yazılariktibas30 Ağustos - Atina bu savaşa neden girdi? Savaştan nasıl çıktı? -...
yazarın tüm yazıları:

Uzun yıllardır Yunanistan’da sürdürdüğü arşiv çalışmalarını bu yıl Yunanistan Dışişleri Bakanlığı ve Genelkurmay Arşivleri’nde devam ettiren Doç. Dr. Esra Özsüer Yunanistan cephesinde yaşanan “Küçük Asya Felaketi”nin neden ve sonuçlarını yazdı

30 Ağustos – Atina bu savaşa neden girdi? Savaştan nasıl çıktı? – Doç. Dr. Esra Özsüer

333 Takipçiler
Takip Et

Yeniçağ podcastını dinleyin

İnsanlık tarihi kadar kadim bir geçmişe sahip olan savaş olgusu tüm yıkıcılığına rağmen evrensel barış alternatifi karşısında gücünü hiçbir dönem kaybetmedi ve her zaman tercih edilen bir yöntem oldu. Oysa tecrübeleri doğrultusunda geleceğini inşa eden insanoğlu, Doğu ve Batı’nın ilk büyük savaşı addedilen Truva Savaşı’ndan gerekli dersi çıkarmış olsaydı M.Ö. 6. yüzyılda Çinli komutan Sun Tzu’nun da belirttiği üzere “savaşmadan kazanmanın en büyük başarı” olduğunu anlardı. Öyle olmadı… Dünya tarihi her yüzyıl farklı aktörler arasında rekabet ve çekişme eksenli birçok savaşla yüzleşti.

Dünya ve Avrupa tarihine bakıldığında 19. yüzyıl da 18. yüzyılın “müsilajı” altında boğulmuş bulanık bir çağdı. Sanayi Devrimi ile başlayan bloklaşma hareketi 19. yüzyılda liberal ekonomi ve militarizm ile birleşerek devletlerin sömürgecilik yarışında kendine önemli bir alan açtı. 1882’de Almanya, İtalya ve Avusturya-Macaristan arasında oluşturulan Üçlü İttifak temelde Britanya ve Fransa’ya karşı bir nevi rüştünü ispatlamak çabasıydı.

İngiltere “en ucuz silahı” seçti

Özellikle 1869 yılında Akdeniz’i Kızıldeniz’e bağlayan Süveyş Kanalı’nın açılması dünya jeopolitiğinde ve ticaretinde önemli bir değişim yaratsa da rakipler arasındaki tedirginliği de arttırmıştı. Sömürgecilik yarışında bilhassa Britanya, Doğu Akdeniz’deki ticari, ekonomik ve stratejik çıkarlarının korunması için bölgeyi hayati önemde görüyordu. Dolayısıyla bölgedeki İngiliz menfaatlerini koruyabilecek bağlaşık arayışında “en ucuz silah” olarak seçtiği Yunanistan’ı kendisine karakol yapmaya karar verdi.

Özelde İngiliz-Alman çatışması olarak düşünebileceğimiz Büyük Savaş patlak verdiğinde Yunanistan, Kral Konstantin’in tarafsızlık ilkesiyle her iki bloka da dahil olmadı. Ancak bir tarafta İngiliz Sömürge İmparatorluğu diğer tarafta ise Alman İmparatorluğu ekseninde gruplanarak bloklaşan devletlerin ulusal menfaatleri karşısında iyice yalnızlaşan Yunanistan 1917’de Kral’ın devrilmesiyle birlikte yeni bir siyasi rota belirledi. Başbakan Venizelos’un da fikri birliği ile Britanya, “müttefik” kılıfı giydirdiği Yunanistan’ı Büyük Savaş’ın muzaffer güçlerinden biri sayarak Anadolu topraklarıyla ödüllendirdi. Amaç “küçük partner” saydığı Yunanistan’ı Doğu Akdeniz’in emniyetinde kendisine siper olarak kullanmaktı.

1919’da dünyanın adeta başkenti olan Paris’teki Barış Görüşmeleri akabinde Yunan ordusunun İzmir’e asker çıkarmasına karar verildi. 15 Mayıs 1919’da Yunanlar tarafından İzmir ve art bölgesi işgal edildi. Bu sonuç 1844’ten beri Yunan dış politikasının temel sacayağı görülen “Megali İdea” ülküsünde kritik bir dönemeçti. Zira kuruluşundan itibaren topraklarını kuzey yönünde genişleten Yunanistan etnolojik miras ile hak iddia ettiği Anadolu topraklarını sonunda krallık topraklarıyla de facto da olsa birleştirmeyi başarmıştı.

