Hafta ortasında bizim kabine doğru Ankaraya doğru yola çıktı. Meraklar çeşitliydi. Korkularla endişeler karışımlı bir hava vardı. Acaba soruları da ayni yoldaki çeşitleme gibiydi. Kimisi kendi çıkarına göre, kimisi şöylesine ve bazısı da genel gelecekten korkuyordu. Nedeolsa, içerik bilinmiyordu. Söylenenler ise oldukça kabarıktı. Ama, makamcılarımız Ankaradaydı. Sıra bekliyorlardı. Hava alanındaki karşılanış ile içerik boşlukları adeta bilinmezlik yumağı idi. Aynen, görüşmeler ve ardından daya dönüşte de sürdürüldü. Sadece, bolca kelimeler harcandı. Klasik ezberletilen ve içerikle alakası hiç olmayan fetiştirilen kelimelrle konuşuluyordu. Hala işler karışık. Ama sızdırtılan ile tahminler de sürmeye devam ediyordu. Tabi bir Kıbrıuslılık gerçeği de var: mutlaka konuşma ihdiyacı. En kötü yasakta dahi sırf duymayı artırma adına yakınına sızdırtıp bazıları duyurtulur. Takeci gazeteciler veya özel yakınlar ne güne duruyorlar dı: onlara bazı bilgiler sızdırtıldı. Onlar da “başarılı” simgesini koyup açıkıladılar. Üstüne de kocaman ters anlayış ekleyip Anayı övdüler…
Tesadüf mü bilmem: oldukça meraklı ve korkuyla dolu Ankara ziyareti hafta sonuna gelecek şekilde sonlandırdı. Yönetenler Kıbrısa ayak basarken Cumaydı. Bu şum demekti; hafta sonuna gelindiği için, ahali rehavete girip bazı gerçekleri anlamada zaman kazanılacaktı. Üstelik bazı gelen bilgiler kuşkulu da olsa belirli kesimi “dokunmadılar” sendromuna çekecekti. Nitekim, Avrupa gazetesinin hafta içi bir mahşetinden sonra “Onüçüncü maaş zaferi” ironisini mahşetleştiridi. Bunu dahi ironikliği kavramadan kimi muhalifin suçlama aracı olarak kulandığına da tanık olduk. Ama, grevler ve beklentiler birer birer akıp giderken, Nisan haftası dolarken, Takeci gazetecielr bazı bilgileri kendi “başarısıymış gibi” sundular. Bu gelişmelerin net olanı, Türkiye gerçeği idi. Odenli bağınlılığın nereye dek geldiği de bir ilkede net konuldu: hem de daha bir cendereye sokarak. Artık ilşişkkkiler zırt bırt Ankaraya giderek yapılmayacak. K. KIbrıstaki Elçilik muhatap olacak. Sorunlar ona aktarılacak. Adını da dikat edin: Kurumsal ilişkiler diye koydular. Benim bildiğim kurumsal ilişkiler, ayni derecedeki kurumların ilişkili ağırlıktadır. Başbakanın başbakanla olması, planlamanın planlamayla gibi. Şimdilik buda yutuluyor. Nede olsa bazı korkulanlar olmadığı algısı yerleşti. Onüçğüncü maaş ve hayat pahalığı net protokol ile kesilmedi. Teşvikler devam edecek. Ötesim mi belirli kesim için anlamsızdır. Hat da daha kötüsünü söyleyecem: rasladığım kadarıyla bu durumdan “sevinenler” dahi oldu…
Yine tesadüf kelimesini kulanacam: hafta sonu bazı sendikaların da genel kurulları yapıldı. Grevlerin yapıldığı, elektrik sorununun ayuka çıktığı ve bilinmeden imzalanan, ancaak içeriğinin pek de iyi olmayacağı kesinken, kurular başka rüzgarı estiriyordu. Hafta içi grevi gerçekleştiridikleri makamcının nutuklarını gayet münasip şekilde dinlediler. Dahası var: nedense konuşan herkes hala sorunun özüne dokunmaktan ısrarla kaçtı. Kimisi işbirlikçi büyük sermaye, kimisi de hükümet deyip, sorunları ona atıyordu. Halbuki bizat görüşmelere giden sendikacılardan, kurulu olanlar da vardı. Başbakan Sucuoğluyla konuşurken de söylediklerini duydular: Sucuoğlu onlara “benim de haberim yok” dedi. İçeriği ankarada öğreneceğini söyledi. Yine de kurulda konuşan muhalifler ve sendikacılar hep “hükümeti” suçlamakla sınırı çektiler….
Yine de hafta sonu sakin geçti. Donuklaşma pazartesine dek ertlendi. Muhalefetin açıklamaları sadece “bilmiyoruz la” yetiniliyor. Ama birileri açıklamaya başladı. Bu arada merkezi medya ısrarla fetişizmin kelimelerini sıralayıp kandırmaca salatasını soslamakla meşkuldu. Ama, tutuşan telefoncular vardı. Bekelenen ile sızdırılan ayni gibiydi. Rahat acaba bozulacak mı. Elektrik grevi ise bir sırlarla dolu geçişle yeniden durduruldu. Ama net olan vardı: hani hep ezberle federasyon deniliyordu ya, son protokol yaşananlarla bundan nedenli uzaklaştırıldığı ve yeni gelenlerle banbaşka Kıbrıs gerçeklerinin yolarının taşlandığının da kanıtlarının yıldızlaşmasını seyrediyor ve konuşmaktan da kaçıyoruz. Aynnen ta baştan yapıldığı gibi,.
Size bir anımı da ekleyecem: Yıl 1986. KTAMS seçimi vardı. Özal rüzgarı da esiyordu. Bazı arkadaşlarla toplanıp karşı liste çıkarmaya karar verdik. Adını da Demokrat Memur dedik. Bir broşür yaynladık.n Giriş bölümünde de “Ülkemiz göbekten Emperyalizme bağlıdır” ifadesini koyduk. Kıyamet koptu. Öyle koptu ki başta sendika yönetimi bizi ateş çenberinde aldı. Kualisyon yönetiminde olan birokrat Yaşar Karakaşın görevinden alınmasını dahi istediler. Karşı probagandada “Türkiyeye bağlılık ifadesidir” diye kulanıldı. Doğrusu da ifadenin içinde Türkiye de vardı. CTP ve TKP nin sağ kanadı bu konuyu gayet sert şekilde kulandı. Böyle söz olurmu diye de eleştirdiler. Sonuçta mı; seçimi elbet kaybettik. Kurulda olanlar da başka ibretlikti…
Hafta sonu iki sendikanın genel kurularını izlerken, ayni düşünce aklıma geldi. Çünkü türkiyeyi yok saymak öteden beri vardı. Hat ta yanlışları görmeme ile koltuğa gelme tutumu da Ziya Rıskı seçimiyle de tarihe kazıldı. Şimdi gelinen aşamaya bak: paket bilinmiyor, yetkiler elçilikle muhatabata dek indirgeniyor, hep uluslararası hukuk dneilen ve imzalarla da devredilmesi gereken Maraş tutumları da konuluyor. Ötesi, bilinendir. Hele de şu tatlı kelime fare zehiri gibi: “Paranız varsa ödeyin. Ben karışmam”. Demek ki ayni sıkışık durumları bunlara yaptırıp da sonra biz yapmadıkla kurtulma bahanesi hala sürüyor.
Kısaca, yolcularımız geldi. Önemli durumları sağolsun “başarılı örneklerimiz” takkeci gazeteciler açıkladılar. Çoğu kesim isimlerini görmedikleri için de rahatladılar. Beklentiler uykusu yine rövançta. Belediyeler hikayesi ise süreceği kesin. Muhalefet ise tam da yeni haftaya girerken, olacak meclis toplantısında, krevatlarını giyip esip gürleyecekler. Bazı UBP kesimi ise merak içinde; “kavga ne oldu? Herkes koltuğu koruyacak mı yoksa çaktırmadan yeni dizayin mi olacak”. Göreceğiz ve yazacağız.