yaklaşımlarAykut BektaşoğluDEPREM: Kapitalizm ölümü pazarlayan bir sistemdir - Aykut Bektaşoğlu
yazarın tüm yazıları:

DEPREM: Kapitalizm ölümü pazarlayan bir sistemdir – Aykut Bektaşoğlu

279 Takipçiler
Takip Et

Yeniçağ podcastını dinleyin

Kapitalizmin rekabet koşullarında, herkesin depremden yıkılmayacak eve sahip olması mümkün olmayacak. (Küçük bir azınlık hariç)

Eğer vergi paylaşım içindiyse, sermayede toplanan payın yüzde doksan dokuzunun halka iadesi gerekirdi.

Üç yıl önce pandemi başladı. İnsanlar kaldırımlarda öldü. Tek başlarınaydılar. New York’ta da, Londra’da da böyleydi. Niye bu şehirleri söylüyorum? Kapitalizmin merkezleri diye. Paris’te de böyleydi. O zaman niye var ki bu düzen? Düzen dediğimiz ekonomidir. Yani Kapitalizmdir. Niye var? Diye insanın aklına gelir. Sağlık hala sorunsa, niye var bu düzen? Yaşam dediğimiz nedir? İnsan dünyadan ne bekler? Beslenecek, barınacak, sağlığı konusunda çaba sarf edecek, geleceği için eğitim alanı oluşturacak. Bunlara koşulsuz sahip olması gerekir. Gelinip de duvara dayanıldığı zaman, mesela bir salgın karşımıza çıktığında, her şeyimizi kaybediyoruz. Ne yapacağımızı bilemiyoruz. En çok duyduğumuz söz ‘Sanki rüyadayız’ oluyor. Pandemide bunu yaşadık.  Şimdi çok acı bir şekilde yaşadığımız deprem olayında da, oradaki insanların büyük çoğunluğunun ve bizim için de aklımızdan geçen, sanki rüyadayız düşüncesi oldu. Gerçek hayatta bunun böyle olamayacağı varsayılırdı. Yani bir doğa olayı olacak, deprem, sağlık sorunu veya bunun gibi şeyler ve insan çaresiz kalacak. İnsanlığın başına gelebilecek en kötü şey, çok sıradan ve kolay olacak ölüm. İnsanların çocukları, aileleri, komşuları, oksijen cihazı bulamadıkları için veya bir depremde mesela, duvar kırıldı diye veya bir vinç bulamadıkları için ölecekler.

Çaresizlikle yüzleşince, rüyadaymış gibi oluyor insan. Her şeyin satılabilir olduğu bu düzende, insanların rızası ve devlet aracılığı ile emeğin, hayatın sömürülmesi, normal olmuşken oluyor bunlar. Artı değerin oluşturulup da bir yerlere kanalize edilmesine dayalı sistem, rıza ve kabul görüp, meşru sayılıyor. Böylelikle insanın esenliği ön planda olmuyor. Esas olan kar oluyor. Deprem oluyor, evler yıkılıyor. Fakat deprem olup da binalar yıkılmamalıydı. İnsanlar ölmemeliydi. Fay hattında olan bina, ne yapsanız yıkılır deniyor. O zaman fay hattı üzerinde olmamalıydı veya gerektiği gibi yapılmalıydı. Yıkılmamalıydı. Doğru malzemeden yapılmalıydı.