Savaş yoksa para da yok

Oysa Anadolu’ya yönelik bu Yunan ekspansiyonizmi (genişlemecilik) mitolojideki “Danaidlerin küpü”* gibiydi. General İoannis Metaksas’ın öngörüsüyle Anadolu’yu hedefleyen bu askeri seferin başarı şansı oldukça düşüktü. Çünkü Anadolu’nun gerek ekonomik gerekse coğrafi açıdan bölünmesi zordu. Bölünse bile birliğini yeniden kurabilme eğiliminde olan bir coğrafyaydı. Buna rağmen, Anadolu’nun bölünmesi gerçekleşmiş olsa bile Yunanistan tarafından kontrol edilecek Batı tarafında Türk nüfus üstünlüğü vardı. Yani Yunanistan nüfus dengesini sağladığı Aydın vilayetini ele geçirse dahi bu sefer de sınırlar belirsiz olacağından güvenlik sorunları ortaya çıkacaktı.

Öte yandan Yunanistan mali açıdan oldukça güçsüzdü. Daha önce dört kez ekonomik iflas yaşamış Yunanistan’ın “Küçük Asya Kampanyası” da zaten İngiliz finansörlüğünde gerçekleşmişti. Dolayısıyla 1920’de Venizelos’un Kral Konstantin’e karşı seçimleri yüzde 40 oy oranıyla kaybetmesi sadece siyasi bir krizin tetiklenmesine neden olmamış aynı zamanda Antant’ın mali desteğinin de büyük oranda çekilmesine sebebiyet vermişti. Böylesi bir sonuç Yunan askeri harekatında başka bir darboğaza kapı araladı.

Öncelikle Yunan siyasetinde Kralcılar ve Venizelistler şeklinde iki kutba ayrılan ulusal bölünmenin etkileri seçimlerden sonra ordu içinde de “askeri bölünme” şeklinde kendisini göstermişti. Kral Konstantin’in tahta geçmesi ile birlikte Fransa ve İtalya’nın Yunanistan’a karşı tavır değişikliği, İngiliz desteği dışında, Yunanistan’ı askeri ve siyasi bağlamda yalnızlaştırmıştı. Orduda yiyecek, ilaç, lojistik ve askeri teçhizat konusunda büyük sıkıntılar yaşanmaya başlamıştı. Diğer taraftan komünist askerlerin savaş karşıtı propagandaları ordu içindeki disiplinin bozulmasına sebebiyet vermişti.

“Küçük ama saygın Yunanistan”

Tüm bu güçlükler Balkan Savaşları’ndan beri kesintisiz harp eden Yunan askerleri arasında terhis taleplerini arttırmıştı. Yorgun ve bıkkın Yunan askerlerinin çoğu farklı gerekçeler üreterek birliklerinden firar etmeye başlamıştı. Öyle ki bazı erler sırf savaş meydanından uzaklaşmak gayesiyle kendilerini silahla yaralıyordu. Bu koşullarda ikmal hatlarından bir hayli uzaklaşan Yunan ordusunun Anadolu’da ilerlemesi ve hatta tutunması oldukça zordu. İnönü muharebelerinden sonra ordudaki moralsizlik artınca “Büyük Yunanistan” düşü hem askeri hem de halk tabanında eski görkemini çoktan yitirmişti.

Cephede asker terhis, Atina’da halk barış istiyordu. Uzun süreli savaşların yarattığı ekonomik ve siyasi bunalım Yunan halkını artık eskisi gibi Megali İdea ülküsünde birleştirmiyordu. Örneğin 1920 yılında siyasi kariyerinin zirvesinde olan Venizelos’un seçim için bastırdığı “iki kıta beş deniz” propaganda afişleri “küçük ama saygın Yunanistan” fikri ile günden güne bütünleşen Yunanlar tarafından meydanlarda yırtılmıştı.

Sakarya Meydan Muharebesi ise Türk ordusunun askeri üstünlüğünü kanıtlayan, moralini yükselten bir zaferdi. Bu başarı Yunan ordusunun maneviyatını tamamen yerle bir etmişti. Ancak Yunanlar açısından asıl yenilgi Yunan mevzilerine yönelik topçu atışıyla başlayan Büyük Taarruz ile gerçekleşti. 30 Ağustos 1922’de Başkumandan Meydan Muharebesi sonrasında Yunan ordusu telaş içinde batı yönünde geri çekilmeye başlamıştı. Anadolu içlerinde kaybolan Yunan birliklerinin büyük çoğunluğu ya esir düşmüş ya da imha edilmişti. Sonuç olarak Yunan ordusu ihtişamla geldiği Anadolu topraklarında büyük bir hezimetle askeri seferini sonlandırmıştı.

