Kıbrıs iktibasYalçın Oytamİran ve Biz - Yalçın Oytam
yazarın tüm yazıları:

İran ve Biz – Yalçın Oytam

279 Takipçiler
Takip Et

Yeniçağ podcastını dinleyin

Kendi içinde ciddi bir tutarsızlık veya tezat içeren, hem hümanist şair hem de aslında sapına kadar ittihatçı şövenist politikacı olan Bülent Ecevit, İranlılar için “kültür kardeşlerimiz” derdi. Belki de Ecevit’in trajik kişiliğinin doruğa ulaşan tarafı, gerek dil, gerekse kültürel açıdan ülkesinin İran’a en yakın yanı olan Kürtlere karşı sergilediği siyasi düşmanlıktı. Kendi kusurları bir tarafa, İran’a dair tespiti son derece yerindedir.

İran’a dört kere gitmişliğim vardır. Kendimi kurtaracak kadar da Farsça öğrenmişliğim. Okuma yazma dahil. Buna sebep hem çocuklarımın annesinin İranlı olması, hem de kendi içimde hissettiğim Kemalizm ürünü kültürel köksüzleşmeye meydan okumak, bu yarayı mümkün mertebe kapatmaktı.

“Köksüzleşme dediğin ne ki?” diye soracak olursanız bu kadarını söyleyeyim – düşünün ki birileri devletin tüm yetkilerini şahsında toplamış ve bin yıldır kullandığınız alfabeyi bir gecede yasaklamış! Ve iki nesil sonra siz bin yıllık edebi, beşeri birikimden koparılmışsınız. Geçmişiniz, özünüz size erişilmez olmuş! Ve bunu yapan zat-ı muhterem, yarattığı boşluğu kendi siyasi amaçları doğrultusunda kurguladığı ipe sapa gelmez safsatalarla doldurmuş. Temelde, Kemalist Türkiye’nin öz anlatısı bundan ibarettir.

İran’ı tanımak, size kendinizi yeniden keşfetmek için bir fırsat! İşte ben bunu değerlendirmeye çalıştım.

Burada, sizlere nasıl bir İran bulduğumu anlatmak istiyorum. 1979 ihtilali sonrası günümüz İran’ının oluşumunu, kısaca özelliklerini, şu anda yaşanmakta olan siyasi patlamayı ve nasıl sonuçlanabileceğini. Bir de uyarıda bulunayım ki, yaptığım giriş yanlış anlamalara yol açmasın. Burada anlatacaklarım İran’ın kendisine dairdir. İttihadçılar ve Kemalistler tarafından yerle yeksan edilmese, şu anda nasıl bir modern Osmanlı Devleti olacağına dair görüş bildirme değil. Böyle bir çıkarım son derece yanlış olur.

Yirmi yıl önceki ilk ziyaretimde, uçak Tahran üzerinde alçalırken ilk intibam korkunç hava kirliliğiydi. Gösterge yerden sadece birkaç yüz metre yükseklikte olduğumuzu gösteriyordu, fakat ben uçsuz bucaksız gri toz bulutundan başka bir şey göremiyordum. Piste inişe saniyeler kala, aniden karşıma çarpık yapılanma örneği, koskoca bir metropolis çıktı.

Sonradan öğrendim ki, benzin, şişe suyundan ucuz, trafik Peykan dedikleri yerli üretim, fakat 1960lı yılların tasarımı Hillman Hunter kopyası arabalarla dolu, ve hükumet halkın tepkisinden çekindiği için benzin fiyatlarını yükseltemiyordu. Kısacası İran, kendi petrol zenginliğiyle boğuluyordu.

Uçaktan inip güvenlikten geçerken, kadın ve erkeklerin ayrı bölümlerde teftiş edildiğini acı bir gülümsemeyle karşıladım.

Kadın görevliler kadın yolculara acımıyordu. Bir yolcu üstünü başını, bavulunu didik didik eden görevliye “âziyât nâkonin” (eziyet etmeyin) diyerek sitem etmişti.

İran’ın en belirgin özelliklerinden biri, gün be gün içinize işleyen korkunç gelir adaletsizliği, ve vahşi kapitalizmdir. Şehrin fakir güney kesiminden, zengin kuzeyine geçerken aradaki uçurum size ipuçları vermeye başlar.

