“Yeter ki Muskos (Makarios, NK) defolup gitsin. Ben demir parmaklıklar arkasından Lefkoşa’nın yandığını seyretmeye razıyım…”
Makarios’a karşı duyulan nefretin boyutunu ortaya koyan bu sözcükler, bir EOKA B militanın ağzından döküldü.
15 Temmuz darbesine giden yolda, Yorgos Grivas’ın etrafında toplanan EOKA B militanları Makarios’tan kelimenin tam manasıyla nefret ediyorlardı. Enosis yeminini çiğnediğini ve Enosisin gerçekleşmesini engellediğini iddia ediyorlardı.
Siyasetin inceliklerinden bihaber olan Grivas, son derece naif bir şekilde, Kıbrıslı Rumların Enosis kararı alarak bunu Yunanistan’a bildirmeleri halinde Yunanistan’ın bunu kabul etmek zorunda kalacağını, Türkiye’nin ise “Kıbrıs’ı işgal etme kapasitesinin olmadığını” iddia ediyordu.
Oysa Makarios, Enosis yolunda atılacak aceleci adımların Türkiye’yi Kıbrıs’a davet etmek anlamına geleceğini biliyordu. Bu yüzden, Grivas’ı ve EOKA B örgütünü, “Enosis Mezarcıları” olarak tanımlıyordu.
Aslında EOKA B örgütünün Makarios’u devirecek gücü yoktu. Makarios’un oluşturduğu polis gücü Grivas’a göz açtırmıyordu. Fakat 1973 yılının Kasım ayında Yunan Cuntası içinde Dimitris İoanidis iktidarı ele geçirince her şey değişti.
İoanidis, Grivas’a yakın biriydi. Benzer fikirleri paylaşıyorlardı. İkisi de fanatik derecede anti-Türk ve anti-komünistti. İoanidis, 1964 yılında Kıbrıs’ta Yunan birliklerinde görev yaptığı sırada Nikos Samson ile birlikte Makarios’a “bütün Türkleri bir anda yok edecek bir plan” sunacak kadar Türk düşmanıydı.
Şimdi Makarios’tan nefret ediyor ve onu “Enosisi gömen adam” olarak görüyordu.
Grivas’ın ölümünden sonra (Ocak 1974), EOKA B ile Yunan Cuntası arasında bir işbirliği protokolü imzalandı ve şiddet eylemleri tırmandırıldı. EOKA B artık bütünüyle Yunan Cuntası tarafından yönlendiriliyordu…
Darbenin Şifresi
15 Temmuz 1974 sabahı saat tam 8.17’de Yunan Alayı’nda görevli Albay Georkitsis’in Yunan Genelkurmay Başkanlığı’na gönderdiği mesajda üç kelime yer alıyordu: “Aleksandros Hastaneye Kaldırıldı”.
Bu, “Kıbrıs’ta darbe başlamıştır” anlamına geliyordu. Önceden kararlaştırıldığı gibi, şifreli iletişim Aleksandros’un “hastalığının seyri” üzerinden devam edecekti. Darbe istenildiği gibi giderse, “Aleksandros iyi gidiyor” diye mesaj geçilecekti. Kötü giderse, “Aleksandros’un sağlık durumu ağırlaşıyor” mesajı iletilecekti.
“Aleksandros” beklenenden de hızlı “iyileşti” ve darbe, geride 98 ölü bırakarak iki saat içinde amacına ulaştı. Aslında, kısmen ulaştı, çünkü Yunan Genelkurmay Başkanı Bonanos, darbecilere “Makarios’u ya öldürün ya da yakalayın” emri vermişti. Fakat Makarios darbecilerin elinden kurtulmayı başardı. Baf’a kaçtı ve yerel bir radyodan Kıbrıs Rum halkına seslendi: “Kıbrıs Rum Halkı, duyduğun ses tanıdık bir sestir. Benim, Makarios… Senin seçtiğin liderin… Atina Cuntasının ve buradaki temsilcilerinin istediği olmadı. Ölmedim, yaşıyorum…”
Darbe Yapılacağına İnanmıyordu
Darbe günü saatler 7:45’i gösterdiğinde Makarios sarayında Mısır’dan gelen bir çocuk kafilesini misafir ediyordu. Silahlar patladığında aklına darbe gelmemişti. Çocuklara “lütfen konuşmaya devam edin” demişti. Az sonra sarayın her tarafına kurşun yağmaya başladı ve tanklarla zırhlı araçlar cumhurbaşkanlığı binasının kapısına dayandı. Dini kıyafetini sarayda bırakan Makarios, üç korumasıyla birlikte arka bahçeden dereye açılan batı kapısına yöneldi. Yoldan geçen bir arabayı çevirerek Kikko Manastırı’na, oradan da doğum yeri olan Baf’a gitti. Sonra İngiliz üslerinden kalkan bir uçak Makarios’u Malta’ya ulaştırdı. Geceydi. Bir dükkân açtırıldı ve Makarios’a pijama tedarik edildi. 17 Temmuz günü Londra’ya vardığında da başbakan Wilson’un emri ile kendisine uygun başpiskoposluk kıyafeti bulundu.
15 Temmuz darbesi göstere göstere geldiği halde Makarios kendisine darbe yapılacağına inanmak istemiyordu. Darbe halinde Türkiye’nin adaya çıkarma yapacağından emindi ve ona göre, hiçbir Yunan hükümeti buna cesaret edemezdi. Nitekim ölümünden kısa bir süre önce, 24 Temmuz 1977 tarihinde, To Vima gazetesine verdiği bir röportajda Türkiye’nin müdahale tehdidinin kendisini darbeden koruyacağına inandığını söyleyecekti. Makarios, “darbeye karşı neden önlem almadınız?” sorusuna hep aynı yanıtı verecekti: “Hiçbir Helen’in böyle bir şeye kalkışabileceğini düşünmüyordum…”
Ana-Yavru Kavgasının Helencesi
Aslında sorun “Helenlik” meselesinin ötesindeydi. Anavatan’ın iktidarını “Yavruvatan’a” dayatmak istemesiydi. (Helen milliyetçiliğinde Kıbrıs’a ‘Megalonisos’ (Büyükada) denir ki semantik anlamı Türk milliyetçiliğinin ‘Yavruvatan’ deyişine denk gelir.)
Yunanistan hükümetlerinin Kıbrıslı Rumların iç işlerine müdahale etmek istemeleri büyük sorunlara yol açıyordu. Örneğin, yoğun bir “Merkez-Çevre” tartışması yaşanıyordu. Yunanistan, Helenizm’in “merkezinin” Atina olduğunu ileri sürüyordu ve ulusun geleceğini ilgilendiren kararların Atina’da alınmasını savunuyordu. Başpiskopos Makarios ise adanın geleceğine Kıbrıslı Rumların karar vereceğini söylüyordu.
Gerilimler, tartışmalar ve çatışmalar zamanla “anavatan” algısının değişmesine yol açtı. Kıbrıslı Rumların ezelden beri zihinlerinde yaşattıkları “romantik anavatan” imajı çöktü, toplum Enosis fikrinden uzaklaşmaya başladı.
Kıbrıslı Rumlar giderek Kıbrıs Cumhuriyeti’ne sahip çıkıyor ve Yunanistan ile aralarına siyasal ve duygusal mesafe koyuyorlardı. Kendisini “Helen ulusunun organik bir parçası” olarak göre gelen “Kıbrıs Helenizm’i”, yavaş yavaş Kıbrıs devletinin yurttaşlar topluluğuna doğru eviriliyor, devleti kucaklıyor ve aidiyet duygusunu Kıbrıs Cumhuriyeti üzerinden tanımlıyordu.
Makarios, Atina’nın “ulusal merkez olduğunu unutmadıklarını” söylese de, Yunanistan’ın Kıbrıs’ın içişlerine karışamayacağını vurguluyordu. Konuyu Kıbrıs Sorununa da getiren Makarios, “Atina’nın, Kıbrıs Helenizm’inin kabul etmeyeceği bir çözüme yönelmesi durumunda, son sözü Kıbrıslı Rumların söyleme hakkı olması gerektiğini” belirtiyordu.
Kıbrıslı Rumların Atina’dan ayrı ve özerk özne olma eğilimi, özellikle İoannidis Cuntasını ciddi anlamda tedirgin ediyordu. Nitekim 1973 yılında adada görev yapan Yunanlı subaylar Atina’ya geçtikleri mesajlarda Makarios’un “Kıbrıslı Rumların Helenizm ile bağlarını koparmak istediğini” yazıyorlardı.
Buna benzer iddiaları Yorgos Grivas da dillendiriyordu. 16 Eylül 1973 tarihinde To Vima gazetesine gönderdiği bir mektupta Makarios’u “kendine ait bir Kıbrıs devleti kurmak” ve “Kıbrıslılık bilinci taşıyan yurttaşlar yetiştirmekle” itham ediyordu.
Milli Muhafız Ordusunun başında bulunan Haralambos Haralambopulos da, 1972 yılında kaleme aldığı bir raporunda şu ilginç iddiaya yer veriyordu: “Kıbrıslı Türkler Kıbrıslılık bilincinden Türklük bilincine doğru evrilirken, Kıbrıslı Rumlar Helen bilincinden Kıbrıslılık bilincine yöneliyorlar…”
Bu konuda en çarpıcı değerlendirmeyi Yunanistan dışişleri bakanı Hristianu Ksanfopulo-Palamas yaptı. 15 Temmuz darbesinden hemen önce Yunanistan başbakanı Adamantios Andrutsopullos’un isteği üzerine hazırladığı raporda, Kıbrıslı Rumların bağımsızlığa dört elle sarıldıklarını ve Yunanistan’a sırt çevirdiklerini iddia ediyordu: “Kıbrıslı Rumların Helen-bilinci, milli bilinci silinip gidiyor. (…) Bu bilinç kaybı öyle bir noktaya vardı ki, Herald Tribune gibi ciddi bir gazete bir başyazısında ‘Yeni Bir Ulus’un Doğuşundan’ söz ediyor (In Cyprus A New Nation Is Born). Kıbrıs’taki bağımsız yapı, yeni bir ırk, yeni bir Malta yaratmaktadır. (…) Kıbrıslı Rumlar Kıbrıslılaşırken, Kıbrıslı Türkler Türkleştiler. Türk devleti, hangi sahte isim altında olursa olsun, ister otonom ister öz-yönetim, günümüzde var olan ve gelecekte de var olacak bir olgudur. (…) Kıbrıslılar Yunanca konuşmaya devam ediyorlar ve Ortodoks dinine inanıyorlar. Fakat kendilerine sunulan Kıbrıslılık kimliğini giderek kabul ediyorlar ve Helen bilincini kaybediyorlar. Ve bu noktada ulusa ait olmaktan çıkıyorlar. Çünkü ulus Helen’dir ve Yunanistan’dan başka hiçbir şey yoktur.”
Evet, artık Helen sayılmayan, daha doğrusu, Helenizm’e ihanet ettiği düşünülen Kıbrıslı Rumların seçilmiş liderine rahatlıkla darbe yapılabilirdi. Ne de olmasa, “Türklükle”, pardon, “Helenizm’le” diyecektim, bağlarını koparmıştı ve başına gelenleri hak ediyordu…