“İstilacı uygarlık(lar) ekolojiyi putperestlik sandı…
Doğayla bütünleşme, cezalandırılması gereken bir günahtı…
Doğa sonsuza dek hizmetimizde bir makine gibi işletilmek üzere
evcilleştirilmesi gereken vahşi bir hayvandı.
O, kölemiz olmalıydı…” (Eduardo Galeano)
Antroposen… Uzunca bir süredir gezegenimizin vermekte olduğu, hiç de hayra yorulmayacak sinyaller karşısında kaygı duyan ve “bios”un geleceği üzerine giderek umudunu yitiren çevrelerde dolaşıma girmiş bir kavram. Dünyanın jeolojik zamanlarına gönderme yapıyor ve yaklaşık 11 bin yıldır yaşamakta olduğumuz Holosen’in sona erip, insan etkisinin başat olduğu bir devre girdiğimize işaret ediyor.
Uluslararası Stratigrafi Komisyonu’nca benimsensin ya da sadece bir “metafor” olarak kalsın, yeryüzünün jeolojik tarihinin en kısa dönemi olacağı belli olan Antroposen’in başlangıcını uzmanlar farklı tarihlere yerleştiriyor: 18. yüzyıl Sanayi Devrimi başları, 1950’lerde yapılan nükleer silah testleri, yerin katmanlarında radyoaktif atık, plastik, fosil yakıt kaynaklı kül, beton ve çeşitli kimyasal kirleticileri barındıran tabakaların doğal oluşumlara baskın olmaya başladığı 2. Dünya Savaşı sonrası (Angus 2021: 40-41)…
Ne zaman başladığı tartışmaya açık olsa da, şu rahatlıkla söylenebilir, Antroposen apansız ortaya çıkmış bir görüngü değil.
Bütün canlılar gibi insan da yaşamını ve türsel varlığını sürdürebilmek için doğaya müdahalelerde bulunur, onu değiştirir. Ancak insanlığın yeryüzündeki tarihinin büyük bölümü boyunca doğaya yaptığı müdahaleler, doğanın kendini yenileyebilme kapasitesini aşmıyordu. Daha doğru bir deyişle, bir tarihsel eşiğe dek, insanlığın hayatta kalabilmek için giriştiği faaliyetler ile doğanın sürdürülebilirliği arasında bir uyum söz konusuydu.
İlla bir başlangıç noktası koymak gerekirse, o eşik, 15. yüzyıl sonlarında aşıldı. Cenevizli denizci Cristobal Colon’un (Kristof Kolomb) İspanya Krallığının desteğiyle Atlantik Okyanusu’na açılıp da Hispaniola adını vereceği Karayib adalarına ayak bastığı, Portekiz’li denizci Vasco de Gama’nın Afrika’nın güney ucunu (Ümit Burnu) dönüp Hindistan’a ulaştığı yıllarda. [1]
Çünkü bu “yolculuklar” (üstelik kıtalaraşırı ilk deniz yolculukları de değildiler… Vikingli denizcilerin İS 10. yüzyılda Amerika kıtasına ulaştıkları, hatta kıtada yerleşimler kurdukları biliniyor) geri dönmeli, geçici ziyaretler değillerdi. Önce İberyalılar, onların ardından da diğer Batı Avrupalılar, 16. yüzyıldan itibaren yelken açtıkları, kendileri için yeni olan bu coğrafyaları temellük ederek kalıcı yerleşimler oluşturdular.
Basit bir “göç” değildi bu. Avrupalıların “neyin” peşinde olduğunu Cristobal Colon’un güncesine Karayipler’de karşılaştığı ilk yerlilere ilişkin düştüğü nottan anlayabiliriz: “Elli adamla bu halkın hepsini boyunduruk altına alabilir ve onlara her istediğimizi yaptırabiliriz.” (Zinn 1992: 54)
Yerliler boyunduruk altına alınmalıydı, çünkü Colon onların burun, kulak ve boyunlarında taşıdıkları minik altın takıları hemen fark etmişti. Adada bunlardan çok daha fazla olmalıydı. [Howard Zinn (1992: 58), Colon’un güncesinin ilk iki haftalık anılarında, bir sözcüğün tam yetmiş beş kez geçtiğini saptar. Bu sözcük, “altın”dır…] [2]
Evet, Avrupalıların Yeni Dünya’ya akını, basit bir göç, hatta salt bir istila da değildi. Bir “terraforming” yani “yeryüzü biçimlendirme” girişimiydi: NASA’nın tanımıyla, “düşmanca bir çevreyi insan yaşamına uygun hâle getirmek” (Belshaw 2016)…
“Nasıl bir insan yaşamı” sorusunu sormadan, şu “düşmanca” sözcüğü üzerinde duralım biraz.
Avrupalılar Yeni Dünya’ya ayak bastıklarında, burayı bir terra nullius olarak tanımlamışlardı: hiç kimsenin yaşamadığı, fethedilmeyi ve sömürgeleştirmeyi bekleyen uçsuz bucaksız, boş alanlar: “Vahşi Batı”… Sömürgecilerin elinde ıslah edilecek, yararlı, verimli hâle getirilecek, “uygarlaştırılacak” yaban bir doğa.
Sorun şu ki, sömürgecilerin adım attığı hiçbir toprak parçası “boş” ya da yaban değildi. Beyazlar gelmeden 30-40 bin, hatta bir sava göre 70 bin yıl önce, o zaman gerçekten bir terra nullius olan Amerika kıtası, buzullarla kaplı Bering Boğazı’nı aşarak kıtaya ulaşmış ve binlerce yıl süren güneye doğru yürüyüşleri boyunca Kuzey ve Güney Amerika kıtalarını nüfuslandırmışlardı.
Tabii doğayı, kendi gereksinimleri doğrultusunda değiştirip dönüştürerek. Avrupalılar kıta içlerine doğru ilerlerken, kendilerine ev sahipliği yapan, yiyeceklerini paylaşan, mokasenlerden soğuktan korunmalarını sağlayan kürklere, barınaklardan mısır ve patates gibi o güne dek tanımadıkları yenilebilir bitkilerin nasıl ekilip dikileceği bilgisini kendilerine sağlayan irili ufaklı binlerce insan topluluğuyla karşılaştılar. Avcı-toplayıcılıkla geçinen küçük takımlardan geniş imparatorluklara… Onbinlerce insanın yaşadığı, aynı yılların Avrupa kentlerini aratmayacak kentler dahil olmak üzere yerleşimler kurmuşlar, kanal sistemleriyle kıraç toprakları tarıma açmışlar, yollar, barajlar inşa etmişler [3]… ama yaşadıkları toprakları, kullandıkları suları zehirlemeyi, betonla kaplamayı, atmosfere zehirli gazlar salmayı, nükleer çöplüğe çevirmeyi “akıl edememişlerdi”!
Merkantil Bir Dünya İmparatorluğu’na Doğru…
Bütün bunları yapan, Avrupalılar olacaktı. Adım adım… Nasıl mı?
16. yüzyılda Güney Amerika kıtasına akın eden İspanyol yerleşimciler, 15.-17. yüzyıl arasındaki savaşlar nedeniyle kıtadan gelecek altın ve gümüşe fena hâlde ihtiyaç duyan İspanya Krallığı’nın baskısı altında, And dağlarını delik deşik ederek koyuldular kıtanın yağmalanmasına. İspanyol sömürge yetkililerinin birincil hedefi, yüzyıllar boyu, çevresel ve insanî maliyetine bakmaksızın gümüş üretimini sürdürmek ve arttırmaktı. Ve istikrarlı bir gümüş üretimi için üç şey gerekiyordu: işgücü, kereste ve cıva.
Gümüş madenciliği bölgesi Amazon nehri havzası ve And dağlarında nüfus seyrekti, Afrika’dan getirilen köleler ise madenciliğin gerektirdiği yükseltilerde verimli olamıyordu. Bu nedenle İspanyol yetkililer mita adı verilen bir vergi sistemi dayattılar kıta yerlilerine. Artan sayıda yerli bu ağır vergileri angaryayla ödeyebilmek için gümüş madenlerinde çalışmak zorunda kaldı. İnsanlık-dışı koşullarda: Andlar bölgesinin en önemli gümüş yataklarının bulunduğu Potosi, 4000 metre yükseklikte bir “gümüş dağı”ydı. 1600 yılına dek dünyada mevcut gümüşün yüzde 48’ini sağlayan (Moore, 2010) bu buz çölünde yerliler oksijen ve yiyecek kıtlığı koşullarında çalışmak zorundaydılar:
“Yayla yerlileri dahi, Potosí cerro’sunda organizmalarının uyarlanmış olduğu optimum yükseltinin üzerinde yaşamaya zorlanıyordu. Soğuk, besin yokluğu, ısı kontrastları. Aşınmış basamaklarıyla merdivenlerin tepesinde, kaygan toprak üzerinde, sırtları maden külçe yüklü, iki büklüm kadın ve erkekler, oksijeni kıt, karbon gazı zengin, sıcak ve nemli havada, bedenleri ter içinde, birden sıfırın altındaki ısılarla temasa geçiyorlardı. XVI. yüzyılın sonunda kaç kişi madenlerde çalışmıştır? Bunu bilmiyoruz. Ama toplam olarak milyonlarca insan, orada öldü.” (Chaunu 1969: 315)
İspanyol maden işletmecilerin yerlileri çalıştırmak için devreye soktuğu bir “Şeytan icadı” da o güne dek yerliler arasında yalnızca ayinsel amaçlarla kullanılan koka idi. Koka, yeraltı koşullarına, oksijen darlığına, besin yetersizliğine karşı direnci yükseltiyor ve yapay bir iyimserlik ve gayretkeşlik veriyordu kullanıcılarına. Bir kez bağımlılık yarattıktan sonraysa, dönüşü yoktu. Maden sahipleri onu bir ödeme aracı olarak kullanmakta gecikmedi. Evet, maden sahipleri, daha çok çalışmalarını sağlayan (ve tiksinti verici bir uyanıklıkla yine kendilerine ürettirdikleri) ölümle ödüyorlardı yerin altındaki “insan-katırlar”ın ücretini!
Gümüş üretiminin ikinci ayağı, yarıçapı giderek genişleyen bir orman talanına yol açan keresteydi. 1650’ye gelindiğinde, Potosi çevresinde tek bir ağaç kalmamış, odun nakliyatının artan maliyeti karşısında yakılabilecek otlar, çalılar, sokulmuştu devreye. (Wood, 2015: 17) Gümüşün eritilmesi için gereken tonlarca odunu sağlamak için “temizlenen” ormanlar ticarî tarıma (plantasyonlar) ve hayvan çiftliklerine açılırken madenlerin ölümcül çağrısından kaçan yerli halklar “sıtmaya” razı oluyor, binlerce yıldır sürdürdükleri geçimlik tarımsal faaliyetleri ve yaşam alanlarını terk ederek kalabalık yerleşimlerde yoğunlaşıyorlardı. Bu da bağışık olmadıkları çiçek, kızamık, kabakulak, tifüs, grip, difteri, kızıl gibi hastalıklardan kırılmalarını kolaylaştırmaktaydı.
Ama gümüş madenciliğinin en ölümcül bileşeni, hiç kuşkusuz ki bir alaşım elde etmek için gümüş ile karıştırılan cıva idi. Potosi cıvası, günümüz Peru’sunun sınırları içerisinde yer alan Huancavelica’dan geliyor ve yerin altında cıva soluyarak çalışan yerliler tarafından çıkartılıyordu. Huancavelica’daki cıva yataklarının yolunu bulmak çok kolaydır, kaydını düşer tarihçiler. Çünkü madenin onlarca millik çevresi, insan kemiği kalıntılarından bembeyaz olmuştur. (akt. Akal 1997: 93) Amazon nehrinin birkaç on yıl içinde ölümcül bir cıva taşıyıcısı hâline gelmesi de cabası…
Böylelikle 16 yüzyıldan 19. yüzyıl ortalarına Güney Amerika kıtasından (ama özellikle Potosi le Meksika’nın Zacateca’sından) Avrupa’ya sevk edilen gümüşün miktarı 100 bin tonu bulmuştur. İspanyol yazar Alonso de Morgado, 1580’lere dek Sevil kıyılarına ulaşan hazinelerin kentin tüm sokaklarını altın ve gümüşle kaplamaya yeteceğini kaydetmektedir. (McMillen Voskoboynik, 2018) İspanya’nın savaşlarını finanse eden, ama bir kısmı da asilzadelerin, kralların malikânelerini süsleyecek porselenleri, soylu kadınların bürüneceği ipekli dokumaları satın almak üzere Çin’e ödenecek 100 bin ton gümüş…
Ne ki, yalnızca Potosi, yalnızca gümüş değil. Avrupalıların Kuzey ve Güney Amerika kıtalarını “terraforming”e, yeryüzü biçimlendirmesine uğratmaları, 70-80 yıl içerisinde yerli nüfusunun yüzde 90-95’inin canına mal olacaktı… Bağışık olmadıkları hastalıklardan, bitmek bilmeyen katliamlardan, madenlerde, plantasyonlarda, y-ol yapımında ölesiye çalıştırılmaktan kırılan, ya da içine düştükleri çaresizlik koşullarından çıkışı üremeyi durdurmakta, toplu intiharlarda bulan milyonlarca insanın ölümü.
Üstelik yalnızca insanlar değil… Amerika toprakları da yeni efendilerin elinde “evcilleşiyor”, ticarileşiyor, hurdahaş oluyor, zehirleniyor, ölüyordu. Altın, gümüş, kömür madenciliği, geniş arazileri tek bir ürünün tarımına açan plantasyonlar, ormansızlaştırma, Amerikan bizonu (buffalo) gibi yerel türler yok edilirken [4] onların yerine getirilen ve otlakların tükenmesinde başrolü oynayan büyükbaş sürüleri… Avrupalılar, tüketerek, kırarak, zehirleyerek, çölleştirerek, üzerindeki insanları katlederek, “düşmanca bir çevreyi insan yaşamına uygun hâle getir”iyorlardı!
Ve tüm bunlar, dünyayı küresel bir tekil Pazar hâlinde entegre etme sürecindeki kapitalizmin şafağında, merkantilizm çağında gerçekleşiyordu. Artık hiçbir şey yerel bir cemaat tarafından, yerinde tüketilmek üzere üretilmeyecekti. Potosi’nin gümüşü Çin’e, Çin’in ipeklileri İspanya sarayına, Afrika’nın köleleri, bizonlardan temizlenerek tarıma açılan çiftliklerde, plantasyonlarda, imar işlerinde çalıştırılmak üzere Amerika’ya, onların ürettiği tütün ve pamuk Avrupa’ya, Hint Okyanusu’na kıyı Asya ülkelerinden kaçırılan genç kızlar Filipinler’deki Manila’da bekâret kontrolünden geçirildikten sonra genelevlerde çalıştırılmak üzere Meksika’ya satılmaktaydı. Hiçbir şey metaya dönüştürülme çabasından bağışık değildi: onu kolektif olarak işleyip ürünleri paylaşan cemaatlerin elinden kopartılarak özel mülk hâlinde parsellenen toprak, mobilya imalatı, konut yapımı, madencilik sektöründe kullanılan ağaçlar, İnka krallarının görkemli saraylarını süsleyip onlara prestij sağlayan altın ve gümüş süsler, eti, derisi için katledilen bizon sürüleri, Avrupa’da moda olan şapkaları kürkleriyle süsleyen Kanada kunduzları, hatta daha sonraları, Avrupalıların “üstün ırk” olduğunu kanıtlamak üzere Avrupa bilim çevrelerinde çok rağbet gören Cherokee kafatasları (Wolfe 2006)…
Ve tohum hâlindeki Avrupa kapitalizminin 16. yüzyılda başlayan yeryüzünü talan serüveni, kısa sürede dünyada ele geçirilmedik bir karış toprak bırakmayacak şekilde yayıldı. Fransız Afrikası’nda Ekvator kuşağında yaşayan Mandja halkını “uygarlaştırmak” adına avlanmaları yasaklanırken pamuk plantasyonlarına sürüldüler. Hindistan’da İngilizler geçimlik tarımın temellerini yok edip köylüleri uluslararası pazarlar için pamuk ve çay ekimine zorlandı. Portekizliler Brezilya, Angola ve Mozambik’te pamuk plantasyonları kurdular.
Kanarya ve Cape Verde adalarında ormanlar yok edilerek şeker kamışı plantasyonlarına dönüştürüldü – bugün bu alanlar artık “çöl” olarak niteleniyor. Kanarya adaları ve Afrika’dan getirilen köleler, şeker kamışı tarlalarını sulamak için Atlantik Okyanusu’ndaki Madeira (Portekizce: orman) adasına binlerce kilometrelik kanallar açtılar. Madeira’nın ormanları tükenip de şeker sanayi yakıttan yoksun kalınca, plantasyonların yerini bağlar aldı.
Monokültür mantığı birçok metaya uygulanacaktı: Amazon çeperleri kahve plantasyonları için temizlenirken, Güneydoğu Asya, güney Kolombiya ve Kongo ormanları kauçuk plantasyonlarına yer açmak için yok edildi. Burma ve Tayland’ın ormanları pirinç tarlalarına dönüştürülürken, Hint ekosistemi pamuk plantasyonlarına feda edildi. (McMillen Voskoboynik, 2018)
Ormanlar yalnızca odun ya da plantasyonlara yer açmak için katledilmiyordu. Britanyalı kereste tacirleri, Avrupa mobilya imalatının gözdesi hâline gelen Hindistan’ın Malabar kıyıları ve Burma’nın tik ormanlarını ve Belize’deki bakkam ve ardından da maun ormanlarını yok etti. Fiji, Hawaii ve Marquesas adalarındaki sandal ormanları birkaç yıl içerisinde yok oldu. Kanada’da yerleşimciler potas maddesinin çekirdek elementi için ormanları ateşe verdiler. Kuşku yok ki orman katliamına çölleşme, tuzlanma ve erozyon eşlik ediyordu.
Kapitalizmin kâr hırsından hayvan türleri de yakayı kurtaramadı. Yalnızca Amerikan bizonları değil: Kuzey Amerika’nın ilk milyonerinin, Amerika Kürk Şirketi’nin kurucusu John Astor olduğu söylenir (McMillen Voskoboynik, 2018). Deniz ayıları Kanadalı balıkçıların, Güney Afrika’nın Bayağı Zebraları (quagga) Boerlerin, Tasmanya kurtları (thylacine) Avustralya yerleşimcilerinin, büyük auklar tüylerinden yastık yapmak için Avrupalı avcıların, Falkland dusicyonları (warra’lar) adada koyun yetiştirmek isteyen Britanyalı yerleşimcilerin, Grönland balinaları yağı için peşinde olan balıkçıların elinde tükendiler. Bugün bu türlerden (ve daha nicelerinden) geriye bir tek birey bile kalmadı…
Merkantilist çağın parlayan yıldızlarından biri Kuzey Amerika’daki Amerikan Kürk Şirketi’yse eğer, bir başka ve çok daha önemlisi, Asya’da faaliyet gösteren Hollandalı tacirlerce 1602’de Hollanda hükümetinin desteğiyle kurulan Hollanda Doğu Hint Şirketi (VOC) idi. VOC, Asya ithalatı üzerinde tekele sahipti; özel ordusu vardı ve Hollanda hükümeti tarafından çalışanlarına yönelik yasa çıkarma ve savaş ilan etme yetkileriyle donatılmıştı. Ve “savaş yetkisi”ni Portekizli, Britanyalı rakiplerine ve yerel Endonezyalılara karşı giriştiği silahlı çatışmalarda kullanmaktan çekinmedi. Hollanda VOC ve onun Batı’daki dengi Batı Hint Şirketi aracılığıyla Çin ve Japonya’dan Hint Okyanusu adaları üzerinden Avrupa ve oradan da Atlantik ve Karayiplere’e dek uzanan bir ticaret ağı kuracaktı. 17. yüzyıl sonları ve 18. yüzyıl başlarında VOC günümüz Endonezya, Sri Lanka ve Güney Afrika’sı üzerinde siyasal denetimi neredeyse tekelinde tutuyordu. Ama bir “devlet” gibi davranmanın maliyeti bir şirket için fazlasıyla ağırdı – VOC 19. yüzyıl başlarında Hollanda hükümetinin kontrolüne geçti (Wood 2015)…
Sanayi “Devrimi” ve Yeryüzünün Yağmalanması
Buhar ile işleyen makinelerin yaygın ticarî kullanımı, 19. yüzyılın “Sanayi Devrimi” olarak kayda geçmesine yol açacaktı. Anonim bir pazar için, talepten bağımsız kitlesel üretimi olanaklı kılan “Sanayi Devrimi” metropol ile sömürge ilişkilerinin yeniden tanımlanmasına yol açtı: sınaî kapitalizm hammadde için sömürge topraklarını ve işgücünü, bu hammadeyi işlemek için metropol fabrikaları ve proletaryayı, ürünleri pazarlayabilmek için ise sömürgeleri gereksiniyordu. Bu çark durmaksızın dönmeliydi: her seferinde daha fazla toprağı, akarsuyu, denizi, ormanı tahrip ederek, atmosfere zehirli gazlar salarak, yeryüzünün en ücra köşelerine dal budak sarıp kendine yeterli tek bir insan topluluğu bırakmayarak, insanların tüketim alışkanlıklarını köklü biçimde değiştirerek… sınaî kapitalizm ancak temellük ve çeperlerini genişleterek işleyebilirdi.
“Sanayi devrimi” bu genişlemenin hem motifi hem de araçlarını sağlıyordu: Buhar gücünün sağladığı muazzam üretim kapasitesine malzeme olacak hammaddelere (kauçuk, pamuk, kömür, demir, tütün…) ihtiyaç… Ve satılmadıkları takdirde Manchester’deki, Liverpool’daki, Ruhr havzasındaki fabrikaların depolarında yığılacak olan mal stoklarının eritilmesi için gerekli pazarlar. Belçika kralı Leopold’un Kongo Uluslararası Derneği adına 1884’de Manchester Ticaret Odası’na seslenen Henry Stanley, “Bu kapının gerisinde 40 milyon çıplak var ve Manchester’li pamuk dokumacıları onları giydirmeyi bekliyor,” diyordu (Parvanova 2017): Motif…
Kıtalararası mesafeleri kısaltan buharlı tren ve gemiler ile haberleşmeyi, siparişleri hızlandıran telgraf da genişlemenin araçlarıydı. O güne dek bildikleri en hızlı taşıt binek atları olan insanlar, yer değiştirme konusunda görülmedik bir hıza kavuşmuşlardı, üstelik de çok düşük maliyetlerle… Süveyş Kanalı’nın açılması kıtalararası ulaşımı (ve nakliyatı) daha da hızlandıracaktı (Bombay ile Liverpool arası 21 gün…) Kısa sürede tüm kıtaları saran ve o güne dek Avrupalıların ulaşamadığı ücra köşeleri erişime açan demiryolları ile sömürge topraklarının içlerine doğru ilerleme ve gelişkin ateşli silahlar, disiplinli ordular sayesinde denetimi sağlama, bir hayli kolaylaşacaktı. Tüm bu karmaşık ulaşım sisteminin gereksindiği kömürü çıkarmak için açılan ocaklar, maden ocaklarında sönen hayatlar ve gökyüzüne salınan karbon, o günlerde zafer sarhoşu kapitalistlerin gözüne pek önemsiz görünmüş olmalı. Oysa günümüzde yalnızca gemi nakliyatının atmosfere saldığı carbon diyoksit miktarı 1 milyar tonun üzerindedir. [Deniz nakliyat şirketleri bir ülke olsaydı, o ülke ilk on kirletici sıramasında yer alırdı, diyor Wood (2015).]
Her durumda, Avrupa 1800 yılında yeryüzünün yüzde 35’ini kontrol ederken, 1914’e gelindiğinde bu oran, yüzde 84’e çıkmıştı! (Parvanovna 2017)
Sanayi Devrimi’nin bir başka getirisi, İspanyol İmparatorluğu’nun sanayinin beşiği İngiltere ve Anglo Sakson dünya karşısında dağılması olacaktı. ABD’den başlamak üzere Batı yarıküre ülkeleri birer birer bağımsızlıklarını kazandılar… Çeperden merkeze kayan ABD’nin iç savaşı ve sonucunda köleliğin ilgası, pamuk üretiminde kriz yaratacaktı. Bu kriz pamuk üretiminin Asya’ya taşınmasına yol açtı.
Demiryolları ile kıtaların derinliklerinin yeni sınai güçlerin erişimine açılması, o güne dek sadece kıyılardaki ticaret merkezleri aracılığıyla ve neredeyse münhasıran köle deposu olarak kullanılan Afrika’nın bütününü sömürgeci faaliyetlere açık hâle getirecekti.
16-18. yüzyıllar Amerika kıtasının talanına sahne olduysa, 19. yüzyıl Afrika’yı yağmanın merkezi hâline getirecekti: Emperyalist güçlerin 1884-1885 Berlin Konferansı’yla tescil edilen bir yağma. Ve Afrika kıtası, Batı kapitalizminin iştahını kabartacak her şeye sahipti: elmas ve diğer değerli taşlar, altın, fildişi, boksit, petrol, kereste, zengin maden (kömür, krom, manganez, platin, vanadyum vb.) yatakları… Batı ve Güney Afrika’da elmas ve altın madenciliği ağır insanî maliyetin yanısıra [Britanya kökenli sömürge “efendi”si Cecil Rhodes ve şirketi DeBeers, çobanlıkla geçinen yerli toplulukları Güney Afrika’daki elmas ocaklarında çalışmaya “ikna” etmek için sürülerine el koyup ağır nakdî vergilerle yükümlendiriyordu. Karınlarını doyurabilmek için madenlerde çalışmaktan başka açarı kalmayan bu zoraki işçiler polis gözetimindeki tıklım tıklım barakalarda ikamet ediyor, en ufak itirazlarında ağır cezalarla disiplin altına alınıyorlardı. Sağlıksız barınma ve çalışma koşulları ve yetersiz beslenme nedeniyle altın ve elmas ocaklarında çalışan işçiler arasında verem çok yaygındı; ancak veremli işçiler ölmek üzere köylerine gönderildiklerinden, kayıtlara geçmiyordu! (Worger 1993: 82)] muazzam bir çevre tahribatına yol açmıştır: maden çıkarmada kullanılan zehirli atıkların kirlettiği akarsular, ormanların tahribi, ekosistemde açılan onulmaz yaralar… Onlarca yıl boyunca bölgede elmas ve altın çıkarımında tekel pozisyonunda olan DeBeers’in geri dönüşsüz biçimde tahrip ettiği alanın 2000 futbol sahası büyüklüğünde olduğu hesaplanıyor. (Matthews, tarihsiz)
Güney Afrika altın ve elmas madenciliğinin yol açtığı bir başka tahribat ise, bölgede yoğunlaşan nüfusu beslemek üzere toprakların ticari tarıma açılması ve kendine yeterli geçim örüntülerinin yitip gitmesidir – tabii ticari tarım bütün sonuçlarıyla birlikte istila etmiştir Afrika topraklarını: suni gübre, kimyasal kullanımı, toprak aşınması, çölleşme…
Ticari tarım yalnız altın ve elmasa hücumun yarattığı çarpık kentleşmede yoğunlaşan nüfusu beslemeye yönelik değildi. Kıtanın bereketli toprakları monokültüre açıldı: pamuk, kahve, şeker kamışı, kakao, kauçuk…
Kauçuk üzerinde biraz duralım: Belçika kralı Leopold’un “Özgür Kongo Devleti”ni şahsi mülkü ilan edişinin hemen ardından küresel kauçuk talebinde bir patlama yaşanacaktı. Leopold mülkündeki yaban kauçuk ormanlarını rakip ülkelerin kauçuk plantasyonları devreye girmeden işletmeye açmak için Kongolular üzerinde inanılmaz bir baskı uygulamaya koyuldu. Kauçuk balyalarını gemilere taşımak üzere binlerce yerli esir edildi, üretim kotasını dolduramayan köylerden kadın ve çocuklar kaçırılarak rehin alındı, direnmeye kalkışanların elleri kesildi. On milyon kadar Kongolu ya Özgür Kongo Devleti yöneticilerinin elinde ya da kırsal nüfusun neredeyse tümünün kauçuk üretimine sevk edilmesi nedeniyle meydana gelen kıtlıktan yaşamını yitirecekti. Özgür Kongo Devleti Belçika hükümetince devralınmadan önce kabaca 52 bin ton kauçuk üretiyordu (Wood 2015)…
Güney ve Güneydoğu Asya ülkeleri de bu yazgıdan kaçamadı.17.-18. yüzyıllar boyunca Hollanda Doğu Hint Şirketi, Britanya Doğu Hint Şirketi, Fransız Doğu Hint Şirketi gibi devlet yetkileriyle donatılmış şirketler aracılığıyla, esas olarak bölgedeki baharatlar üzerine odaklanan Avrupalı sömürgeciler, Sanayi Devrimi’nin ihtiyaçları ve olanakları doğrultusunda bölgede hakimiyet için birbirleriyle yarışa giriştiler. 1886 itibariyle bölge Britanya, Fransa, Holanda ve (yerini kısa süre içinde ABD’ye bırakacak olan) İspanya arasında paylaşılmıştı. Kalay ve petrol yatakları bölgeyi sararken, kauçuk, şeker, pirinç, tütün, kahve, çay plantasyonları bölgesel ekosistemi köklü biçimde dönüştürüyordu.
“Dekolonizasyon” mu?
Özetle, merkantilist sömürgecilik ile başlayan yeryüzünün ve yeryüzü halklarının yağmasını, üretimin ölçeğini görülmemiş boyutlarda arttıran sanayi devrimi hızlandırdı. Ticari kapitalizmden sınai kapitalizme, ne emek sömürüsünün ne de doğanın talanının mantığı değişmedi: emeği ya da yaşamı değil de her zaman için daha çok kârı hedefleyen bir sistem, yeryüzü kaynaklarını ve emeği hiç tükenmeyecekmiş gibi, hiç yarın olmayacakmış gibi hovarda bir açgözlülükle tüketmeyi sürdürdü.
Üstelik sömürgelerin (haydi yeri geldi bu yavan terimi kullanayım) “sözde” bağımsızlığına kavuşması, bu durumu bir nebze olsun değiştirmedi.
Değiştirmedi, çünkü sömürgeler bağımsızlıklarına kavuştuklarında, kendilerini eşitsiz bir biçimde entegre olmuş bir dünya sisteminin içinde buldular. Fiktif siyasal bağımsızlıkları bir yana, önlerinde sıkı ekonomik bağlarla bağlı oldukları, “gelişmiş” (kapitalist) dünyadan başka bir model yoktu; pek azının yöneldiği sosyalizm ise bir “kalkınma modeli”nin ötesine geçmiyordu. Bağımsızlıklarını kazanır kazanmaz Batı Avrupa tipi ulus-devletler olarak örgütlendiler. Sömürgeci ilişkilerin uluslarını mahkûm ettiği sefaletten kurtulabilmelerinin yegâne yolu, üretken kapasitelerini arttırmak, yani “ulusal” sanayilerini geliştirmek olarak gözüküyordu. Ama bunun için kapitalist dünyanın finansmanına ve teknolojisine ihtiyaçları vardı. Kendi doğal kaynaklarını kendi “kalkınmaları”na açmak ise, çevreye ilişkin duyarlıkların gözardı edilmesini gerektiriyordu. “Kalkınma” çabalarında yabancı sermayeye olan ihtiyaçları, bir başka deyişle, sömürgeciliğin yerini alan emperyalizme bağımlılıkları, “kalkınma”nın yönünü, biçimini, hızını emperyalist güçler tayin ettiği ölçüde, durumu daha da vahimleştiriyordu – sömürgecilerin doğrudan el koydukları kaynaklar, emperyalist devletlerin firmalarına “kiralanıyordu” artık. Elde edilenelirin büyük bölümünün genellikle yolsuzluğa belenmiş bir yerel elitin cebine gitmesi de cabası…
Üstelik emperyalist güçlerin yeni bağımsızlığına kavuşmuş Üçüncü Dünya üzerindeki siyasal, ekonomik, finansal kontrolü sürdürme çabası ve bu konuda sürdüregeldikleri rekabet, “gelişmekte olan” ülkelerin savaşlardan ve vekâlet savaşlarından başlarını alamamaları anlamına geliyordu – ormanların yakılması, kimyasal silahlar, suyun, toprağın zehirlenmesi, göçler, bir başka ekolojik felaketler dizisi için bir başka tetikleyici…
Böylece sömürge boyunduruğundan kurtularak “bağımsızlıkları”nı kazanan Üçüncü Dünya ülkeleri, merkantil kapitalizmin başından bu yana dünyanın içinde debelendiği sarmalın içine yuvarlanmaktan kendilerini kurtaramadılar: “kalkınmak için sanayileşmek, sanayileştikçe Bios’u daha fazla tüketmek…
Bu bakımdan, Duress başlıklı kitabında “Sömürgeciliğe ilişkin anlayışımız genellikle sömürgeciliğin geçmişte nasıl göründüğüne ilişkin basit fikirlerle sınırlıdır. Bu fikirler sömürgeciliğin 21. yüzyılın eşitsiz iktidar yapılarını şekillendirdiği ve şekillendirmeyi sürdürdüğü karmaşık tarzları teşhis etmemizi engeller,” diyen tatihçi-antropolog Ann Laura Stoler, haklıdır. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki eşitsiz iktidar ilişkileri, (birçok konuda olduğu gibi) iklim değişikliğinin de neden ve sonuçlarını tanımlamayı sürdürüyor. (akt.: McQuade 2019).
Yeniden vurgulamalı: Sömürgeciliğin tasfiyesi, jeopolitik sahnedeki değişikliklerin dışında, yeryüzü yaşamının yağmalanması açısından fazla bir şey değiştirmedi. Örnek mi?
Örnek 1: Nijerya…
Nijerya’nın yazgısı, 2 300 kilometrekarelik mangrov bataklıklarıyla dünyanın en büyük sulak alan ekosistemi olan Nijer nehri deltasında petrol yataklarının bulunmasıyla 1956’da değişti. Delta petrol yataklarının büyük bölümüne sahip olan Shell şirketinin ödediği vergiler, 1978 Toprak Kullanımı yasası’ndan bu yana petrol altyapı projeleri için toprak tahsis etme yetkisini elinde tutan federal hükümet gelirinin “arslan payı”nı oluşturmaktadır.
Nijer nehri deltasında bugün 159 petrol alanı ve 1400 petrol kuyusu bulunmaktadır. Ve bu güne dek çevreye 1,5 milyon ton petrol salındığı hesaplanmaktadır; Nijer deltası bugün petrol kirliliği açısından dünya birincisi olarak geçmektedir. Sabotajlar sonucu çıkan yangınların hava ve su kalitesine verdiği zarar bir yana, asit yağmurları da yerel bitki ve hayvan örtüsünü yok ederken, 500 milyar dolarlık petrol gelirinden paylarına hemen hiçbir şey düşmeyen yerli toplulukların geçim örüntülerini de geri dönüşsüz biçimde tahrip etmektedir. Sık sık kalkıştıkları protesto hareketleri ise, maaşları Shell ve diğer petrol şirketlerince ödenen özel polis birimlerince şiddet yoluyla, kimi zaman katliamlarla bastırılır. (Wood 2015)
Örnek mi?
Örnek 2: Endonezya.
Endonezya “bağımsızlığı”na 1949 yılında kavuştu. 1960’da göreve gelen solcu başkan Sukarno, 1965’deki başarısız darbe girişiminin ardından ABD destekli ordu tarafından görevden alındı. Bu ülkede bir “antikomünist isteriye ve yüzbinlerce kişinin öldürülmesine mal olacaktı.
İrili ufaklı binlerce adadan ve yüzlerce etnik gruptan oluşan Endonezya’nın bir “ulus-devlet” olarak inşası, tahmin edilebileceği üzere son derece sorunlu bir süreç oldu. Merkezkaç güçlerin hâlen etkin olduğu ülke Aceh, Batı Yeni Gine ve Doğu Timor sorunlarıyla baş etmeye çabalamaktadır ve bu bölgelerin ayrılıkçı girişimleri, ABD ve Soğuk Savaş’ın diğer antikomünist güçlerinin de destek ve onayıyla yüzbinlerce kişinin katledilmesine yol açmıştır. Kontrgerilla savaşlarının ormanların yakılmasından zehirli gaz kullanımına, ağır bir çevresel maliyeti olduğu bildirilir. Katliamlara eşlik eden tehcir ve yeniden yerleştirme politikaları da yerel ekosistemlerin tahribinin önde gelen nedenleridir. Ve bir adalar ülkesi olarak konumunun, küresel ısınmanın getirdiği risklerle daha da kırılganlaşacağı, doğal afetler ve kıtlığın yol açacağı göçlerin etnik gerilim hatlarındaki tansiyonu daha da arttıracağını kestirmek için kâhin olmaya gerek yoktur. (Wood 2015)
Örnek mi?
Örnek 3: Demokratik Kongo Cumhuriyeti
1960’ların hızlı sömürgesizleşme süreci, Kongo’da ulusal kurtuluş hareketi önderlerinden Patrice Lumumba’nın devlet başkanı seçilmesine yol açacaktı. Ancak komünist sempatizanlığı ABD destekli bir darbeyi tetikleyecek ve 1965’de “our boys”dan bir tanesi, Joseph Mobutu’nun iktidara gelmesini sağlayacaktı. Mobutu’nun yolsuzluk, kayırmacılık ve kaba kuvvete dayalı demir yumruk rejimi 30 yıl kadar sürdü ve bu süre içinde DKC’ye yönelik 5 milyar dolarlık dış yardım, diktatörün kişisel kasasına aktı.
Mobutu’nun çürümüş iktidarı Kongo doğusu ve Ruanda’dan isyancılar tarafından 1994’de yıkılmış da olsa, ülkenin etnik/kabilesel rekabetlere belenmiş siyasal yaşamında fazla bir değişiklik olduğu söylenemez. Mobutu’nun devrilmesinden sonra ülkenin doğusunda onlarca silahlı grup birbirleriyle ve merkezi hükümetle çatışma hâlinde bir dizi isyancı devletçik oluşturmuştur ve bu gruplar bölgedeki altın, kalay ve (cep telefonları üretimi için hayati önemi haiz) koltan üretim ve nakliyatı konusunda rekabet hâlindedir ve kontrol-dışı madencilik, bölgedeki canlı yaşamını sona erdirme noktasına getirmiştir. (Wood 2015)
Örnek mi?
Örnek 4: Bolivya.
Bir maden işçisi, sendikacı ve Aymara yerlisi olan Evo Morales’in 2005 yılında devlet başkanı seçilmesinin ardından, tüm “doğa / Toprak Ana (Pachamama) ile uyumlu” bir buen vivir (iyi yaşam) söylemlerine rağmen, sosyalist eğilimli MAS iktidarı, maden ve doğalgaz çıkarma faaliyetlerinden vaz geçmemiş, “And kapitalizmi” adı altında giriştikleri (ulusal bağımsızlıkçı) kalkınma projeleriyle ülkenin doğusunda yaşayan ve geçimlik tarımla yaşamlarını sürdüren yerli topluluklarının şiddetli protestolarıyla karşılaşmaktan kaçınamamıştır (Özbudun 2020)…
Yerliler Ne Der?
Kapitalizmin mantığının günümüzde yeryüzünü, içerdiği tüm yaşam formlarıyla birlikte bir “yokoluş”un eşiğine getirdiği nicedir dillendiriliyor. “Yeryüzü saati” kıyamete doğru hızla ilerliyor. “Küresel ısınma” artık bir ihtimal değil, yaşadığımız bir gerçeklik. Kutuplardaki buzul kütlelerinin erimesi, adaların ve alçak kıyıların sular altında kalması, kuraklaşma, ormansızlaşma, hava kirliliğinin birçok bölgede insan sağlığını tehdit eşiğini çoktan ve -ne yazık ki geri dönüşsüz biçimde- aştığı gerçeği, çölleşme, kullanılabilir su kaynakların hızla tükenmesi, tarımsal rekoltelerdeki hızlı düşüş – bedelini (şimdilik) ağırlıklı olarak eski sömürgelerdeki halkların açlık, kıtlık, iklimsel göçler ve kitlesel ölümler biçiminde ödediği olgular. Bilim insanları mevcut bitki ve hayvan türlerinin yarısının soyunun 2100 yılından önce tükeneceğini hesaplıyor (Wilson 2002). 2019 Haziran ayı itibariyle bir milyon türün yitip gitme riskiyle karşı karşıya olduğu açıklanmıştı. 1750’den günümüze, insan faaliyetleri nedeniyle soyu tükenen tür sayısı ise 571 olarak hesaplanıyor. [5]
Bu saati durdurmak, insanlık için artık bir hayat memat meselesi. Ve bunun kapitalizm sürdükçe gerçekleştirilemeyeceğini, birkaç yılda bir düzenlenen “nafile zirveler” çoktan ortaya koydu. Yalnızca kapitalist üretim tarzını tarihin çöplüğüne atmak, öyle görülüyor ki, yetmeyecek. Yanısıra, insanlığın kapitalizmin yüzyıllardır biçimlendirdiği tüketim alışkanlık ve özlemlerinden de vaz geçmesi gerekecek. Daha aza sahip olarak, daha az tüketerek, daha az konfora razı olarak, daha kolektif, dayanışmacı, eşitlikçi ve kendini doğanın “efendisi”, “fatihi”, ya da “eşref-i mahlûkat” olarak değil, doğanın, ona ve hayata karşı sorumluluklarla yüklü bir parçası olduğumuza dair bir düşünce çerçevesine, bir “ethos”a ihtiyacımız var. Kapitalist “uygarlığın” yeryüzünden büyük ölçüde sildiği, değersizleştirdiği, unutturduğu bir ethos’a…
Bu “ethos”u bize doğayla karşılıklı bağımlılık ve karşılıklılık ilişkileri içinde binlerce yıl yaşamayı başarmış Amerikan yerlileri anımsatıyor: “Potawatomi’de biz toprağa emingoyak deriz, ‘bize verilmiş olan’, bizim de mutlaka karşılığını vermemiz gereken bir armağan.” Anishinaabe ve Cree ulusları ile Kanadalılar arasındaki müzakereler sırasında Şef Ayeeta-pepe-Tung’a “biz toprağın sahibi değil, onun bir parçasıyız” dedirten, Menominee kabilesi üyelerini çocuklarına hiçbir varlığın diğerinden daha önemli, diğerinin “üzerinde” olmadığını öğretmeye sevk eden (Whyte 2018) bir “ethos”.
Ya da Şef Seattle’ın topraklarını satın almak isteyen Washington yetkililerine o tarihî mektubunda (1854) dile getirdiği… Onun sözleriyle sonlandırıyorum diyeceklerimi…
“Washington’daki büyük şef topraklarımızı almak istediği konusunda sözünü göndermiş. Büyük şef aynı zamanda dostluk ve iyi niyet sözlerini göndermiş. Bu çok nazik bir hareket. Çünkü karşılık olarak bizim dostluğumuza çok az ihtiyacı var. Ama biz teklifini düşüneceğiz. Çünkü biliyoruz ki, eğer satmazsak beyaz adam silahlarla gelip toprağımızı alabilir.
Gökyüzünü, toprağın ısısını nasıl alıp satabilirsiniz? Bu fikir bize garip gelir. Eğer biz havanın tazeliğine ve suların parıltısına sahip değilsek, onları nasıl satın alabilirsiniz? Bu dünyanın her parçası benim insanlarım için kutsaldır. Her parlayan çam iğnesi, bütün kumlu sahiller, karanlık ormanlardaki sis, her açık alan, vızıldayan böcek, halkımın deneyim ve anılarında kutsaldır. Ağaçların gövdelerinden akan sular kızılderililerin anılarını taşır… Biz yeryüzünün parçasıyız ve o da bizim parçamız. Güzel kokan çiçekler bizim kızkardeşlerimizdir; geyik, at, büyük kartal, bunlarsa bizim erkek kardeşlerimiz, kayalık tepeler, çayırlardaki ıslaklık, tayın vücut ısısı ve adam, hepsi aynı aileye aittir… Eğer size toprak satarsak, onun kutsal olduğunu hatırlamalısınız, ve çocuklarınıza da onun kutsal olduğunu öğretmelisiniz. Göllerin berrak suyundaki her hayali yansıma, halkımın yaşamından anılar ve olaylar anlatır. Suyun mırıltısı babamın babasının sesidir. Nehirler erkek kardeşlerimizdir, susuzluğumuzu giderdiler, nehirler kanolarımızı taşırlar ve çocuklarımızı beslerler. Eğer size toprağımızı satarsak, hatırlamalısınız ve çocuklarınıza öğretmelisiniz ki nehirler bizim kardeşlerimizdir ve sizin de; bundan dolayı nehirlere herhangi bir kardeşe göstereceğiniz kibarlığı göstermelisiniz. Kızılderili her zaman ilerleyen beyaz adam önünde geri çekilmiştir. Dağlardaki sisin sabah güneşi önünde kaçışı gibi. Ama babalarımızın külleri kutsaldır. Mezarları kutsal topraklardır ve bu tepeler, ağaçlar, dünyanın bu parçası bize sunulmuştur. Beyaz adamın bizim adetlerimizi anlamadığını biliyoruz. Toprağın bir parçası diğeri ile aynı onun için, çünkü geze gelip topraktan ihtiyacı olanı alıp giden bir yabancıdır o. Dünya onun kardeşi değil ama düşmanıdır ve onu fethetti mi ilerlemeye devam eder. Babalarının mezarlarını geride bırakır ve aldırmaz. Çoculardan dünyayı kaçırır. Aldırmaz. Babalarının mezerları ve çocuklarının hakları unutulmuştur. Annesi yeryüzüne ve kardeşi gökyüzüne, satın alınan, yağma edilen, koyunlara ya da parlak boncuklar gibi değişilen birer malmış gibi davranır, iştahı dünyayı yiyip bitirecek ve geride sadece bir çöl bırakacaktır…
Toprağımızı alma teklifini düşüneceğiz. Eğer kabul etmeye karar verirsek bir şart koyacağım. Beyaz adam bu toprağın hayvanlarına kardeşleri gibi davranacak.
Ben vahşiyim ve başka bir yoldan anlamam. Çayırlarda çürüyen binlerce bufalo gördüm, beyaz adamın geçen trenden vurup, bıraktığı. Ben vahşiyim ve dumanlı demir atın, bizim sadece canlı kalmak için öldürdüğümüz bufalodan nasıl daha önemli olabildiğini anlamıyorum. Hayvanlar olmadan insan nedir? Eğer bütün hayvanlar bitse, insan, ruhun büyük yanlızlığından ölürdü. Çünkü hayvanlara ne olursa, insana da aynısı olur, kısa süre içinde. Her şey birbirine bağlıdır…
Bunu biliyoruz biz. Yeryüzü insana ait değildir. İnsan yeryüzünündür. Bunu biliyoruz biz. Bütün herşey bir aileyi bağlayan kan gibi birbirine bağlıdır.
Ama halkım için ayrılan bölgeye gitme teklifinizi düşüneceğiz. Sizden ayrı ve barış içinde yaşayacağız. Geri kalan günlerimizi nerede geçirdiğimiz çok az önemli. Çocuklarımız babalarının yenilgiyle aşağılandığını gördüler. Savaşçılarımız utanç duydu ve yenilgiden sonra günlerini aylaklık etmek ve vücütlarını tatlı yiyecekler ve sert içkilerle kirletmekle harcıyorlar. Kalan günlerimizi nerede geçirdiğimiz önemli değil. Çok değiller. Birkaç saat, birkaç kış ve bu dünyada bir zamanlar yaşamış büyük kavimlerin veya şimdi ufak topluluklar hâlinde ormanda dolaşanların çocukları da kalmayacak. Bir zamanlar sizinkiler gibi güçlü ve umutlu olanların mezarlarında yas tutmak için. Ama niçin halkım geçip gidiyor diye yas tutayım? Kavimleri insan yapar. O kadar. İnsanlar gelir ve gider. Denizin dalgaları gibi. Tanrısı kendisiyle arkadaş gibi konuşan ve yürüyen beyaz adam bile bu ortak kaderden ayrı tutulamaz…. Beyazlar da geçip gidecek. Belki bütün diğer kavimlerden önce. Yatağına pislik yığmaya devam et, bir gece kendi pisliğinde boğulacaksın… Bu son, bize bir sır, çünkü biz bufalolar katledildiğinde, vahşi atlar ehlileştirildiğinde, ormanın gizli köşeleri pek çok insanın kokusuyla dolduğunda, ve diri tepelerin görünümü konuşan tellerle lekelendiğinde anlamıyoruz…
Öyleyse, toprağımızı alma teklifinizi düşüneceğiz. Kabul edersek, bu vadettiğimiz ayrılan bölge için olacak. Orada belki, kalan kısa günlerimizi dilediğimizce yaşayabiliriz. Bu dünyadan en son kızılderili de yok olduğunda ve anası sadece çayırlar üzerinde hareket eden bir bulutken, bu kıyılar ve ormanlar hâlâ halkımın ruhunu muhafaza edecekler. Çünkü halkım bu dünyayı, yeni doğanın annesinin yürek atışını sevdiği gibi sever. Öyleyse, eğer toprağımızı satarsak, onu bizim sevdiğimiz gibi sevin. Onunla bizim ilgilendiğimiz gibi ilgilenin. Diyarın anısını onu aldığınızdaki gibi saklayın. Ve bütün gücünüzle, bütün aklınızla, bütün kalbinizle onu çocuklarınız için koruyun ve sevin. … .Bildiğimiz bir şey var. Tanrımız aynı Tanrı. Bu dünya onun için değerli. Beyaz adam bile bu ortak kaderden ayrı tutulamaz. Bütün bunlardan sonra, kardeş de olabiliriz. GÖRECEĞİZ.”
Yararlanılan Kaynaklar
Akal, Cemal Bali (1997). Modern Düşüncenin Doğuşu, İspanyol Altın Çağı. Ankara, Dost Kitabevi.
Angus, Ian (2021). Antroposen’le Yüzleşmek – Fosil Kapitalizm ve Dünya Sisteminin Krizi, İstanbul: Marx21 Yayınları.
Belshaw, John Douglas (2016). Canadian History: Post-Confederation. BCcampus.
Chaunu, Pierre (1969). Conquête et exploitation des nouveaux mondes, Paris, PUF.
Coates, K. (2004). A Global History of Indigenous Peoples. London: Palgrave MacMillen.
Lewis, S. ve M. A. Maslin (2018). The Human Planet: How We Created the Anthropocene, Penguin Books.
Matthews, Hayley (tarihsiz). “Environmental impact of diamond mining in South Africa”, https://hayleymatthews-diamondmining-southafrica.weebly.com/environmental-impacts.html
McQuade, Joseph (2019). “Earth Day: Colonialism’s role in the overexploitation of natural resources” The Conversation. https://theconversation.com/earth-day-colonialisms-role-in-the-overexploitation-of-natural-resources-113995
Moore, J. (2010). “This Lofty Mountain of Silver Could Conquer the Whole World”: Potosi and the Politcal Ecology of Underdevelopment, 1545-1880. The Journal of Philosophical Economics, 58-103.
Nies, Judith (1996) Native American History, A Chronology of a Culture’s Vast Achievements and Their Links to World Events, New York, Ballantine Books, 1996.
Özbudun, Sibel (2009). “Vardık, Varız, Varolacağız!” ya da Bir “Yokedilemeyiş” Öyküsü” Latin Amerika: İsyan Hep Vardı, Kaldıraç Yay. ss.62-73.
– (2020). “… ‘İsa Bolivya’ya Dönüyor’ mu? Ya da Bolivya Dersleri!” Kaldıraç, No: 222.
Macmillen Voskoboynik, Daniel (2018). “To fix the climate crisis, we must face up to our imperial past”, https://www.opendemocracy.net/en/opendemocracyuk/to-fix-climate-crisis-we-must-acknowledge-our-imperial-past/
Parvanova, Deyna (2017) “The industrial revolution was the force behind the New Imperialism,” ESSAI: c. 15, makale 30. https://dc.cod.edu/essai/vol15/iss1/30
Şef Seattle. (1864) Beyaz Saray’a Mektubu. https://www.haytap.org/tr/kderili-f-seattle-eyaz-saraya-mektubu-
Whyte, Kyle Powis (2018). “Settler Colonialism, Ecology, and Environmental Injustice”, Environment and Society.
Wilson, Edward O. (2002) The Future of Life. Vintage.
Wolfe, Patrick (2006). “Settler colonialism and the elimination of the native”, https://doi.org/10.1080/14623520601056240
Wood, Lawrence (2015). The Environmental Impacts of Colonialism. Bridgewater Üniversitesi bitirme tezi. http://vc.bridgew.edu/honors_proj/119
Worger, William W. (1993). “Review: African Labor History”, International Labor and Working Class History. no. 43, ss. 77-86. Cambridge University Press.
Zinn, Howard (1992) “Columbus, Kızılderililer ve İnsanlığın Gelişmesi”, V. Yılmaz (der.), Fatihler Yargılanıyor, 500. Yılında Karşı-Amerika, İstanbul: Tümzamanlar Yayıncılık.
N O T L A R
[*] Siyasal Ekoloji, Fikret Başkaya, Nejla Kurul, Sibel Özbudun, Mustafa Durmuş, Gaye Yılmaz, Beyza Üstün, Temel Demirer, Serap Çakalır, Talât Ulusoy, Emet Değirmenci, M. Ender Öndeş, Aykut Çoban, Ali Çakıroğlu, Cemil Aksu, Hazırlayan: Hakan Yurdanur, İmge Yay., 2022…
[1] Nitekim, Lewis ve Maslin (2018), Antroposen’in başlangıcını, Avrupalı sömürgecilerin Yeni Dünya’ya yerleşmeye başladığı 16. yüzyıla tarihlendiriyor.
[2] İşte İspanyollar’ın Aztek yurdunda altınla karşılaşmasını anlatan bir Nahuatl tanıklığı: “Bir maymun gibi altını ellerine alıp dokundular; kalpleri sanki aydınlanmış, yenilenmişti. Hakikât şu ki, altını şehvetle arzuluyorlardı. Bedenleri hırstan şişiyordu, açlıkları tahripkârdı, domuzlar gibi açtılar altına… İspanyollar küçük hayvanlar gibi sırıtıp mest bir şekilde birbirlerinin omuzlarını tıpışladılar.” (Nies, 1996: 100-101.)
[3] Amerika kıtası yerlileri ve Avrupalı istilası için bkz. Özbudun (2009).
[4] Kuzey Amerika’daki Amerikan bizonu sürülerinin yok edilmesi, ticaretin yanısıra, Avrupalı yerleşimcilerin temel geçim kaynakları bu sürüler olan Ova yerlilerini yerinden ederek topraklarını ele geçirme stratejilerinin bir parçasıydı. Böylelikle, Avrupalıların ayak basmasından önce sayıları 60 milyonu bulan Amerikan bizonlarından geriye, 1900 yılına gelindiğinde sadece 1000 tane kaldığı belirtilmektedir. (Coates 2004)
[5] Wikipedia, “Extinction”, https://en.wikipedia.org/wiki/Extinction#cite_note-18