“Megali İdea yoktur”

9 Eylül 1922’de İzmir sularına gömülen Yunan irredentası (kadim kayıp toprakları tekrar kazanma ideali), Anadolu’da askeri bir yenilgi ile son bulmuştu. Fakat dağınık birlikler halinde Yunan adalarına kaçan askerler arasından Albay Plastiras’ın Atina’da hükümete karşı gerçekleştirdiği askeri darbe “katastrofi” ile tanımlanan hezimeti siyasete de sirayet ettirdi.

Kralcı hükümet ve askeri kurmaylar “Küçük Asya Felaketi”nin sorumlusu olarak devrim mahkemesinde vatana ihanetten yargılandı. Aralarında dönemin Başbakanı Gunaris ve Küçük Asya Ordusu Komutanı General Hacianestis’in de bulunduğu toplam altı siyasi ve askeri yüz, 28 Kasım 1922’de kurşuna dizildi. Suçlama metninde belki de en dikkat çeken madde “Yunan toprağını (İzmir) bilerek düşman kuvvetlerine bırakmak” idi. Oysa İzmir ve art bölgesi Yunan Yüksek Komiserliği yönetiminde bir Osmanlı toprağıydı.

Bu yargılama sadece Venizelistler ve Anti-Venizelistler arasındaki rövanşın son perdesiydi. Venizelistler Anadolu hezimetinin tüm yükünü Kralcılara yüklemiş, bir anlamda 1914’ten beri süregelen çatışmanın öcünü almışlardı. Oysa 1919 yılında İzmir’e asker çıkarılmasına önayak olan “Zito Venizelos”** naralarıyla Eleftherios Venizelos’un bizzat kendisiydi.

1919-1922 yılları Türk-Yunan İlişkilerinde sancılı bir dönem olarak kayıtlara geçti. Ancak kolektif bellekteki tüm travmalara rağmen, 1923 Lozan Barış Antlaşması ve 1930 yılındaki dostluk ilişkileri ile Mustafa Kemal Atatürk ve Eleftherios Venizelos yıllar sonra çatışan komşular algısını değiştirip diplomasi masasında el sıkıştı.

Türk-Yunan yakınlaşmasının ilk evresi sayılabilecek bu dönemde Atatürk’ün “Yurtta sulh cihanda sulh” ilkesi Venizelos’un “Büyük Yunanistan (Megali İdea) yoktur, içte büyüyen Yunanistan vardır” ilkesiyle benzer niyetler taşımaktaydı. Her iki ülke de gerek Avrupa’da gerekse Balkanlar’da değişen siyasal konjonktür gereği komşularıyla ittifak içinde olmayı çatışma odaklı siyasete tercih etmişlerdi. Çünkü Türkiye’nin ve Yunanistan’ın ortak tehdit algısında revizyonist politikasıyla dikkat çeken Bulgaristan bulunmaktaydı. Öte yandan Balkanlar’da olduğu gibi Avrupa’da da konjonktür değişmiş, İtalya’da Mussolini, Almanya’da Hitler izledikleri emperyalist siyasetle bölgede huzursuzluk ortamı oluşturmuştu. Dolayısıyla tüm bu gelişmeler iki ülkenin dostluk ilişkilerindeki yakınlaşmayı zaruri kıldı.

 

*Yunan mitolojisinde Danaid kızları tanrılar tarafından hayatları boyunca dibi delik bir küpü suyla doldurmakla cezalandırıldılar. Metaforik olarak boşuna çaba, sonucu olmayan amaç için kullanılır (y.n)

**Yaşasın Venizelos

 

Doç. Dr. Esra Özsüer, Atina, Selanik ve Rodos’ta akademik çalışmalarda bulundu. Doktorasını Atina Panteion Üniversitesi-Tarih Bölümü’nde tamamladı. İÜ Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Avrasya Araştırmaları Ana Bilim Dalı öğretim üyesi. Türk-Yunan siyasi tarihi, İslamofobi, kimlik, Milli Mücadele Dönemi ve Mübadele üzerine karşılaştırmalı araştırmalar yapan Özsüer’in biri Yunanca yazılmış üç kitabı var.

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
334AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin