yazılariktibasKıbrıs basın tarihinde faili meçhul cinayetler: Gürkan ve Hikmet’in katilleri 60 yıldır...
yazarın tüm yazıları:

Kıbrıs’taki Cumhuriyet gazetesinin yazarları Ahmet Muzaffer Gürkan ve Ayhan Hikmet tam 60 yıl önce bugün katledildi. Kuzey Kıbrıs Faili Meçhuller Bülteni’nin ikinci bölümünde, 1962’den beri aydınlatıl(a)mayan bu iki cinayeti hatırlıyoruz: … Maskeli altı kişi evin önüne geldi. İçeri giren ikisi, yatak odasında kurşun yağdırdı ve karanlıktan yararlanarak kayıplara karıştı. 33 yaşındaki köşe yazarı, karısının kollarında son nefesini verdi. Dışarıdaki dört gözcü telefon kablosunu kestiği için kadın, ambulans çağıramamıştı…

Kıbrıs basın tarihinde faili meçhul cinayetler: Gürkan ve Hikmet’in katilleri 60 yıldır yakalanamadı – Umut Ergüven

333 Takipçiler
Takip Et

Yeniçağ podcastını dinleyin

300 yılı aşkın bir süre Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı olan Kıbrıs Adası, 1878’de fiilen İngiltere’nin kontrolüne girmişti. 1914’te başlayan Birinci Dünya Savaşı ile birlikte Kıbrıs’ı bir sömürge olarak kendisine bağlayan İngiltere, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra askeri üslerini korusa da adanın sivil yönetiminden çekilme girişimlerine başladı.

1950’lerde, İngiltere’nin Kıbrıs’ta yönetimi ne şartlarda devredeceği tartışılıyor; adadaki Rumlar ve Türkler arasında gerginlik artarken Yunanistan ve Türkiye’nin tepkileri takip ediliyordu. Kıbrıs’ın Yunanistan ile birleşmesini (enosis) savunan Rumlar, milliyetçi paramiliter örgüt Ethniki Organosis Kyprion Agoniston (EOKA) liderliğinde İngilizler’e karşı silahlı isyanı gündeme getirdi. “Taksim” sloganıyla adanın iki toplumunun ayrı ayrı devlet kurmasını savunan Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) ise EOKA’ya karşı bir denge kurmaya çalıştı.

1950’lerin sonuna doğru, iki taraf arasında artan çatışmalarla Kıbrıs iç savaşın eşiğine geldi. Bu ortamda Türkiye ve Yunanistan, İngiltere’nin liderliğindeki müzakerelerde ilk kez Kıbrıs’ın bağımsızlığını tartıştı. Enosis ve taksime bir alternatif sunan, İngiltere’ye de askeri üssü çevresinde egemenliğini sürdürme imkânı veren bağımsızlık planı, tarafların Zürih ve Londra’da imzaladığı anlaşmalarla kabul edildi. Kıbrıs Cumhuriyeti, bu anlaşmalara dayanan bir anayasayla 16 Ağustos 1960’da bağımsızlığını ilan etti.

Tarihi camilere bombalı saldırı provokasyonu

Kıbrıs Rum ve Kıbrıs Türk toplumu içindeki şoven kesimler, ‘1960 Cumhuriyeti’ni içine sindirememişti. Bir tarafta enosis, bir taraf taksim uğruna toplumlar arası çatışmaları fitillendirip cumhuriyeti yıkmaya çalışanlar vardı. İşlerin iyice çığırından çıkacağı 1963’e doğru gidilirken ilk kıvılcımlar çakmaya başladı. 24 Mart 1962 gecesi Lefkoşa’da Osmanlı döneminden kalan Bayraktar ve Ömerge camileri bombalandı. Kıbrıslı Türk siyasetçiler bu saldırıdan EOKA’yı sorumlu tutarken “taksimci” basın Rum karşıtı bir kampanya başlattı.

EOKA, Kıbrıs Türk toplumuna karşı 1950’lerin ikinci yarısından itibaren katliamlara girişmişti ama cami saldırısının iki toplumu çatıştırmak için bazı karanlık güçlerin işi olduğunu düşünenler de vardı. Kıbrıs’taki Cumhuriyet gazetesinin yazarları Ahmet Muzaffer Gürkan ve Ayhan Hikmet, bu görüşü savunanlardandı. İkili, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni destekliyor; taksim siyasetini, yani adanın bir bölümünün Türkiye’ye bağlanmasını savunan TMT’nin bu yüzden tepkisini çekiyordu. Hatta Gürkan, katledilmeden günler önce Kıbrıs Cumhuriyeti İçişleri Bakanı Polikarpos Yorgacis ile bir araya gelmiş, camileri TMT’nin bombaladığını ona söylemişti.

