Aslında açıkça yazayım Latife Fegan’ın yazıkları bana pek de sürpriz gelmedi. 1989 yılında, o günlere kadar okuduğum Stalinist açıdan yazılan kitaplardan başımı kaldırıp da biraz daha da eleştirel Sovyetler Birliği ve tarihini yansıtan, bilhassa İngiltere bağlantılı “Militant” Grubunun İşçi Partisi içinde çıkardığı kitap, broşür ve gazetelerden, artık SSCB daha yıkılmadan önce, neler olduğunu kavramaya ve eleştirmeye başlamıştım. Sovyetler Birliği Devrimini eleştirel olarak tarihsel arşivlerle elinize alıp da bir şekilde incelemeye başladığınızda, olayların sebeplerini ve nedenlerini de açıkça anlamaya başlarsınız. Esas devrimciliğin veya demokratlığın kendi inandığınız ideolojiyi de eleştirmek, olaylara eleştiriyle bakmak ve gerçek bir demokraside dinamizmin eleştiriden geldiğini, işçi sınıfının da bundan kuvvet alarak dinamizm kazanabileceği görüşü, sadece sosyalizmde değil, Aydınlanma Çağı’nın da bir öngörüsüydü ve Aydınlanma Çağı’nın bu şekilde ortaya çıkan öngörüsü “Gerekirse Allah’ı da eleştirin” dir. Bana göre de bir yerde bir bozukluk başlamışsa, bunun patolojik olarak parçalara ayrılması ve en küçük hücrelerine kadar üzerine gidilmesi gerekmektedir. Sovyet Rusya Devrimi onlarca fraksiyonun güçbirliği ile kazanılmıştı ama devrimin daha ilk günlerinde anarşistler; “Bu devrime bürokratlar da karışmaya başladılar ve bu devrim bürokratların eline geçme tehlikesinde (!)” şeklinde sinyal verdiklerinde daha hiçkimse bu tehlikenin farkına varmamıştı . Olay sadece Stalin’le başlamadı aslında, Leninle de başladı ve belkide Karl Marks’a kadar gider, nitekim ulus tarifinde önde olan ustaların birçoğunun Karl Marks dahil, ulus tarifi üzerinde büyük hatalar yaptıkları da ortaya çıkar. Keşke Anarşistler ve onlar gibi devrimin akamete uğrayacağını ta başından görenler dinlense, Sovyet demokratik yapısı buna izin verse ve şimdilerde artık mahvolan Sovyetler Birliği’nin bu bozulma sorunu anında çözülseydi.
Latife Hanımın kitabı da bana bunları da çağrıştırdı. Latife Hanım Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın son dönemleri ile kocası Fuat Fegan’ın aslında safça, hiç eleştiri getirmeden ve katıksız bir şekilde Sovyet örgütlenmesi ile yaydığı ideolojiye inanmalarının kurbanı olduklarını açıkça kitabında yazmaktadır. Stalinizm, bu bozulmanın en büyük nedenidir ama son zamanlarda Mustafa Suphi’nin de gene SSCB tarafından Türk egemenlerine kurban edilmesi olayının aslında bozukluğun nerelere kadar gittiğini bize açıklamakta, Mustafa Suphi Olayı’nda Sovyetlerin de haberdar olduğunu öğrenmem de bana bayağı bir başka hüsran olarak yansımaktadır (Bu konuda Bk. Katledilişlerinin 100’üncü Yılında Mustafa Suphiler ve programda sözü geçen kitap: Mustafa Suphi- Karanlıktan Aydınlığa (1)- Artı TV-Yazar Ahmet Kardan).
Dr Hikmet Kıvılcımlı 12 Mart 1971 Darbesi sırasında Türkiye’yi terkettiği zaman aslında bir SSCB hastahanesinde şifa bulurum inancındaydı. Ne yazık ki Kıvılcımlı’nın bu talebi, sırf SSCB’nin Batı’yla detant politikaları ve menfaatleri gereği Brejnev tarafından reddedilir. Kıvılcımlı, Brejnev’e yazdığı mektubunda da bu olayı protesto etmektedir ama aslında bunun SSCB’nin Mustafa Suphilere de uygulanan bir devlet politikası olduğunu keşke daha önceden bilseydi, ilk kurban kendisi değildi:
“Bu sosyalist adalet midir? Cinayetim ne idi? O ilam hükmünü kin vermişti?
Sosyalist adalette hatta bayağı caniler için bile kimi esaslı haklar tanınır; Savunma Hakkı gibi…
Bütün bu tedbirler, sırf burjuvazinin 50 yıldır bana karşı (“Azılı Komünist Moskova’ya git” diye) savurduğu suçlamaları yalanlamak için alındı ise…Teşekkür ederim”(Hikmet Kıvılcımlı Kitabı,Seçme Metinler ve Üzerine Yazılar,sf.375,Dipnot Yayınları, 2015)
“SSCB’den en çok esinlenen Sosyalist Devletler, beni suçlayanların ordinatörleri imişler gibi, beni, -söz yerinde ise- idam ediyorlar.
İstenen şey samedani bir şefaat ve merhamet değildir. Zaman zaman “Yanardağ bacasından patlayan”, ama en küçük burjuvaca parçalanışlar yüzünden başarı kazanamayan bir ülkedeki dramatik durumun anlaşılışı isteniyor.
Ölüm döşeğinde olsam bile, her türlü davalaşma ve karşılaşma için hazırım.
Sizin Sosyalist Adaletinizi umabilir miyim” (sf.382,aynı kitap)
Tamamını vermediğim bu mektupta aslında bir hüsranın izleri oldukça büyüktür. Gene Latife Fegan’ın kitabında da belirttiğine göre aynı hüsranın kocası Fuat Fegan’da da meydana geldiğini, Avrupa’ya gidip
orada üs kuran Türkiyeli Stalinist bir örgüt konusunda,Fuat Fegan’ın inandıklarının hüsranını yaşadığını vurgulamıştır. Stalinist veya Ahmet Kardan’ın kitabına bağlı kalırsak (Stalnizm öncesi bozuklukların Leninizmde de olduğu göze çarpıyor), bozulmanın yansımaları, maalesef ister istemez aynı ideolojiyi savunanların eğer ideolojilerini özeleştiri süzgecinden geçirmemişlerse (Ki stalinistler özeleştiri ve eleştiriden hoşlanmazlar Stalin’i eleştirmezler), aynı şekilde kendi örgütlerine de yansır, arkadan vurmalar, kumpaslar, kişileri güya örgüt ve sol adına ama aslında kendi kişisel menfaatleri için kullanma yönüne de girebilirler ki Fuat Fegan’ın ortadan kaybolmasında bu etkiler oldukça büyüktür. Bu hüsranla gelen kaybolmayı Latife Fegan kitabında Lenin’den bir aktarma ile yazar:
“Kişi artık Parti için çalışamaz duruma gelirse, Lafargule’lar gibi ölmeyi düşünebilir.” Lafargue ve Karl Marks’ın kızı Laura Marks “Hayatlarını adadıkları idealleri için artık yapacak bir şey kalmadığını düşündüklerinde ,kişilerin kendi elleriyle hayatlarına son vermesini haklı bulurdu” demektedir. Acaba Che Guevara’nın Bolivya Dağlarına gitmesi ve de arkadaşlarının Mustafa Suphi’leri uyarmasına rağmen Anadolu’ya gitmek istemeleri veya Kavazoğlu’nun Türk yeraltı örgütünün tuzağına düşmelerindeki aynı intihar duyguları mı hakimdi? Kimbilir…
Sorun bana göre keşke 1917 yılında Sovyet Devrimi olduğunda Rus Devrimi çok renkli özelliğini kaybetmese ve tüm fraksiyonlar çoğulcu demokrasi içinde inançlarını, ideallerini özgürlük içinde ifade etseler, bunlar tarihe kaydedilse ve tarihte emekten yana olduğunu iddia edenler 20. Yüzyıldaki yanlışlarını yaşamasalardı. Stalin’in tek adamlığına sebep olan bürokratik hastalık etrafa bulaşmayacak ve önceden hastalık başladıktan sonra sadece Fuat fegan, Che Guevara ve
Kıvılcımlı değil, Mustafa Suphiler veya Kavazoğlu da aslında bir hüsrana uğramayacaklardı Karadeniz’in azgın karanlık sularında…