Tahran nasıl bir şehir midir? İstanbul’u düşünün. Bütün doğal güzelliklerini, denizi, boğazı çıkarın. Keşmekeşin dozunu biraz daha artırın. İşte Tahran.

Tahran’ın en güzel ve en ilginç manzarası, insan manzaralarıdır. Ve her zaman tehlikeli olan genelleme yapacaksak, İstanbul’da bulacağınızdan daha bilge, daha duyarlı, daha hoşgörülü ve kendi mozaiği ve “ötekileriyle” daha barışık bir manzaradır bu. Tabi girişte yazdıklarımla bağlantılı olarak, bu kesinlikle bir rastlantı değildir. Tahran, bütün sorunlarına ve acı siyasi tarihine rağmen, İstanbul’un kendini köklerinden koparan beşeri vahşetler zincirini yaşamamış versiyonudur.

Uzun yolculuğun yorgunluğunu atıp, kendimi başı karlı Alborz dağlarının güzelliğine bir nebze olsun malik Kuzey Tahran caddelerine attığım zaman iki önemli ders daha çıkardım.

İkisi de kadınlarla alakalı. Birey olarak kadınlar, özellikle genç olanlar, fakat onlarla sınırlı olmayarak, bir sosyal bilimci için çalışma konusu olacak iktidar mücadelesi örneğiydi.

Daha o zamandan esnemeye mecbur bırakılmış siyasi İslam normları kadınların aşık kemiklerine kadar ayaklarını göstermesine, baş örtüsünün gerileyip perçemlerinin serbest kalmasına göz yumuyordu. Gösterilebilen ayaklar pedikürlü, halhal ve şık ayakkabılarla bezenmişti. Perçemler ciddi bir itinayla yapılmış, makyaj ve şık güneş gözlükleriyle desteklenmiş, herşeye rağmen mağrur ve muktedir oluşu simgeleyen taç gibiydi.

Öylesine ki, genelde siyahın hakim olduğu kıyafet de eklenince, başörtüsü İslami bir dizgin değil, daha çok 60’lı yılların Fransız sinemasını andıran, gizem, zarafet ve kudret duygusu veren öğe haline geliyordu.

Görünüşün ötesinde, kağıt üzerinde kalmayan eğitimlilik, İngilizce hakimiyeti, dış dünyayla ülkenin şartlarına rağmen haşır neşir olma, sosyal zeka ve medeni cesaret de eklenince benim için ortaya çıkan sonuç netti – İran İslam Devrimi kadınların kudretine darbe vurmaya yönelik başarısız bir hamleydi.

Ikinci ders ise, bir ülkede hayat kalitesinin ve mutluluğun, kadınların özgürlüğüyle doğru orantılı olmasıydı. Herhangi bir ideoloji veya yönetimin gerçek adalet ve ilericilik göstergesinin, kadınlara sağladığı konum, özgürlük ve fırsatların olmasıydı.

İmajla, propagandayla somut gerçekler arasında uçurum olabiliyor. Bu bağlamda Kemalizm’e bir parantez açalım. Kemalistler söz konusu kadın hakları olunca mangalda kül bırakmazlar. Osmanlı parlamentosunda, kadın haklarının en bilinçli ve en tutarlı savunucusu, Avupa’da da Dreyfus Davası ile ün salmış avukat Krikor Zohrab’tı. Ermeni soykırımının başlangıç noktası olarak kabul edilen Talat Paşa’nın organize ettiği aydın tutuklama sürecinde alıkoyuldu. Öldürüldü. O, mecliste kadınlara eşit boşanma hakkını savunurken ona “İslam düşmanı” deyen gerici mebuslar cumhuriyet sonrasında kendilerine CHP mebus kadrosunda yer buldular. Bir başka (kadın) Osmanlı aydını ve feminist, Zabel Esayan, hayatını Fransa’ya kaçarak kurtardı. Osmanlı aydını, Nezihe Muhittin, 1923 yılında Kadınlar Halk Fırkası’nı (Partisi) kurup meclise girmek istedi. Parti’nin yasallaşması Kemalist rejim tarafından engellendi. Bunun üzerine Muhittin, parti yerine Türk Kadınlar Birliği’ni kurdu. 1925 yılında Birlik, Muhittin ve Halide Edip Adıvar’ı meclise aday gösterdi. Rejim bunu da reddetti. Baskılarla geçen bir hayat sonrası Muhittin ruh hastanesinde hayata gözlerini yumdu. Kemal’in kendisi, kadınlarla ilişkilerinin göze batan özelliği olan geçici hevesle evlendiği Latife Hanım’ı boşarken, o zaman geçerli olan kanuna göre değil eski İslami usullere uygun olarak tek taraflı kararla boşadı. Ve son olarak, soykırım ve mübadele süreçlerinde kadınların başına gelenleri bir anlık olsun düşünmenizi isterim.

