“İstikrar: Amerika’nın düşmanıdır.” (Stability: America’s enemy) – Albay Ralph Peter
ABD, ikinci emperyalist savaş sonrasında tartışmasız hegemonik bir güç haline geldi ve emperyalist hiyerarşinin tepesine oturdu. İngiliz hegemonyası 1910’lu yıllardan beri aşınmaktaydı; 1945 sonrasında hegemonya Atlantik’in ötesi yakasına geçti. ABD, savaş sonrasında dünya sanayi üretiminin %50’den fazlasını bir başına sağlıyordu… Emperyalist savaşın sonunda Almanya ve Japonya çökertilmiş, İngiltere ile Fransa büyük kan kaybetmişti. ABD’ye sorun yaratma istidadı olan iki odak vardı: Savaştan gücünü ve prestijini artırarak çıkan Sovyetler Birliği ile o zamanlar Üçüncü Dünya da denilen, bağımsızlığını yeni kazanmış ülkeler… Malum, kapitalist-emperyalist Batı’nın zenginliği, o ülkelerin beşerî ve doğal kaynaklarının sömürüsüne, yağmaya ve talana dayanıyordu… Oysa ikinci emperyalist savaş sonrasında, Üçüncü Dünya ülkeleri, “Artık biz de varız ve yüzyıllardır uzak kaldığımız sofraya dahil olmak istiyoruz,” diyorlardı…
İşte, 1950’li yıllardan itibaren ‘Hür Dünyanın Timsali ABD’, söz konusu iki odağı etkisizleştirmek amacıyla her yola başvuracaktı… Başka türlü söylersek, bu amaçla, geride kalan yaklaşık yetmiş yılda aralıksız olarak insanlık suçu işledi ve işlemeye devam ediyor… Elbette insanlık suçunu tek başına işlemedi; savaş sonrasında oluşan kolektif emperyalizmin diğer bileşenleriyle (İngiltere, Fransa, Japonya) birlikte işledi.
Hâkim ideoloji, ABD’yi demokrasinin beşiği ve timsali sayarak dünyanın geri kalanını da o yalana inandırdı. Başını kaldıran ABD’ye bakar ama aslında neye, nereye baktığını bilmez… ABD’nin demokrasiyle hiçbir zaman uzaktan yakından ilgisi olmadı, olamazdı da… Esasen sorun, kavramların içeriğini kimin, nasıl doldurduğuyla ilgilidir. Bidayette Amerikan demokrasisi denilen şey, ‘köle ve plantasyon sahiplerinin demokrasisi’ idi… Bağımsızlığı izleyen ilk otuz dört yılın otuz ikisinde Amerikan başkanlarının köle sahibi olduğunu bilmek, bu konuda fikir verecektir.
Şimdilerde ‘Amerikan demokrasisi’ denilen şey ise, Amerikan ‘kapitalist-emperyalist oligarşinin demokrasisidir. Aslında ABD Beyaz Saray’dan yönetilmez ama insanlar oradan yönetildiğini sanırlar. Gerçek demokratik bir rejim vahşete, insanlık suçuna tevessül eder miydi? Dünyanın her yerinde aralıksız olarak saldırı savaşları çıkarır, masum insanları hunharca katleder, katliamlar yapar, cinayetler işler miydi?
Kapitalist-emperyalist Batı’nın zenginliği, her zaman, dünyanın geri kalanının kaynaklarının sömürüsüne, yağmasına ve talanına dayandı… Bugün de hâlâ o kaynakları sudan ucuza kullanıyorlar ama bu gidişle yakında su da kalmayacak… Kapitalizm artık yeni değer, artı-değer üretmekte zorlanıyor. Değerlenme ‘sıkıntısı’ çekiyor. Yeteri kadar büyüyemiyor. Potansiyelini tüketti. Oysa kapitalizm varlığını büyümeye borçludur. Büyüyebilmek için çareyi canlıyı metalaştırmakta, doğayı yağmalamakta görüyor. Herhalde hiçbir rejim, doğayı yağmalamada ve talan etmede bizim dinci AKP ile yarışamazdı. Bu yağma ve talan vakitlice durdurulamazsa, işimiz zor demektir…
ABD ve müttefikleri, sadece 1970’li yıllarda, Asya, Afrika ve Latin Amerika’da 14 devrimci, anti-kolonyalist rejimi devirip, Batı yanlısı işbirlikçi-komprador unsurları iktidara taşıdılar… 1953’ten itibaren dini (İslamı) araçlaştırıp, Sovyetleri kuşatmanın (çevreleme stratejisi) ve Müslüman ülkelerdeki ilerici-kalkınmacı rejimleri etkisizleştirmenin bir aracı haline getirdiler. 1980’lerin sonunda Sovyet sistemi çökünce, ABD ve müttefikleri düşmansız kaldılar. Bir süre ne yapacaklarını bilemediler. Yaklaşık on yıllık bocalamanın ardından, ‘Kaos stratejisini’ ve onun bir aracı olan ‘İslamcı terörü’ keşfettiler. Artık ‘Kaos stratejisiyle’ yola devam edebilir, terörle mücadele ederek, insanlığı bu ‘büyük beladan’ kurtarabilirlerdi. Tabii terörün ne olduğuna, teröristin kim olduğuna da kendileri karar vermek koşuluyla… Artık ‘kaos stratejisi’ ‘terörle mücadele’ retoriğiyle yol alacaktı… Amaç, Ortadoğu’dan başlayarak dünyayı Balkanlaştırmaktı…
Kaos stratejisi, önceki dönemlerin rejimleri çökertme stratejisinden farklı olarak, toplumları çökertmeyi amaçlıyor. Amaç toplumların dokusunu parçalamak, un ufak etmek, kendi ayakları üzerinde duramaz hale getirmek. Nitekim 11 Eylül 2001 sonrasında başlatılan ‘çatışmaların’ hiçbiri halen sona ermiş değil. Bu bir tercih sorunu… Ne demek istediğimi görmek için; Somali, Irak, Suriye, Yemen, Lübnan, Libya vb. ülkelere bakmak yeter. Afganistan savaşı yirmi yıldır devam ediyor. Neden? ABD ve müttefiki emperyalistler savaşı kazanmayı değil, sürdürmeyi amaçladıkları için…
ABD ve müttefikleri, istedikleri ülkelerde iç çatışmaları körüklüyor, cihatçı katilleri sahaya sürüyorlar. Sonra da oraya müdahale ediyorlar. Gerekçe de malum: “Demokrasi götürmek, halkı zalim iktidarın zulmünden korumak…” Buna ‘koruma sorumluluğu’ deniyor. Hızlarını alamıyorlar, bir de ‘insani müdahale’ diyorlar. 2001 sonrasında, Westfalya Barışından beri olagelen uluslararası hukuk baypas edilmiş durumda… Direnme hakkı da yok sayılıyor. Her kim ki hak, özgürlük, adalet, demokrasi talebiyle ortaya çıksa, terörist damgasını yemekten kurtulamıyor ve gereği yapılıyor. Aslında terörle mücadele retoriğiyle terörizm yeniden ve yeniden peydahlanıyor. Şimdilerde ABD (Pentagon) tam 85 ülkede, ne demekse, anti-terörist mücadele yürütüyor. 11 Eylül sonrası şiddetin faturası büyük: 800 binden fazla insan hayatını kaybetti- ki bunun yaklaşık yarısı sivil… Savaşların, çatışmaların sonunda 37 milyon insan da yerinden oldu. Lakin o rakamlar sadece rakam değil, onca insanın acısı, dramı, trajedisi…
11 Eylül sonrasında peydahlanan savaşların ABD’ye maliyeti 6.400 milyar dolar. Bu, yılda 320 milyar dolar demek. Bu kaynakla nelerin yapılabileceğini bir düşünün… Lakin Amerikan silah sanayicileri için savaşların sürdürülmesi son derecede kârlı. ABD Afganistan’a savaşı kazanmak için gitmedi. Aksi halde bu pis savaş yirmi yıl sürer miydi? Orada yapılan ve yapılmak istenen, George Bush’un sonsuz savaş dediği şeyin gereğini yapmaktı! Asıl amaç jeopolitik, jeostratejik, ekonomik, ticari çıkarları güvence altına almaktı. Afganistan toprağında 1000 milyar dolar değerinde kıymetli maden (demir, bakır, altın) ‘keşfedilmiş’… Ayrıca çok zengin lityum rezervleri de var ki lityum bugünün ‘modern sanayilerinin’ vazgeçilmezi… Bolivya’nın lityum rezervlerine göz diken ABD’nin, Başkan Eva Morales’e darbe yapıp kendisini Meksika’ya ilticaya zorlaması hatırlanmalıdır. Tabii zengin petrol rezervleri de savaşın nedenlerinden biriydi. Savaşın ikinci önemli nedeni de hızlı bir yükseliş gösteren Çin’i durdurmaktı. Afganistan’ın Yeni İpek Yolu’nun yakınında oluşu da önemsiz değil…
Eski Amerikan Genelkurmay Başkanı Lawrence Wilkerson 2018’ de şunları söylüyordu: “Biz Afganistan’dayız, tıpkı İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya’da olduğumuz gibi… Mesele Kabil’de olmak değil. Herhangi bir terör örgütüyle, Taliban’la vb. mücadele etmekle de ilgili değil. Başlıca üç temel amacımız var: Nükleer silaha sahip olan istikrarsız Pakistan’ı kontrol altına almak; Orta Asya’dan geçecek Yeni İpek Yolu’nu (Belt and Road) engellemek Afganistan’da olmamızı gerektiriyor. Üçüncü olarak, orada 20 milyon Uygur var. Eğer CIA Çin’i istikrarsızlaştırmak üzere Uygurları kullanarak bir operasyon yapmak isterse, aynı Erdoğan’ın Esad’a karşı yaptığı gibi, Pekin rejimini, Uygurlar aracılığıyla, dışardan değil de içerden istikrarsızlaştırmak mümkün olabilir…”
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres, “Afganistan’da 18 milyon insanın hayatta kalabilmesi için acil yardıma ihtiyaç olduğunu, her üç Afgan’dan birinin bir sonraki öğününün nereden geleceğini bilmediğini, beş yaşın altındaki tüm çocukların yarısından fazlasının önümüzdeki yıl akut yetersiz beslenme yaşamasının beklendiğini,” söylüyor.
Velhasıl, asıl tehlike terör değil… Terörü peydahlayıp dünyayı cehenneme çeviren ABD ve müttefikleri… Daha doğrusu, kapitalizm, emperyalizm… Şeyleri adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemidir. Yalanla hesaplaşmadan da önümüzü görmek, yolumuzu bulmak mümkün olmayacak…