Eski Özel Harp Dairesi görevlisi, emekli orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu da 2010 yılında Habertürk gazetesine verdiği bir söyleşide şu ifadeleri kullanacaktı:

  • Eğer bir yerde halkın galeyana gelmesini bir mukavemet hareketini göstermesini arzu ederseniz sizin saygın değerlerinize düşmanın, karşı tarafın bir şey yaptığını, küçültücü hareket yaptığını gösterirseniz, halkı galeyana getirirsiniz. Özel Harp’te bir kural vardır; halkın mukavemetini artırmak için düşman yapmış gibi bazı değerlere sabotaj yapılır. Bir cami yakılır. Kıbrıs’ta cami yaktık biz. Cami yakılır mesela.

Eski TMT ileri gelenlerinden, Kuzey Kıbrıs’ta yayın yapan milliyetçi Volkan gazetesinin genel yayın yönetmeni Hasan Keskin “Paşam öyle diyorsa öyledir” sözleriyle Yirmibeşoğlu’na destek verdi. Ancak bir dönem Kıbrıs Türk Alayı’nda da görev yapan Yirmibeşoğlu, daha sonra bu sözlerin yanlış anlaşıldığını, kast ettiğinin Rumlar’ın cami yakması olduğunu iddia etti.

“Bomba hadiselerinin sorumlusu alçak…”

Gürkan ve Hikmet’in yazarlığını yaptıkları Cumhuriyet gazetesi, Bayraktar ve Ömerge camilerinin bombalanmasıyla ilgili olarak 23 Nisan 1962’de çarpıcı bir manşet attı. Manşette, “Evet, tekrar ediyoruz: Bomba hadiselerinin sorumlusu alçak, adi ve satılmış herifin kim olduğunu aklıselim sahibi herkes tahmin etmiştir. Bu alçağın, bu satılmışın yüzündeki maskenin indirileceği gün yakındır” ifadeleriyle saldırıyı planlayanları yakında ifşa edeceğini imâ etti.

Gazetenin iki yazarı da işte o gün öldürüldü. 20.30 sularında ilk cinayet gerçekleşti. Ahmet Muzaffer Gürkan, Küçük Kaymaklı’daki evine girmek üzereyken, park hâlindeki otomobilinde iki tetikçinin kurşunlarıyla can verdi. Gürkan’ın ölümü, ancak sabaha karşı 4.00 sularında fark edilebildi.

İkinci cinayet ise o gece yarısından sonra, 1.45 sularında gerçekleşti. Ayhan Hikmet, Lefkoşa’daki evinde uyuduğu sırada iki tetikçi yatak odasına girdi. Dışarıda bekleyen dört kişi evin telefonun kablolarını keserken iki tetikçi yataktaki Hikmet’i kurşunladı. Hikmet, eşinin kollarında son nefesini verdiğinde 33 yaşındaydı.

Bu cinayetler faili meçhul kaldı ama sonraki yıllarda tetikçilerin TMT üyesi olduğu defalarca yazıldı, hatta kitaplarda ve gazete haberlerinde tanıklıklara dayanılarak aktarıldı. Cinayetlerde en yoğun olarak itham edilen kişilerden biri olan, TMT kurucularından Rauf Denktaş ise suçlamaları reddederek hep Rumlar’ı suçladı.

Ahmet Muzaffer Gürkan: Gençliğinde Türk milliyetçisiydi

Ölüm yıl dönümlerinde, Cumhuriyet gazetesinin katledilen iki yazarının hayat hikâyelerini aktaralım.

Aynı akşam içinde işlenen iki cinayetten ilkinin kurbanı, Cumhuriyet gazetesi yazarı Ahmet Muzaffer Gürkan’dı. Gürkan, beş çocuklu bir ailenin oğlu olarak 1924 yılında, o zamanlar İngiliz sömürgesi olan Kıbrıs’ın Lefkoşa şehrinde doğdu. Genç yaşlardan itibaren edebiyata ve yazarlığa ilgi duyan Gürkan, öğrenimini liseye kadar devam ettirebildi. Lise birinci sınıftayken sağlık nedenleriyle öğrenimine ara vermek zorunda kalan Gürkan, daha sonra Lefkoşa Shakespeare Okulu’ndan mezun oldu. Osmanlı Bankası ve Türk Bankası’nda bir süre memur olarak çalıştıktan sonra yazarlığa yöneldi.

Kıbrıs’ta yayın yapan Ocak dergisinde 1946’da ilk şiirleri yayımlandı. 1948 yılında, kendi imtiyaz sahipliğinde çıkan Türk Sözü gazetesinde köşe yazıları yazmaya başladı. Türk Sözü’ndeki yazılarında Türk milliyetçisi ve antikomünist görüşleri savundu, Türk toplumu içerisinde sol görüşleri savunan Emekçi gazetesi ve yazarlarına yönelik ağır suçlamalar içeren yazılar kaleme aldı. Emekçi çalışanlarını “AKEL ve PEO’dan emir alan Kızıl Şebeke” olmakla suçlayan Gürkan, 2 Temmuz 1948 tarihli yazısında şu ifadeleri kullanıyordu:

  • Ve nihayet bu memlekette o hâle geldik ki, ecdadımızın bize mirası olan milli hissimiz, yine bizden olduğunu iddia eden Emekçi gazetesinde öldürülmeye çalışıldı ve hâlâ çalışılıyor. Kendi al bayrağının gölgesinde yaşamayı istemeyen, Türk idaresini bir boyunduruk olarak gören ve gösteren bir kimse neden hâlâ aramızda Türk ismiyle dolaşıyor? Ve bu gibi milli vicdandan uzak yazılara sütunlarını açan gazete, ne yüzle Kemalist olduğunu iddia ediyor?

Türk Sözü’nde Zamanın Aralığından, Siyasi İcmal ve İğnenin Deliğinden adlı köşelerde A. Muzaffer Gürkan, Diplomat ve Dürbin mahlaslarıyla yazılar yazan Gürkan, Ahmet Zekeriya Aktuğ mahlasıyla da şiirlerini yayımlıyordu. Ancak bu gazete uzun ömürlü olamadı ve bir süre sonra ekonomik sorunlar nedeniyle yayın yaşamına son vermek zorunda kaldı.

Gürkan kısa bir süre sonra, 1949 temmuzunda Sabah gazetesini çıkarmaya başladı. Türk Sözü Yazı İşleri Müdürü İrfan Hüseyin’in sahipliğinde çıkan gazetede Gürkan da “Çuvaldız Deliğinden,” “Zaman Aralığından” ve “Siyasi İcmal” adlı köşelerde Dürbün, Ahmet Zekeriya Aktuğ ve Diplomat mahlaslarıyla köşe yazıları kaleme alıyordu. Ancak, bu gazete düşük tiraj nedeniyle uzun ömürlü olamadı ve yayına başladıktan üç ay sonra kapandı.

“Tek gazete diktatoryası sona ermiştir”

1948-1952 yılları arasında Kıbrıs’ın Karava kasabasındaki Amerikan Radyo Dinleme İstasyonu’nda çalışan Gürkan, buradaki görevi nedeniyle gazete yazılarında kendi ismini değil, birbirinden farklı mahlasları kullanıyordu. Bu arada Milliyet, Memleket ve Hürsöz gazetelerinde yazarlık, Memleket gazetesinde başyazarlık yapan Gürkan, Kıbrıs Türk toplumu içerisinde Kıbrıs Milli Türk Birliği Partisi lideri Fazıl Küçük ve İstiklal Partisi lideri Necati Özkan’ın temsil ettiği düşüncelerin savunucularıyla polemiğe girerek partiler üstü bir milliyetçilik anlayışını savundu. Bu arada çeşitli takma isimlerle yazdığı yazılar nedeniyle, çalıştığı Karava Amerikan Radyo Dinleme İstasyonu’nun yönetimine şikâyet edilince, buradaki görevinden ayrılmak zorunda kaldı.

Ahmet Muzaffer Gürkan, 1953’ün ocak ayında, daha önceleri sıkça polemiğe girdiği İstiklal Partisi lideri Necati Özkan’ın sahibi olduğu İstiklal gazetesinde Muzaffer Aktuğlu mahlasıyla köşe yazıları yazmaya başladı. Gürkan, ilk yazısında “anavatan” Türkiye’deki siyasi dönüşüme paralel bir dönüşümün Kıbrıs Türk toplumu içerisinde de yaşanması gerektiğinden, Kıbrıs Türk basınının ana akım gazetesi Bozkurt özelinde şu ifadelerle söz etmekteydi:

  • Bozkurt’un teklif ettiği birlik ve beraberlik “Tek Parti Birliği” şeklinde asla tezahür edemez. Artık adamızdaki Türk genel efkârı için yeni bir ufuk açılmış ve “tek parti şefliği” zihniyeti, bütün kötülükleriyle tarihe gömülmüştür. Ve yine artık, inhisarcı zihniyetin mümessili olan “tek gazete diktatoryası” da sona ermiştir.

Gazete, sahibi Menderes’in DP’si ile amblem yüzünden sorun yaşayınca kapandı

İstiklal gazetesi, Türkiye’de o yıllarda iktidarda olan Demokrat Parti (DP) hükûmeti ile İstiklal Partisi lideri Necati Özkan’ın yaşadığı sorunlar nedeniyle sadece bir yıl yayın yapabildi. Necati Özkan, Atatürk ilkelerine sıkı sıkıya bağlı olarak bilinen bir liderdi. Çankaya Köşkü’nde Atatürk tarafından konuk edilen tek Kıbrıslı Türk lider olan Özkan, kurduğu ve liderliğini üstlendiği İstiklal Partisi’nin ve partinin yayın organı olan İstiklal gazetesinin amblemini Atatürk ilkelerini temsilen “altı ok” yapmıştı.

1950 seçimleri ile 27 yıllık Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) iktidarına son vererek tek başına iktidar olan DP, ‘altı ok’un CHP amblemi olduğunu, dolayısıyla Özkan’ın bu simgeyi değiştirmesi gerektiğini dikte ediyordu. Özkan ise bu yöndeki talepleri reddediyor, ‘altı ok’un salt bir partiye indirgenemeyeceğini savunuyordu. Sonunda DP iktidarı, İstiklal’in Türkiye’ye girişini yasakladı. Özkan da bir süre sonra gazetesinin yayını durdurdu ve partisini kapattı.