Biz konumuza dönelim. İran’daki durumun bir de saf ve naif tarafı vardı – gençlerde Doğu’nun her yerinde olduğu gibi Batı özentisi varken, aslında birçok açıdan Batı’da bulunanın ötesinde bir bilinçliliğe sahip olmaları ve bunun farkında olmadıklarıydı.

Bir başka deyişle, İslam Devleti, kökleri antik çağa uzanan bir uygarlığın tepesinde eğreti, trajik ve biraz da komik bir şekilde oturuyordu.

Peki bu nasıl oldu? Humeyni gücü nasıl ele geçirdi? Ve kırk iki yıldır, kurduğu rejim nasıl ayakta kaldı?

Aslında devrimin, ve devrim öncesi muhalefetin başını çeken, özünde Maoist çizgide olan siyasi örgüt Mücahidin’di. Mücahidin (yani Mücahitler) kendilerince bir Marksist-Müslüman sentez oluşturduklarına inanıyorlardı. İşe İslam’ı katmalarının sebebi olarak da, gene Maoist çizgiden kaynaklanan köylü sınıflarla kader birliği yapma fikriydi. Köylü kesim Müslümandı, tutucuydu, ve parti yapısı ve ideolojisinde onları da onore etmek liderliğe göre önemliydi.

Humeyni, tüm tehlikelere göğüs gerilip Şah devrildikten sonra ülkeye geldi. Ve Mücahidin’in “islamcı” boyutunu kullanarak Mücahidin’i kısa bir süre içinde ekarte etti. Eğer mesele İslam iseydi, İslam’ın has adresi kendisi ve Hizbullah’tı. Sonuçta Mücahidin, Marksist, sosyalist zındıklardı, ve onların müslümanlığı sadece stratejik bir hamleydi.

Yüzeysel olarak fakir ve köylü kesimlere kolaylıkla hitap eden din temeli, ve çok iyi bir organizasyonla Humeyni ve Hizbullah idareyi ele geçirdi.

Bu süreçte belirleyici olan bir başka husus da ülkede haliyle demokrasi geleneğinin olmamasıydı. Daha somut bir tespit yapacaksak, bireysel haklarla toplumsal işlev arasındaki dengenin birey aleyhine bozuk olmasıydı.

Bundan ileriye dönük nasıl bir ders çıkarabiliriz?

Dezavantajlı kesimlerin desteğini alarak daha iyi bir düzen yaratmak istiyorsak, onların gericiliğinin suyuna gitmek yerine, onları somut şartların iyileştirilmesi, vatandaşlık haklarının zenginleştirilmesi, ve insan odaklı ideallerle motive ve organize etmeliyiz.

Düzene muhalefet yaparken, kolaycılığın, zor konularda suya sabuna dokunmamanın, halk arasında yer etmiş ancak aslı olmayan fikirleri kabullenmenin nasıl tehlikelere yol açacağını çok iyi düşünmeliyiz. Bu durum, mesela Kıbrıs’ta işgale işgal deyemeden muhalefet yapıp çözüme ulaşabileceğini sanan partiler için hayati bir husustur.