Kapitalist ekonomi, rekabet koşulu ile gerçekleşir. X kişi de ev satar, y kişi de. Daha ucuza mal edebilen ürünü satabilecek. Evin daha ucuza mal edilebilmesi için yapıcı bunun yollarını bulmalı. İşçiliği saymaya bile gerek yok. Mümkün olduğu yere kadar düşürülebilir. İşçi azaltabilir. Teknolojiyi,   işçinin yerine konulabilir. Asgari ücret ise bu sorunun kandırmacası. Diğer yandan malzeme ile ilgili de bir avantaj elde edilebilir. Demiri daha az mı koyacak? Yoksa çimento olayında farklı şeyler mi yapacak? Falan. Demek istediğim Kapitalizmin rekabet koşullarında, herkesin depremden yıkılmayacak eve sahip olması mümkün olmayacak. (Küçük bir azınlık hariç) Peki, herkesin depremden yıkılmayacak yerde ve yıkılmayacak şekilde yapılmış eve sahip olması mümkün mü? Kesinlikle evet. Çünkü örneğin, el konulan varlıklarla oluşan servetlerden bahsedilir. Yüz milyarlarca dolar. Bunlar bir ülkeyi yıkıp tekrar yapabilecek servetlerdir. Sermaye düzeni, varlıkları ele geçirir ve belli odaklara kanalize eder. Bir sınıfın lüks yaşamlarının güçlenmesi için aktarılan değerler, bütün ülkeleri yıkıp yeniden yapabilecek güçte varlıklardır. Yani bu mümkündür. Bütün insanların, zaten onların olan, kendilerinin olan şeyleri ellerine almaları, hayatın normali olmalıydı. Barınma, sağlık, eğitim, beslenme. Bunların alınıp satılmayacak şeyler olduğunu dillendirmek gerekir.  Çünkü Kapitalist rekabet koşullarında, barınma, satılacak şey olunca, önemli olan insan hayatı olmuyor. Kar miktarı konunun esası oluyor.  Yaşamak veya ölmek şansa bırakılmış oluyor.   

Yalnız toplum değil. Ekoloji sistemi de zorlanmaya başladı. Toplumsal, ahlaki yönden duvara dayanma süreci yaşanırken, neyin ne olduğunu net bir şekilde söylememiz gerekir. Her şeyin sahibi kim ise ona geri verilmesinin mutluluk getireceği görülmeli. Bunun dışındaki iyileştirme arzuları, zaman kaybetme olur. Toplumu çaresiz bırakıp ardından ‘ödüllendirerek’ rıza göstermesini sağlayarak, yeniden bu düzenin devam ettirilmesi, yeniden depremde insanların ölmesi, yeni bir sağlık sorununda insanların mahvolması anlamına gelir. Yani şu demek: Kapitalizm ölümü pazarlayan bir sistemdir. Bütün bu konuların alternatifinin, temel yaşam konularını, koşulsuz bir şekilde insanlığın geri alması, demokrasi mücadelesi dediğimiz şeyin ise bunların elde edilmesi, yani zaten halkın olan şeylerin geri alınma süreci olduğunu dillendirmeli. Yani her şeyin adı konmalı.

Radikal çözüm gündem olmalı. Mesela bir sorun yaşanırken yardım toplamak, acil kullanım evleri yapmak ve bunun gibi acil yapılması gerekenler, çözümün muadili gibi sunulmamalı. Bunlar dayanışmadır ve zaten herkes yapar. Yapılacaktır. Fakat sistem kötülük yaratmaya devam edecektir.

Bir milletvekili, Hatay depremi sonrası yaşadığı çaresizliği, hem hüzün hem de isyanla anlattı. İnsanlar çaresiz kaldı, elimizden hiçbir şey gelmedi. Rüyada gibi. Bu aşağılayıcı çaresizlik karşısında ayna karşısına geçen vekil, kendi yüzüne tükürdü. Bu, izah edilebilecek bir durum değildir. Tükürülecek olan şey aslında Kapitalizmin kendisiydi. Bunu her vesile ile söylemeli. Asıl sorumluyu göstermeye çalışmalı.

Eski Hastanelerin yenilenmesi konusunda…

Toplumun bunları yapacak birikimi var. Önemli olan, karar vericiliğin, demokrasi güçlerinin belirleyici olacağı bir durumun yaratılması. Yoksa bugüne kadar yapılmayan şeyler yapılmamaya devam edecek.

Nereden kaynak bulunacağı konusunu sorun etmemeli. Çünkü yaratılması düşünülenler zaten yaratılmıştır. Bir örnek verelim. Lefkoşa’dan Girne’ye giderken, Girne’nin görüntüsü bunun belgesidir. Kuzey sahil inşaatlarla doldurulmuş. Bu varlıklar, gücün nerelere atıldığıyla ilgilidir. Ticari binalar, belirsiz paraların yarım inşaatlara dönüştürüldüğü binalar. Bu böyleyken, barınma konusunda nasıl kaynak yaratılacağı kaygısı gereksiz. Demek ki kaynak var. Fakat küçük bir sınıfın elindedir. O zaman bu iş orada çözülecek. Başka türlü bir şekilde çözülecek. Yani geri alma olmalıdır. Toplam İhtiyaçların çok daha fazlası halk tarafından biriktirilmiştir. Defalarca biriktirilmiş fakat el konulmuş demektir. Fedakarlıklar yapılmıştır. Hastane konusunu nasıl halledebiliriz? diye bir sorun olmamalı.

Yalnızca sağlık alanında değil. Okulların da yenilenmeleri yapılmadı. Barınma konusu da öyle. Herkese sağlıklı barınma sağlanamamıştır. O halde, ancak demokrasi gücü ile sorunların çözülebileceği görülmeli. Yani karar verici herkestir. Fakat bir sınıf bunu tekeline almış kendi çıkarı için kullanıyor. Demokrasi daha çok istenmeli. Herkesin olan imkanlar, herkesin elinde olmalı. Bu olmadan elde edildi sanılanın, aldatmaca olduğu ortaya çıkarılmalı.

1974 sonrası süreç, ithalata dayalı bir ekonomi, göç, nüfus aktarımı ve çok sayıda insanın devlet memuru yapıldığı dönem olmuştur. Önemli bir kesim, şişirilmiş devlet daireleri ile maaş hegemonyası altına alındı. Bağımlı bir toplum kesimi yaratıldı. Ekonominin değirmenini döndürecek bir kesim denildi. Sunum çok güzel yapıldı. İsterseniz ev sahibi olabilirsiniz, her şeyi satın alabilirsiniz. Bankalar hazır, müteahhitler tetikte. Ada’da, kurulu maaş ekonomisine göre döndürülen çarklarla bir sistem oluşturulmuştur. İnşaat ve bankacılık sistemi oluşturulmuştur. Gelir ve borçlanma durumlarına göre, çarka girilebiliniyor, ev alınabiliyor. Fakat bu evin gerçek olup olmadığı akla bile gelmez. Sistemin, topluma gerçek barınaklar temin edebildiği konusunda ikna olunmuştur. Bu doğrultuda bir ev, bir de araba sahibi olmuş olan, kendisini sınıf atlamış sayıyor. (Ekonomi, toplumu sömürgeleştirmişse, düşün yapısına da hakim olmuştur.) Kendini sınıf atlamış saymış, bu düzenden fayda sağladığını, avantajlı kesimden olduğunu sanmaktadır. Burada bir tezatlık var. Kendini avantajlı sayanlar, ev diye ölme ihtimalini satın almıştır. Kapitalizm, ölüm pazarlamacısıdır demiştik. Bu ülkede evlerin ne kadarının depreme dayanıklı olduğu bilinmez. Halbuki eve girmeden bilinmeliydi. Fakat sistem öyle çalışmıyor. Değirmen öyle dönmüyor. Bu düzende sermaye adına yapılmış her şeyden kötülük çıkıyor. İnsanlar ev aldık, araba aldık diye seviniyor. Ev kısa ömürlü ve ölümcül, gıda uzun ömürlü ve kimyasal. Yani yaşama ve doğaya zarar veren ne varsa yapılıyor.

Demek ki yaşama her yönden saldırı var. Bütün değerlere saldıran sistemde, hastaneyi nasıl yaparız tartışması anlamsız.

Deprem endişesi ile Mağusa’da yıkılma tehlikesi olan okullar için çadırlar kuruldu. Fakat şiddetli yağmur nedeni ile bu çadırlar sular altında kaldı. Nasıl yardımlaşmalı ve sorunlarımızı çözmeli sorusu da anlamsız. İnsanlar zaten yardımlaşıyorlar. Sorunlarını çözmeye çalışıyorlar. Pandemi, deprem ve diğer sorunlarda da insanlar kendi aralarında yardımlaşma refleksi oluşturuyorlar. 1999 Gölcük depreminde İstanbul Beşiktaş’ta yaşıyorduk. Mahallemizde birbirine selam vermeyen, tarafına bakmayan insanlar arkadaş oldular. Herkes herkese yardım etmek için yarışıyordu. Sohbet ediyordu. Bunu istiyordu. İnsanın doğuştan bencil olduğu, paylaşımcı olmadığı yalan.

Devlet dediğimiz şey bir vitrin. Bu vitrin sizi yönetmek için var ve yönetiyor yalanı öğretiliyor. Üstüne üstlük bunun kutsal olduğu söyleniyor. Hatta bu vitrinin toplayacağı verginin de kutsal olduğu söylenir. Yani insanın insanla olan dayanışmasının bu vergiler üzerinden olduğu yalanı öğretilir. İşçisinden işsizine, verginin büyük çoğunluğu toplanır. İnsanlar bunu kutsal saymışlardır. Sonuçta bunların nereye gittiğine baktığımızda, düzenin ne kadar iğrenç olduğu ortaya çıkıyor. Bu vergiler, ilk depremde yıkılacak ve çocukları öldürecek binalara harcanıyormuş meğer. Eğer vergi, paylaşım içindiyse, sermayede toplanan payın yüzde doksan dokuzunun halka iadesi gerekirdi. Yani burjuva ideologlarının yalanlarına kaç yüzyıl daha müsamaha edilmeli? Toplanan vergi ile okullar da yapılıyor. Fakat sermayeye kazanç sağlama ve ilk depremde yıkılıp insanların ölmeleri koşulu ile yapılıyor. Herkes her şey için bir para hareketi yapmak zorunda kalıyor. Kapitalizm yapmak zorundalar. Bu yüzden sürekli biriken bir servet var. Bu servet büyük bir fedakarlıktır. Halktan alınıyor. Bu güç bütün dünyadaki bütün hastaneleri birkaç kez yıkıp tekrar yapabilir. Bütün okullar, bütün evler tekrar yapılabilir. Bugünkü bilimsel gelişkinlikle bunun sürekliliği de mümkündür. Demek ki aslında her şeye sahibiz. Demek ki burada bir Lefkoşa Nalbantoğlu Hastanesi’ne muhtaç değiliz. Çok büyük bir değer birikimimiz var. Fakat toplum, bunun nerede olduğunu bilmiyor. Her şey sermaye büyütülmesi için kullanılmaktadır. Bir sorun çıktığı zaman insanların gücüne göre on lira yirmi lira toplaması istenir. Dayanışmadan söz edilir. Aslında bu, halkla dalga geçmektir. Zaten herkes, dolaylı vergi dedikleri ile bunu topluyor. Yani yürümek için bile para alınır. Bu gidişle havadan da para alınacak. Nitekim Hindistan’da hava kirliliği fazla olan bir bölgede, okullar yanında, küçük tüp içinde, yedi dolara temiz hava satılmaya başlanmış. İleride bu ticaret yaygınlaşacak. Eskiden şişede suya da gülerdik. Aslında o kadar büyük değerlerimiz var ve boşuna harcanmaktadır ki her şeyi birkaç kere yeniden yaratabiliriz.

Bir hastane yapılacaksa bunun tartışması bile olmamalı. Derhal, yeteri kadar büyük bir hastane yapacak gücümüz var. Eğer yok deniyorsa çalınmış demektir. Yalnızca bir ekmek alacak parası olandan bile, her ekmekten, milyarderin verdiği kadar vergi toplanır. Bu işler yapılsın diye toplanır. Öyleyse soruyu sorması gereken halktır. Bu varlıklar nerede? Diye.

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
332AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin