Parya, her türlü haklardan yoksun olan kişilere denir.
Kıbrıslı Türkler ne tanınmış bir devlete sahiptirler, ne de tanınmış bir devletin parçasıdırlar. Kıbrıs Türk toplumunun karşı karşıya olduğu en ağır sorun budur.
Dünya yüzünde çalacak bir kapısı yoktur. Çaldığı kapılar da bir bir yüzüne kapanmaktadır.
Bu yürekler acısı durumu her Kıbrıslı Türk her gün hayatın bütün alanlarında deneyimliyor. Seyahat edebilmek, yüksek öğrenime gitmek, ticaret yapmak, sportif ve kültürel faaliyetlere katılmak, kısacası, dünya içinde yer alma imkanları son derece sınırlıdır.
Hannah Arendt, “Paryalar dünyada varlıktırlar ama dünya içinde değildirler” der.
Çünkü dünyanın içinde olmak demek, aktör olmak demektir.
Maalesef, Kıbrıslı Türkler yarım asırdan uzun bir süredir parya konumdadırlar. “Kıbrıs’ta varlıktırlar” ama “dünya içinde” değildirler.
Bunun temel nedeni, Kıbrıs Türk toplumunun 1964 yılında devlet-dışına düşmesidir. Kendini Kıbrıs Cumhuriyeti’nden dışlaması ve/veya dışlanmış bulması ve o tarihten beri de Kıbrıs’ta devlet olgusunun parçası olamamasıdır…
Bu paryalaşma süreci ve statüsüzlük1964’te başladı ve hala devam ediyor.
O dönemde Kıbrıs Rum liderliği Zürih-Londra anlaşmalarından kurtulmak ve Kıbrıslı Türklerle “irade ortaklığına” son vermek için hareket ediyordu. Kıbrıs Türk liderliği ise ayrı bir devlet kurmayı hayal ediyordu.
Türkiye’nin adaya müdahale ederek Taksimi gerçekleştireceğine inanıyordu.
Kıbrıs Rum tarafı anlaşmalardan kurtulmak için şiddet kullanmayı göze aldığında, Kıbrıs Türk liderliği anlaşmalara sahip çıkıp devlete tutunacağına, ayrı devlet hevesine kapıldı. Türkiye Cumhuriyeti başbakanı İsmet İnönü’nün uyarılarına rağmen Kıbrıs Cumhuriyeti’nin idari ve bürokratik kurumlarından kopmakta beis görmedi ve devlet mekanizmasına tutunmak için en küçük bir çaba sarf etmedi.
Oysa deneyimli bir politikacı olan İsmet İnönü, 9 Mart 1964 tarihlinde Dr. Küçük’e gönderdiği mektubunda ısrarla “Kıbrıs Türklerinin devlet işlerini Rumlara terk etmeyip Türk hak ve menfaatlerini Kıbrıs devleti teşkilatı dâhilinde savunmalarının zaruretinden” söz ediyordu.
Fakat Kıbrıs Türk liderliği İsmet İnönü’nün tavsiyelerini kesin bir dille reddediyordu. Hatta üstü kapalı olarak İnönü’yü Kıbrıs’ı terk etmekle tehdit ediyordu.
Dr. Fazıl Küçük, 10 Mart 1964 tarihinde İnönü’ye gönderdiği ironi dolu cevabi mektubunda bunu açıkça ortaya koyuyordu: “Gerek Cumhurbaşkanı Yardımcısı ve gerekse Türk Vekiller, mebuslar ve memurlar devlet teşkilatındaki vazifeleri başına dönmemeğe azimlidirler. Dönme mecburiyeti hâsıl olursa Cumhurbaşkanı Yardımcısı, Vekiller ve mebuslar istifa etmeğe kararlıdırlar. Anavatan Hükümetimiz Rumlarla işbirliği yapılması fikrinde ısrar edecek olursa hiç olmazsa bunu açığa vurmadan işbaşında olanlar hakkında bir siyasi melce (siyasi sığınma hakkı) temin etmek imkânlarını araştırması istirham olunur. Rumlarla işbirliği yapmak isteyen Türk vatandaşımız olacağını tahmin etmemekle birlikte Kıbrıs’ta kalmak ve yaşamak isteyen vatandaşlarımıza kendi aralarında mümessil tayin edip Rumlarla uyuşma fırsatı temin edilmesini ve kalmak istemeyenlere de memleketi muayyen bir müddet zarfında terk etmeleri için müsaade, kolaylık ve imkânların sağlanmasını rica ederiz. Anavatan topraklarında Kıbrıs Türkleri için bir saha ayrılarak bu felakete uğrayan vatandaşların Türkiye’ye nakillerinin temini şayan-ı arzudur. Bu hususta Amerikan Hükümeti, başka diğer beynelmilel iskân teşekkülleri bu işe yardımcı olacaklarına inancımız vardır.”
Görüleceği gibi, Kıbrıs Türk liderliği Kıbrıslı Türklerin “devlet teşkilatındaki görevlerine dönmemeye azimli” olduğunu vurguluyordu ve Türkiye’den “bir saha” ayırarak Kıbrıslı Türklerin oraya aktarılması gibi gayrı-ciddi ve ironi yüklü imalarla İsmet İnönü’nün çağrısını geri çeviriyordu.
Kıbrıs Türk liderliğinin Kıbrıs Cumhuriyeti devletine geri dönmek istemediğini uluslararası gözlemciler de tespit etmişti. Nitekim ABD’nin Kıbrıs Sorununu takip eden ve Makarios’tan adeta nefret eden dışişleri bakan yardımcısı George Ball, BM’nin Kıbrıslı Türklerin güvenliğini teminat altına aldığı halde Kıbrıs Türk liderliğinin resmi kurumlarda işbaşı yapmayı reddettiğini belirtiyordu.
Ve bütün bunlar, bu anlaşılması güç tavır, BM’nin Makarios Hükümetini Kıbrıs’ın meşru hükümeti olarak tanıdığı 4 Mart (1964) kararının sonrasına denk geliyordu.
Kıbrıs Türk liderliği İnönü’nün tavsiyesine uyarak Kıbrıs Cumhuriyeti devletinin kurumlarına geri dönmeye kalkışsaydı, bunun başarılı olup olmayacağının garantisi yoktu. Kabul etmek gerekir ki, bu hiç kolay değildi. Kıbrıs Rum liderliği anlaşmalardan kurtulmayı kafasına takmıştı bir kere. Fakat bu yönde atılacak adımlar uluslararası toplumdan destek bulabilir, Kıbrıs Rum tarafını zor durumda bırakabilirdi.
Maalesef, bu yönde hiçbir adım atılmadı. Fakat gelişmeler Kıbrıs Türk liderliğinin umduğu gibi de olmadı. Adanın Türk nüfusunu tek bir bölgede toplama ve ayrı bir Türk devleti kurma fikri gerçekleşmedi. Türkiye beklenen müdahaleyi yapamayınca, bütün planlar suya düştü ve her şey terse gitti.
Kıbrıs Türk toplumu dağınık olarak toplamda adanın %3’lük bir bölgesine sığındı ve yaşamını bu kapalı gettolarda sürdürmeye başladı. Kıbrıs Türk nüfusunun sadece %33’ü Kıbrıslı Türklerin denetlediği gettolarda yaşıyordu. Nüfusun üçte ikisi, yani yaklaşık olarak 79 bin kişi Kıbrıslı Rumların denetlediği bölgelerde yaşamaya devam ediyordu.
Türk kontrolü altındaki bölgede Cemaat Meclisi, Temsilciler Meclisi ve TMT’de görevli Kıbrıslı Türklerden oluşan Genel Komite adı verilen bir idari mekanizma kuruldu ama esas güç Kıbrıs Türk Mücahit Teşkilatı adını alan ve Türkiyeli komutanların emrinde olan TMT’de toplanmıştı.
Kıbrıslı Türkler tam bir askerî yönetim altında yaşıyorlardı. Türkiye’den gelen askeri yöneticiler, Bayraktarlar ve Sancaktarlar, sadece askerî konularda değil, sivil konularda da söz sahibiydiler. Bu durum, Kıbrıslı Türklerle Türkiye’den gelen askerî yetkililer arasında zaman zaman gerginliklere yol açıyordu.
Rauf Denktaş 1968 yılında Ankara’ya gönderdiği raporlarda şikâyet ediyor, önlem alınmasını istiyordu: “1964 hadiselerinden sonra meydana gelen fevkalade durum idarede birçok değişikliklere sebep olmuştur. Bayraktar ve kazalardaki sancaktarlar bütün servislere el koymuş ve iyi bir niyetle bunları yürütmeye çalışmışsa da ortaya birçok müşkiller çıkmıştır. Ve maalesef bu da birtakım çatışmalara yol açmıştır.”
Denktaş, devamla şöyle diyordu: “1964’ten bu yana biraz da hadiselerin seyri icabı her Sancaktar kendine göre bir idare tarzı kurmuş ve tamamen müstakil, istediği ve dilediği tarzda hareket serbestisine sahip olduğu kanaati içinde hareket etmekte tereddüt etmemiştir. Ve bu yoldaki hareketler cemaat arasında birtakım huzursuzluk yaratmış, lüzumsuz yere ayrılıklar ve düşmanlıklar meydana getirmiştir.”
1964’ten sonra, bir tarihi dönüm noktası daha yaşandı: 1974 Yazı!
Maalesef 1974, Kıbrıslı Türklerin paryalaşmasına ve statüsüzlüğüne son vermedi. Kıbrıslı Türkler dünya içinde yer alamadılar.
Başka bir dönüm noktası olan 2004’te kadar, fetihçi bir zihniyetle ortaya konan maksimalist yaklaşımlar Kıbrıs’ta federal bir devletin kurulmasına fırsat tanımadı.
2004’te ortaya konan federal çözüm iradesi ise Kıbrıslı Rumların “Güçlü Hayır’ına” tosladı.
“To be or not to be” (olmak ya da olmamak) anlamına gelen bu tarihsel ikilemeden hangisinin gerçekleşme ihtimali olduğu tarih nezdinde yanıt bulmuştur: Adanın temelli bölünmesine dayalı bir perspektifin hayata geçirilmesinin mümkün olmadığı son altmış yılda görülmüştür. Bunda ısrar etmek, Kıbrıslı Türkleri dünyanın dışında tutmakla eşdeğerdir.
Kıbrıs’ta devletin parçası olmak, kolay kazanılacak bir statü değildir.
Zordur ama uğruna mücadele etmeye değer bir perspektiftir. Üstelik, böyle bir mücadelenin dünyada yandaşları vardır.
Temelli bölünme ise ebedi yalnızlıktır…