Son bir çıkarım da şu, ezilen kesimler üzerinden ezen bir rejim kurma konusunda Humeyni ve 1920’li, 30’lu yılların İtalyan diktatörü Mussolini ciddi bir akademik karşılaştırmayı hak eder. Buna bir noktaya kadar Erdoğan ve AKP de dahil edilebilir, ve Türkiye’deki gidişata dair aydınlatıcı öngörüler elde edilebilir.

Şimdi, gerek İslamcıların idareyi ele geçirmesi, gerekse şimdiye kadar rejimin ayakta kalmasında rolü büyük olan bir gerçek daha var. İran’ın temel özelliklerinden olan gelir adaletsizliği, ve Humeyni ile Hizbullah’ın ustalıkla bunu kendileri için siyasi avantaja çevirmesidir. Öyle bir ustalıktır ki bu, hem meseleyi avantaja çevirdiler hem de kırk iki yılda, Şah’tan devraldıklarından daha kötü bir hale getirdiler.

Büyük şehirlerde, fakir kesimlerin Hizbullah’a verdiği desteğin sosyo-psikolojik olarak altında yatan biraz da daha varlıklı kesimlere duydukları hınçtı.

Düşünün, şehrin en fakir semtlerinde yaşayan, gerek eğitim gerekse iş açısından en kısıtlı fırsatlar verilmiş gençler, Hizbullah’ın sağladığı yetkiyle, Tahran’ın zengin semtlerinde yolları kesip, normalde sadece hizmet sunacakları üst düzey devlet çalışanlarını, iş insanlarını arabadan indirip, kravat takıyorsa, kravatının önünü makasla kesip değnek cezasına çarptırabiliyordu. Başı bağlı değilse, darp edip aşağılayabiliyor, tutuklayabiliyordu.

Demokratik ve özgürlükçü taleplerin başını çeken üniversite gençleri ve şehrin eğitimli, avantajlı kesimleri böylece ezilip, pasifize edilebiliyordu.

İstismara dayalı, iktidar – dezavantajlı kesim ilişkisi, iktidarın gücünü koruması amacıyla on yıllardır devam ettiriliyor. Nasıl mı? Örneğin, rejimin aslında ne polis ne de asker olan, ama militer bir yapıya sahip ahlak polis örgütü aynı zamanda sosyal yardım işlevini de üstlenmiş durumdadır. Böylelikle rejimin baskı organı, fakirin hamisi olarak gösterilir.

Vergi adaletine dair aslında hiç hassasiyeti olmayan rejim, zengin kesimden aldığı kısıtlı vergiyi son derece gözle görülür bir şekilde alır. Örneğin bir yap-sat şirketi kırk daire inşa ederse bunların bir iki tanesi yukarda bahsettiğim örgüte devredilir. Ve tahsis işini örgüt üstlenir. Böylece göze görünen, rejimin zenginden alıp fakire mülk tahsis ettiğidir. Ancak gerçekte, İran rejimi zengin kesimden kısıtlı vergi toplar.

Sonuçta Humeyni ve liderlik konumundaki mollalar, İslam aracılığıyla, esasında kendi siyasi ve ekonomik imtiyazlarından ödün vermeden, gelir dağılımını fakirin lehine değiştirmeden, fakir kesimlerin desteğini sağlayıp ülke üzerinde hegemonya kurmayı ve sürdürmeyi şimdiye kadar başardı.

Peki İran’ın şu anki durumu nedir? Rejim açısından, deniz bitme noktasındadır.

Lincoln’un meşhur lafı vardır – “Bazı kişileri her zaman, bazı zamanlar da herkesi aldatabilirsiniz. Ama herkesi her zaman aldatamazsınız” der. Sonuçta, rejimin yarattığı ve Şah dönemini aşan gelir adaletsizliği, teokrasinin ve yandaşlarının elde ettiği dudak uçuklatan servet, ve bu serveti karnını doyurmakta zorlanan halkın gözüne sokmaları, kendi islamist ideolojilerine tamamıyla ters, çocuklarına, ailelerine Batı’da milyoner hayatı yaşatmaları, ABD’nin uyguladığı ambargoların ekonomik etkisi de eklenince toplumu infial noktasına getirdi.

İran’da orta sınıf yok olurken, fakir kesimlerde “okuyarak” orta sınıfa geçme ümidi de ölmüştür.