Son sayısı 13 Ocak 1954’te yayımlanan İstiklal’de Ahmet Muzaffer Gürkan, Fazıl Küçük’ün etkinliğindeki Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu’na karşı bağımsızlardan oluşan bir cephenin kurulduğunu bu son yazısında şu sözlerle anlatmaktaydı:

  • Bu memlekette Kıbrıs Türk cemaatının genel efkârında dahi, tek zümrenin türküsünü çağıran gazeteler grubunun meydanı boş bulmasını hazmedemeyenlerden ibaret bir bağımsızlar cephesi teşekkül etmiş bulunmaktadır. İlk bakışta bu cephe kuvvetsiz, hem de pek kuvvetsiz olarak görülebilir. Belirtmeden geçemiyeceğim ki bağımsızlar cephesini küçümsemekten daha büyük bunaklık olamaz.

1955’te Pakistan dergisine yazı işleri müdür oldu

Ahmet Muzaffer Gürkan, İstiklal gazetesinin yayın yaşamına son vermesinin ardından bir süre Pakistan merkezli “Our Home” (Evimiz) dergisinin Ortadoğu’dan sorumlu yazı işleri müdür yardımcılığı görevini yürüttü. Gürkan, bu görevi nedeniyle bazı suçlamalardan nasibini aldı. Milliyetçi görüşteki Halkın Sesi gazetesi yazarı Osman Türkay, 13 Ağustos 1955 tarihli “A. Muzaffer Gürkan sahnede” başlıklı yazısında şu ifadeleri kullanıyordu:

  • Kıbrıs’ta bir komünist partisi kuracağım diye yıllar yılı atıp tutan, İstiklal’de yıkıcı neşriyatı ile bütün Kıbrıs Türklerinin yakından tanıdığı Ahmet Muzaffer Gürkan’ın namı diğer Muzaffer Aktuğlu, şimdi de din kisvesine girerek Pakistanlıların burada çıkarmakta olduğu “Our Home” dergisine intisap ettiğini hayretle müşahade etmekteyiz. Derginin son sayısında bir makalesi ve bir resmi intişar eden Ahmet Muzaffer Gürkan’ı mezkur dergi Orta Doğu meseleleri müdür muavini olarak ilan etmiştir.

1955 yılına kadar Kıbrıs’ta yayın yapan çeşitli dergi ve gazelerde edebiyat ve siyaset konularında yazılar kaleme alan, şiirleri yayımlanan Ahmet Muzaffer Gürkan, her ne kadar milliyetçi görüşleri savunsa da dönemin Kıbrıs Türk basınındaki kimi isimlerin komünistlik suçlamalarından zaman zaman nasibini aldı. Zira, dönem Soğuk Savaş dönemiydi ve Kıbrıs da bir İngiliz sömürgesiydi.

Ada üzerinde etki sahibi olan üç devlet; İngiltere, Türkiye ve Yunanistan birer Kuzey Atlantik Paktı (NATO) üyesiydi ve her üç ülkede de komünizmle savaş konsepti yaşama geçirilmişti. Özellikle Türkiye’de, dönem dönem devletin kurucu partisi olan CHP’nin bile komünizm suçlamalarından nasibini aldığı bir konjonktür vardı. Bu antikomünist atmosferin Kıbrıs Türk toplumuna sirayet etmemesi düşünülemezdi. Nitekim, Ahmet Muzaffer Gürkan gibi milliyetçi bir yazar bile, Fazıl Küçük’e ve onun partisine olan muhalefeti nedeniyle komünistlikle yaftalanabiliyordu.

TMT: “Böyle devam ederlerse öldürülecekleri şüphesizdir”

Ahmet Muzaffer Gürkan, 1955 yılında hukuk öğrenimi için İngiltere’nin başkenti Londra’ya gitti. 1958’e kadar Londra’da kalan Gürkan, 1958 yılında mezun olarak Kıbrıs’a döndü ve serbest avukatlık yapmaya başladı. Gürkan’ın yolu, bu tarihten itibaren Kıbrıs Türk toplumu içerisinde “bağımsız ve birleşik Kıbrıs” düşüncesini savunan kesimlerle kesişti ve daha önce şiddetle karşı çıktığı bu fikrin hararetli bir savunucusu hâline geldi. Bu yüzden TMT’nin saldırılarına hedef olmaya başladı.

Gürkan’ın ölümüne giden yolda ilk saldırı 10 Ocak 1959’da gerçekleşti. Gürkan, kendisi gibi Kıbrıs’ın birliğini savunan doktor Mahir Adataş ile birlikte bir grup TMT’li tarafından öldüresiye dövüldü. TMT’nin önde gelen isimlerinden Rauf Denktaş, Halkın Sesi gazetesinde yazdığı bir yazıyla saldırıyı kınadı. TMT ise yayımladığı bir bildiriyle saldırıyı üstlendi. Bu bildiride şu ifadeler yer alıyordu:

  • Diş Doktoru Mahir Adataş ve Avukat Ahmet Muzaffer Gürkan, şu veya bu şahıs, yahut müesseseye muhalefet ettikleri için değil, cemaatımızın milli birliğini bozucu hareketleri sebebiyle cezalandırılmışlardır. Böyle devam ederlerse öldürülecekleri şüphesizdir. Tekrar ediyoruz: Davamızın münakaşası zamanı çoktan geçmiştir. Şimdi, kazanılması için gayret harcama ve gerekirse kan dökme devresi içindeyiz. Tenkit, yalnız bu esas içinde olur. Tenkit, kahve köşesinde, kumar masasında ve berber dükkanında olmaz.

Ayhan Hikmet: Fazıl Küçük’ün yol arkadaşıyken muhalifi oldu

Gürkan’dan saatler sonra öldürülen Ayhan Hikmet ise 1929 yılında, o yıllarda İngiliz sömürgesi olan Kıbrıs’ın Lefkoşa kentinde dünyaya geldi. Hukuk öğrenimi gördü. Kıbrıs’ta serbest avukatlık yapan Hikmet, Fazıl Küçük önderliğindeki Kıbrıs Milli Türk Birliği Partisi (KMTBP) siyaset yapıyordu. Parti içinde Fazıl Küçük’e muhalif tutumuyla bilinen Hikmet, bir süre sonra parti içi muhalefetin dozunu yükseltti ve en sonunda ayrı bir oluşuma gitti. 27 Eylül 1960’ta kurulan Kıbrıs Türk Halk Partisi’nin (KTHP) genel sekreterliğine Ahmet Muzaffer Gürkan, örgütlenme sekreterliğine ise Ayhan Hikmet seçildi.

1960 yılı hem Türkiye hem de Kıbrıs için çok kritik bir yıldı. Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içinde örgütlenen ve çoğunlukla albay ve daha alt rütbedeki kurmay subaylardan oluşan bir cunta, 10 yıllık DP iktidarını 27 Mayıs 1960 sabahı yaptığı bir askeri darbeyle devirdi. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’un da içlerinde olduğu yüzlerce DP’li tutuklandı. Marmara Denizi açıklarında, günümüzde İstanbul’un Adalar ilçesine bağlı küçük bir ada olan Yassıada’da yargılanmaya başladılar.

Türkiye siyasetindeki 27 Mayıs depreminin artçıları, bir süre sonra Kıbrıs Türk toplumu içinde de duyulmaya başlandı. Zira, 1958’den itibaren Kıbrıs Türk toplumu içindeki muhalif seslerin çoğunu susturan, korku iklimini egemen kılan TMT, doğrudan doğruya Ankara’nın desteğiyle kurulmuştu. Kıbrıs Türk toplumuna liderlik eden Fazıl Küçük-Rauf Denktaş ikilisi ve onların başında olduğu KMTBP de Ayhan Hikmet gibi parti içi muhalefetin önemli isimlerince Menderesçi olmakla suçlanıyordu. Bu görüş ayrılıkları, bir süre sonra resmi olarak da ayrılığa dönüştü. KMTBP’den istifa eden Ayhan Hikmet ve arkadaşları, alternatif bir oluşum için kolları sıvadı.

İki isim, hem enosise hem taksime karşı çıkan Cumhuriyet gazetesini kurdu

KMTBP’den istifa eden yeni oluşumun üyeleri, kuracakları partinin politikalarını ve görüşlerini anlatmak için bir gazete kurdular. Cumhuriyet adlı bu gazete, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulduğu Ağustos 1960 günü yayına başladı. Gazetenin başyazarı avukat Ahmet Muzaffer Gürkan, editörü ise avukat Ayhan Hikmet idi.

Cumhuriyet gazetesi, Kıbrıs Türkleri içerisinde taksim siyaseti güden milliyetçi kesime ve adanın tamamen Yunanistan’a ilhakını, yani enosis hedefini benimseyen Helen milliyetçilerine karşı Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yaşatılmasını; adadaki tüm halkların barış içinde bir arada yaşamasını hedef olarak koymuştu. Bu yüzden, Kıbrıs Türk toplumunun liderliğini elinde tutan, taksim düşüncesini savunan ve “Bu cumhuriyet yaşamayacak” şeklinde propaganda yürüten Küçük ve Denktaş yanlılarının şimşeklerini üstüne çekmiş, TMT’nin yayın organı Nacak tarafından hainliğe varan suçlamalarla karşılaşmıştı.

İki yazar, gazetenin bu duruşu konusunda en büyük desteği Türkiye’nin Lefkoşa Büyükelçisi Emin Dırvana’dan görüyordu. Kıbrıs kökenli olan emekli yarbay Dırvana da tıpkı Gürkan ve Hikmet gibi Kıbrıs’ın bölünmesine karşı çıkıyor, iki toplumlu yeni devletin yaşatılması gerektiğini düşünüyor ve Küçük-Denktaş ikilisinin yürüttüğü taksimci politikalara hiç de sıcak bakmıyordu.

Cumhuriyet gazetesi, 13 Kasım 1961’de, gazetenin editörü Ayhan Hikmet’in tehdit edildiğini duyurdu. Bu olaydan 49 gün sonra, 1 Ocak 1962’de Ayhan Hikmet’in saldırıya uğradığı yazıyordu Cumhuriyet gazetesinde. Gazetenin 29 Ocak 1962 tarihli sayısında ise başyazar Ahmet Muzaffer Gürkan’ın aracına saldırıda bulunulduğu belirtiliyordu.

Birtakım karanlık eller devredeydi. Kıbrıs’ın birliğini ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yaşatılmasını savunan Cumhuriyet yazarları hedefteydi. Buna karşın gazeteye halk ilgisi üst düzeydeydi. Haftalık olarak çıkan gazetenin tirajı yaklaşık 1.500 idi. Cumhuriyet gazetesi yönetimi, o günkü Kıbrıs nüfusu için yüksek sayılan bu tiraj nedeniyle yayın periyodunu haftalıktan günlüğe çevirmeyi düşünüyordu.  Gazetenin kapanmasına neden olan cinayetler yaşanmasa Cumhuriyet gazetesi günlük olarak yayımlanacaktı.

“Bu hareketini saflık değil, aptallık olarak görüyorum”

İki gazetecinin ölümüne giden yolun taşlarını döşeyen cami saldırısı iki tarafın ayrılıkçılarına ve milliyetçilerine fırsat verdi. Özellikle TMT’nin yayın organı Nacak gazetesi, bu saldırıların ardından Cumhuriyet gazetesine karşı adeta bir taarruz başlattı. Bu olaylar, iki toplum arasındaki düşmanlığı hızla körükledi.

Cumhuriyet gazetesi yazarları Ahmet Muzaffer Gürkan ve Ayhan Hikmet, camilerin Rumlar ile Türkler’i çatıştırmak isteyen karanlık güçler tarafından bombalandığını söyleyenlerdendi. Hatta bu saldırıdan önce de, TMT’nin bir provokasyan yapma olasılığından endişe ettiklerini bildiren yazılar kaleme almışlardı.

Ancak Gürkan’ın bombalama olayından günler önce, 16 Mart 1962’de Kıbrıs Cumhuriyeti İçişleri Bakanı Polikarpos Yorgacis’i ziyaret ederek bu kuşkusunu anlattığının ortaya çıkması, iki tarafın milliyetçilerine bir başka fırsat sundu.

Polikarpos Yorgacis

Yorgacis, Kıbrıs Cumhuriyeti hükûmetindeki Türk varlığını önce zayıflatıp sonra adayı Yunanistan’a bağlamayı amaçlayan gizli Akritas örgütünün lideri, aşırı milliyetçi bir Rum siyasetçiydi. Gürkan’ın Cumhuriyet’ten arkadaşı olan ve 19 Mart 1962’de Kıbrıs Türk gazetelerinde yayımlanan bir mektupla bu gazeteden ve KTHP’den istifa ettiğini duyuran Dr. İhsan Ali, 2002 yılında yayımlanan anılarında o günleri şöyle anlatıyor:

  • Bu iki avukat (Gürkan ve Hikmet), Denktaş’ın siyasetine karşıydı ve iki toplumun birlikte yaşamasını destekliyorlardı. Gürkan, maalesef tecrübesizliği yüzünden, Yorgacis’i ziyaret edip, Denktaş’ın, iki toplum arasında kanlı olaylara zemin hazırlamakta olduğu konusunda bilgi verme saflığını ve tedbirsizliğini gösterdi. Bunu bana, Gürkan’a bir görüşme ayarlamam için beni Baf’ta ziyaret eden dostu ve çalışma arkadaşı Hikmet söyledi. Hikmet’in beni ziyareti, öldürülmelerinden bir veya bir buçuk ay önce olmuştu. Gürkan’ın , Yorgacis’i ziyaretini, Hikmet’ten öğrenir öğrenmez öfkeden çıldırdım ve ona, “Gürkan’ın Yorgacis’i, Denktaş’ın faaliyetleri hakkında bilgi vermek ve iki toplum arasında kan dökülmesini önlemek için iyi niyetle ziyaret ettiğine inanıyorum. Ancak, bu hareketini sadece saflık değil, aptallık olarak da görüyorum, çünkü Yorgacis’in Denktaş’tan farkı yok ve böyle düşüncesiz bir insanla artık görüşmem” dedim. Hikmet çok sıkıldı ve Gürkan’ı kabul etmemde ısrar etti, ancak ben bunu kesinlikle reddettim.
  • Bu iki gazetecinin siyasi faaliyetlerini madden ve manen desteklediğimi itiraf etmeliyim ve Ayhan Hikmet’in bana söylediğine göre, bu faaliyetlerini dönemin Türkiye Büyükelçisi Dirvana da destekliyordu. Doğal olarak bunun ne oranda doğru olduğunu bilmem. Bildiğim şey Dirvana’nın, Türk liderliğinin siyasetini desteklemediğiydi. Durum nasıl olursa olsun, Ayhan Hikmet, beni Muzaffer Gürkan’ı kabule ikna edemedi. Sadece onu kabul etmeyi reddetmekle kalmadım, bana danışmadan Yorgacis’le görüşmesinden o kadar hoşnutsuz kaldım ki, hem Gürkan hem Ayhan Hikmet’le bir daha görüşmeme kararı aldım. Buna paralel olarak, tüm Türk gazetelerinde, onlarla veya gazeteleri Cumhuriyet’le ve partileriyle hiçbir ilişkim olmadığını yayımladım.
  • Gürkan ile Hikmet’in öldürülmelerinden sonra hükûmet, sözde nedenlerini belirlemek için konuyu mahkemeye götürdü ve Yorgacis, mahkemede kanıt olarak, Gürkan ile yaptıkları konuşmanın bandını sundu. Bant kaydı Gürkan’ın bilgisi dışında oldu. Yorgacis bu yolla, öldürülen kişileri, Kıbrıs Türk kamuoyuna hain olarak gösterdi. Hem burada, hem Türkiye’de kamuoyu, ses bandı ortaya çıkana kadar, Denktaş’a şiddetle karşıydı. Bu kanıt, Türkler’in Denktaş’tan yana dönmelerine neden oldu. Bu olay, Yorgacis’in, Denktaş’ı bulunduğu zor pozisyondan çıkarmak için kanıtı mahkemeye kasıtlı olarak sunduğunu gösteriyor.

Yani Dr. İhsan Ali’ye göre adadaki Rum enosisçiler ve Türk taksimciler, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yok etmek için birbirlerine gerektiğinde gizlice yardım ediyor, ortak devleti savunanları hedef alıyorlardı.

“Sevapları ve Günahları ile TMT” kitabına göre cinayet gecesi

Tam 60 yıl öncesine, cinayet gecesine dönelim. Ahmet Muzaffer Gürkan ve Ayhan Hikmet, öldürülmeden saatler önce aynı mekânda bir araya gelmiş, akşam evlerine dönmüşlerdi. Kıbrıslı yazar Ersan Berksel’in “Sevapları ve Günahları ile TMT” adlı kitabındaki anlatımlara göre iki cinayet peş peşe şöyle işlendi:

  • İlk cinayet 23 Nisan 1962 akşamı saat 8:30 sularında işlendi. TMT üyesi üç kişi, Gürkan’ın Lefkoşa’nın Küçük Kaymaklı mahallesindeki evinin karşısındaki ekinler içerisine gizlenerek Gürkan’ın gelmesini beklediler. Gürkan’ın otomobilini gördüklerinde ise ekinlerin arasından çıktılar. Bir kişi gözcülük yaparken iki tetikçi ise 38 yaşındaki Gürkan’a kurşun yağdırdı. Kıbrıslı avukat, gazeteci ve siyaset adamı, Cumhuriyet gazetesi Başyazarı, KTHP Genel Sekreteri Ahmet Muzaffer Gürkan, aldığı kurşunlarla otomobilinin içinde can verdi. Ancak eşi İsmet Gürkan, bu cinayeti ilk anda fark edemedi. Kurşun seslerini kapı sesi zannetmişti zira. Kocasının ölümünü cinayetten 5.5 saat sonra, evinin kapısının önüne çıktığında fark etti. Kocasının kanlar içinde, cansız bedenini gördü otomobilinin içinde.
  • Ahmet Muzaffer Gürkan’ı öldüren tetikçiler ile Ayhan Hikmet’i öldürmek üzere görevlendirilenler, Ayhan Hikmet cinayetinden kısa bir süre önce, Lefkoşa’daki bir kahvehanede buluşmuşlar. Bu buluşmanın ardından, altı kişilik grup, kahvehaneden ayrılarak Hikmet ailesinin Yenicami Mahallesi Karababa Sokak’ta bulunan evine doğru hareket etti. Saat 1.45 sularında maskeli iki saldırgan, açık olan yatak odası penceresinden eve girdi. Diğer dört kişi ise o sırada dışarıda sokağın telefon kablosunu kesti. Plana göre, dışarıdaki ekip, telefon kablosunu kestikten sonra gözcülük yapacaktı. İki tetikçi, Ayhan Hikmet ve eşi Sabiha Hikmet’in yattıkları odaya girerek, 33 yaşındaki avukat, gazeteci ve siyaset adamı, Cumhuriyet gazetesi editörü, KTHP Örgütlenme Sekreteri Ayhan Hikmet’e kurşun yağdırdı. Genç gazetecinin vücuduna dört ölümcül kurşun isabet etmişti. Eşi yanı başında vurulan Sabiha Hikmet, hemen doktor çağırmak için telefonun başına geçti, ancak bunu yapamadı. Saldırganlar telefonun kablolarını kesmişlerdi. Genç gazeteci, eşinin kolları arasında son nefesini verdi.

Ersan Berksel, kitabında, bu iki cinayetin TMT liderliğinin bilgisi dâhilinde işlendiğini savundu.

Gürkan ve Hikmet cinayetlerinden sonraki süreç

Cinayetler, gecenin ilerleyen saatlerinde haber alınmaları nedeniyle ertesi günkü gazetelere tam anlamıyla yansımadı. Yalnızca Halkın Sesi gazetesi, cinayetleri son dakika olarak manşetine taşıdı. 25 Nisan günkü Kıbrıs Türk gazeteleri ise iki gazetecinin öldürülmesini geniş bir şekilde işledi.

Bozkurt ve Halkın Sesi gazeteleri, 25 Nisan 1962 tarihli sayılarında, cinayete kurban giden gazetecilerin Türk olduğunu, bu nedenle faillerin Türk toplumundan olamayacağını savundu. TMT’nin yayın organı olan haftalık Nacak gazetesi ise 27 Nisan 1962 tarihli sayısında Ahmet Muzaffer Gürkan ve Ayhan Hikmet’i suçlayan ifadeler kullandı. Gürkan ve Hikmet’i “yanlış ve Türklüğe zararlı bir yol” izlemekle suçlayan Nacak, iki gazeteciyi öldürenlerin Rumlar olduğunu ima etti. Kıbrıs Türk basınının genelinde de cinayetlerde Rumlar’ı suçlayan ifadeler yer aldı. Bununla birlikte Nacak, 24 ve 31 Mayıs 1962 tarihli sayılarında, Ahmet Muzaffer Gürkan ve Ayhan Hikmet’i casusluk ve hainlik ile itham etti ve öldürülmelerinin Kıbrıs Türk toplumu için hayırlı olduğunu savundu.

Ahmet Muzaffer Gürkan’ın kardeşi Necla Gürkan ise 28 Nisan 1962’de yaptığı basın açıklamasında cinayetlerden Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş’ı sorumlu tuttu. Ayhan Hikmet’in kardeşi Aydın Hikmet de 30 Nisan’da yaptığı açıklamada, kardeşinin ölümünden Rumlar’ın sorumlu olduğuna inanmadığını, Kıbrıs Türk toplum liderliği için verilen mücadelede Küçük-Denktaş ikilisine karşı onun Faiz Kaymak’ı desteklediği ve sonraki süreçte de muhalefete devam ettiği için öldürüldüğünü savundu.

Yıllar sonra ele geçirilen TMT’ye ait gizli bir belgede, “Rumların meftunu ve hayranı olduğu, İngiliz İntelijansı ve Rum müfrit Enosis liderleriyle irtibatı bulunduğu tespit edilen Dr. İhsan Ali ve onun hampacısı kesilen bir cinsi sapık (Muzaffer Gürkan) ile komünistlerle ilişiği olduğu tespit edilen Ayhan Hikmet Rum ameline hizmet eden faaliyet ve yazılarından vazgeçirilmeli; milli bir davanın varlığına inanmıyorlarsa susturulmalıdırlar” ifadelerinin yer aldığı basına yansıdı.

O dönem Türkiye’nin Lefkoşa Büyükelçiliği görevini yürüten Emin Dırvana da iki gazetecinin öldürülmelerinden dolayı Küçük-Denktaş ikilisini suçlamış, Ankara’ya çektiği telgrafta Kıbrıs Türk toplum liderliğinin değiştirilmesini istemişti. Ancak Dırvana’nın bu talebi, dönemin Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin tarafından dikkate alınmadı. Dırvana, bunun üzerine Lefkoşa Büyükelçiliği görevinden istifa ederek Kıbrıs’tan ayrıldı.

Dönemin Kıbrıs Türk Cemaati İcra Komitesi Başkanı Rauf Denktaş ise 2009 yılında verdiği bir söyleşide, “Avukat Ayhan Hikmet ve Muzaffer Gürkan’ı ben niye öldürteyim? Yorgacis’in ve (EOKA üyesi Georgios) Lağodondis’in işlerine geldiği için öyle duyurdular ki bizi parçalasınlar” diyerek suçlamaları reddedecekti.

Ahmet Muzaffer Gürkan’ın öldürülmesiyle ilgili olarak Kemal Mustafa Ahıskal, cinayetin ertesi günü, 24 Nisan 1962’de gözaltına alındı. Ancak bir hafta süren tutukluluğun ardından, 1 Mayıs 1962’de suçsuz olduğuna kanaat getirilerek serbest bırakıldı.

Gürkan ve Hikmet’in katilleri ilerleyen yıllarda da açığa çıkarılmadı ve bu iki cinayet faili meçhul olarak kaldı.

Taksimci çevreler tarafından hain olarak damgalanan Cumhuriyet gazetesinin iki yazarının aileleri, cinayetlerin ardından da rahat bırakılmadı. Ayhan Hikmet’in eşi Sabiha Hikmet, uğradığı tacizlere dayanamayarak bir süre sonra iki çocuğunu da alıp adanın güneyine göç etmek zorunda kaldı.

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
334AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin