelirlerdeki görece yüksek ve asimetrik artışlar ile son olarak çeşitli teşvik ve destekler ile işsizliğin sınırlanması ve istihdamın korunması. Bunlara başka faktörler de eklenebilir ancak bunların hayli önemli olduğunu düşünüyorum.
2022 yılı itibariyle tüm sosyal yardımların tutarı 152 milyar, Sosyal Yardımlaşma Genel Müdürlüğü tarafından yapılan yardımların tutarı 87 milyar TL’dir. Sosyal yardımlardan yararlanan toplam hane sayısı ise 4,4 milyondur. 65 yaş ve engelli aylığı alanların sayısı 1,5 milyondur. 9,5 milyon kişinin genel sağlık sigortası primi devlet tarafından sağlanmaktadır. Son yıllarda yoğunlaşan Ulusal Hane Ziyareti Yardım Programı ile milyonlarca yoksul aile ziyaret edildi. Nail Dertli’nin vurguladığı gibi bu ziyaretler iktidarın yoksullarla, emeklilerle birebir iletişim kurmasına olanak sağlıyor. Dahası bu yolla sosyal yardımlar bir hak olarak değil iktidara bağlı bir imkân olarak sunuluyor.
YOKSULLUĞU YOK ETMEDİLER AMA YÖNETTİLER
Boş tencerenin kısmen dolmasını sağlayan bir diğer politika ise düşük gelirlerde sağlanan görece yüksek artışlardır. Örneğin asgari ücret AKP döneminde 45 kat arttı. Evet, asgari ücret hâlâ çok düşük ancak asgari ücretteki artış azımsanmayacak bir boyutta. Böylece toplumun ezici çoğunluğu asgari ücretli hale geldi. Metropollerde asgari ücret düşük ancak Anadolu’da küçük şehir ve kasabalarda asgari ücret azımsanmayacak bir gelir. Aynı şekilde emekli aylıkları düştü ancak tamamlama işlemiyle 7 bin 500 TL’ye çekilen emekli aylıklarının da bir ferahlama sağladığını unutmamak lazım. 65 yaş aylığı 20 yılda 76 kat arttı. Engelli aylıkları 92 kat arttı. Bütün bu aylık ve ücret düzeylerinin yaşanacak bir düzeyde olmadığı aşikâr ancak bunların bir ferahlama sağladığı da unutulmamalı. Son olarak kamu işçilerine sağlanan ücret artışının da altını çizmek lazım. AKP yoksullara dönük çeşitli nefes alma mekanizmalarını devreye soktu ve bunların vatandaşta bir karşılığı oldu.
Son olarak yüksek teşviklerle desteklenen istihdama dikkat çekmek lazım. Özellikle İŞKUR’dan aktarılan devasa kaynaklar ve düşük faizlerle dar tanımlı işsizlik belirli bir düzeyde tutuldu. Pandeminin ardından istihdam eski seviyelerine döndü. İstihdam nitelikli ve güvenceli değil ancak istihdamın belirli bir düzeyde tutulması mümkün oldu. Kısaca şunu söylemek mümkün: Evet pahalılık yoksulları ve işçileri olumsuz etkiledi ancak siyasal iktidarın kullandığı çeşitli yardım programları ve gelir politikalarıyla tencerenin tümüyle boş kalması önlendi. Siyasal iktidar yoksulluğu yok etmedi ancak yönetebildi. Yoksullar ve düşük gelirli işçiler bu politikalarla nefes alabildi. Bunların üstüne gelen İHA, SİHA, TOGG vb. hamasi söylem ise yoksulluğun ve ekonomik sıkıntının itiraza dönüşmesini engelledi. Değer ve kimlik siyaseti rıza ve itaat üretilmesini sağladı. Otoriter popülizm yoksulluğun yönetilmesini ve toplumsal tepkinin emilmesini sağladı. Seçmen şuursuz değil! Soğan 30 liraya kadar çıkarken TOGG’un bu gerçeği örtebilmesinin bir ekonomi politiği var. Yoksulların ve işçilerin her ekonomik sıkıntıda itiraz ve isyan edeceklerini beklemek boş bir avuntudur.
Yoksulların bu rejime destek vermesinin sosyal ve iktisadi mekanizmalarını ve nedenlerini enine boyuna konuşmak gerekiyor. “Milliyetçilik yükseldi” ve “kimlik siyaseti kazandı” söylemi durumun vahametini açıklamaktan hayli uzak. Günün sonunda üzgün ve kırgın olmaktansa öfkeli ve ümitvar olmak lazım.