Bunu örneklerle somutlaştıralım. Alım gücü ve yaşam kalitesi açısından, ortalama yıllık gelir ile ortalama ev fiyatlarını karşılaştırmak ekonomistlerin kullandığı önemli ve anlamlı bir ölçüdür.

Genelde ekonomistler, ortalama bir evin fiyatının, 10 yıllık ortalama gelirden az olmasını ekonomi ve hayat standartları açısından önemli bulurlar. İdeal olan 7-8 veya altıdır. 10 sınır, 15 de gelişme açısından yıkıcı olarak görülür.

Örneğin, Lefkoşa bölgesinde 100 metrekarelik bir dairenin fiyatını 60 bin pound olarak alsak, ortalama aylık geliri de 15bin TL (750 pound) kabul etsek, yıllık 9 bin pound yapar, ev-gelir oranı 6.7 olur.

Bu rakam mesela ev satın almanın gerçekten güçleştiği Sydney’de 14 civarındadır. Britanya’nın en pahalı şehri Londra’da 11’dir.

Tahran da ise 50’dir! Bugünkü gelirlerde değişiklik olmaksızın, Lefkoşa’daki dairenin 60 bin değil 440 bin pound olduğunu düşünün, Tahran’daki durum bununla eşdeğerdir! Yani ortalama gelir elde eden bir çalışanın, Tahran’da ortalama 100 metrekarelik bir daire elde edebilmek için 50 yıllık kazanca ihtiyacı vardır! Şu anda ortalama ev kirasının ortalama gelirin % 60-70’i olduğunu da hesaba katarsak, durumun Aziz Nesinlik olduğu aşikardır! Ortalama gelirle ev sahibi olmaya kalkan herhalde mezarlıkta gömülecek kadar yer alabilmeye hazır olmalıdır.

Şu anda İran, Avustralya ve Kanada gibi ülkelere kalifiye çalışan gönderen ülkelerin başında gelir. Özellikle mühendislik, bilişim, ve sağlık dallarında çok ciddi bir insan sermayesi akımı vardır ve genelde yukarıda da ima ettiğim kaliteli eğitim ve yeti sayesinde gelenler bu ülkelerdeki profesyonel iş hayatına uyum sağlayıp üretken olurlar.

Böylesine güç ekonomik koşulların, sizin giyiminize, kuşamınıza kişisel özgürlüklerinize karışılmasının, şahit olduğunuz onca ikiyüzlülüğün, gelir uçurumunun, ve giden arkadaşlarınızın da içinde bulunduğunuz durumun sizden kaynaklanmadığına dair somut kanıt olduğu bir durumda, rejime karşı toplu bir şekilde isyan edersiniz. İran’daki durum şu anda budur.

Ve şimdiki başkaldırıda öncekilerinden farklı olarak, halk polisten değil, polis halktan korkar olmuştur.

Hal böyleyken, rejimin yıkılacağına dair ümit var mıdır? Bence yoktur. Tek sebebi de, halkı ve isyanı yönetecek organize muhalefet liderliğinin ve yapısının olmamasıdır.

Evet, incir dalında pişmiştir, toprak, güneş, su, ve ağaç onu hazır hale getirmiştir. Fakat onu koparacak bir el yoksa, o incir dalından düşer, erir ve toprağa karışır.

Tarih bize değişim için her zaman fırsat verir. Ancak biz ev ödevimizi yapmayıp hazırlanmamışsak, o fırsata, onca emeğe, ve sokaklara dökülen insanlara çok yazık olur.

Sanırım biz Kıbrıslılar bunu çok iyi biliyoruz. Ve İranlılar gibi bizim de sorunun yükünü kaldırabilecek bir liderlik ve örgütlenme en can alıcı ihtiyacımızdır.

Kısa vadede, ve örgütlü alternatif liderliğin oluşturulmadığı sürece, tüm infiale rağmen, olayların maalesef rejimin iradesi doğrultusunda şekilleneceğini düşünüyorum.

Ya zorbalığın dozunu daha da artırarak bastırmaya çalışacaklar, ya da biraz daha esnememin yollarını arayacaklar… Bir sonraki infiale kadar.

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
334AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin