Son Akdenizle alakalı kriz gelişmelerinde, bazılarını bilip bazılarını da bilmeden uçuşan kavramlarla karşılaşıyoruz. Kavramdan öte, ilgili kelimelerle hamleler yapılmaktadır. Siyasal kararların da ifadeleri şeklindedir. “Askeri tatbikatlar, naltekssler, sürtüşmeler, kendine hak ilan etmeler, demeçler, derin sözler” havada uçuşuyor. Konu, Akdenizin hegemonik geleceği gibi. İtifaklar, platforumlar ile karşıt “deyerli yalnızlık” siyasal şekilenlmeler de oluştu. Bu kavramlarla Akdenizi izlemeye devam ediyorum. Bazı önemli olgular ise onca zengin yeni kavramlara rağmen, düşünmeye katılıp seslendirilmiyor. Kendimizin merkezinde birkaç önemli olguyu Akdeniz kriziyle birlikte ele alacam.
*****
Tekrar edeyim: ağırlıkla ele alacağım olgular, bizlik merkezlidir. Öyle karşıtla bakıp kendimizi sıyırtma kolaylığına girmeyecem. Onun için ta baştan şu tuhaflaşan eleştiriye de katılmamanızı sağlayacam. “Onlar yapıyor, biz haklıyız” basit fetişizme girmeyeceksiniz….
Son Akdeniz krizleriyle yeniden şu basit oyuna nerede ise herkes girdi. Birincisi, karşıtı suçlayarak haklı çıkma yöntemine sarılındı. İkincisi ise kendini haklı gösterirken, nedense, hangi anlaşma veya yasal kurala göre haklı olduğunu da savaşa varacak tehtitde sunulamadı. Bizde bu net yaşanıyor. Hat ta K. Kıbrıs koltukçuları, elerinde yetki yokken, imzayla teslim olup elerindeki olmayan hakı da devretmesine rağmen, sıkılmadan tehtit “gazları” savuruyorlar! Kendilerini güçlü devlet ve kurucu oyuncu ilan bile yaptılar. Kendi sanalımızda sahte siyasal oyunu kurgulamaya devam ediliyor…
Gelelim önemli birkaç genel noktaya: defalarca yazdım. Politikayı yorumlarken, devletin davranışını ele alırken, iç ve dış ayrımı ikilemine düşmemek gerekir. Tek tiplilikle de düşünce esirliğine gelmemek de şart. Düşünün, içte onca baskı uygulayan, demokratik hakları kaldıran, işkence yapıp adaleti buharlaştıran yönetim, dışa gelince birden hak arayan ve demokratik barışçıl algısıyla savunma sırasına geçiliyor! Kendine karşı adaletsiz ve baskıcı olan devlet, birden dışa karşı ayni dil kulaanım ile tutuma gelince birden arkasında sıralanma oluyor. Bunu çocukluktan beri yaşadık. Yöneticilerin kirli ve yanlışlarını “aman düşman duymasın” tehtidiyle normal davranışa düşünceye geldi. Nitekim, Son Akdeniz krizinde her gün eleştirdiğimiz yapıların, dışa karşı tutumlarını sorgulamadan “ulusal çıkar” adıyla savunma sonucuna gelmenin paradoksunu yaşıyoruz.
İçte, son Malazgit ile Zafer ayrımlı iki bayram yaşanmışlığı, diyanet yetkisiyle halifeciliğe dek gelinen siyasal dönüşümden yakınılırken, nedense ayni siyasetin Yeni Osmanlıcılığın dıştaki hamlelerine başka tutumla hak ilan etmenin de tanığı oluyoruz. Aslında, gelenekseleşen siyasallaşma ile içte sıkışan, kriz çözemeyen, otoriteleşmeyi lehine çevirme koşullarında hep dış politika kulanarak, kriz üreterek, saldırganlaşarak kitlelerin desteğine yönelindiği de bolca kanıtlandı. Elbet, Emperyalist gerçeklik, devletlerin otoriter hamleleri, ekonomik genel rekabet nedeniyle de hegemonya mücadelesi de dış politik çizgileri oldukça belirlemektedir. Son Akdeniz krizinde adeta siyasetlerin içsel yönetim şeklinden, genele yansıyarak hegemonya mücadelelerine tanık olduk. Yalnız, burada başka bir ince nokta da var:
Konu olan sorunda, mutlaka uluslar arası protokol,mütabakat veya ikili anlaşmalar da var. Genel olan, ülkeler yapılan uluslararası anlaşmaları öncelik kriterine de koyarlar. Zaten, Deniz hukuku gibi anlaşmalar da mevcut. Ha, bunu kabullenip kabullenmemek de başka bir soru. Ama, anlaşmalar varken, kendiniz aklınızca veya siyasal hedefle hak derseniz, elbet hangi yasalıktan kazanılan hak sormak da bizim hakımız……
Nitekim, bazı kesimlerin anlaşmazlıkları uuslararası yargıda çözme önerisi de bu ince ayrıntıda gizli. Nedense haklıyız ile Uluslararası hukuk konusunda yargıya gitmek sonucunu başta Türkiye, denizcilik alanında pek yaklaşmıyor….. Buda başka bir gerçeklik….
Bir de şu önemli farkın ince kandırmacası var: münhasır ve kıta sahanlığının aynılaştırılmasıdır. Kıta sahanlığı resmen ilgili ülkenin egemenliğindedir. Münhasır alan ise daha geniş olup sadece ekonomik çıkarlarla alakalıdır. Üstelik, münhasır anlaşmayla iki komşu veya deniz ortakçısı ülke tarafından yapılınca yasalık oluşur. Tabi Türkiyenin Mısıra iki defa önerdiği ve Kıbrısı devre dışı brakıp ikisinin paylaşması da hukuka aykırıdır. Mısır, bundan dolayı ret etti.
Şunu da ekleyelim: karıştırılan münhasır ve Kıta sahanlık farlarından birisi de şu: Münhasır ilanına rağmen, örneğin iki devletin münhasır alanında öteki ülkelerin ulaşım haklarını engeleyemezsiniz. Örneğin yasalığı dahi tartışılan Türkiye ve Traplus Libya kesimli anlaşmadaki çizgilere rağmen itifak öteki kesimin boru hatlarının geçmesini engeleyemez. Gemi ulaşımını yok sayamaz. Bu dahi dikatten kaçırılıyor. Herkes hak diyor da var olan anlaşma ve yasalardan kural da denmiyor.
Kıbrıs Akdenizin doğu kesiminde bir ada. Türkiyenin en önemli eleştirel noktası da Adaların haklarla alakalı olan bölümüdür. Mavi vatan derken kıta sahanlığı yerine münhasır istenilen alan olması çelişkisiyle resmen bilinsizliğe oynanıyor. Girişte dedik ya: iç politikada eleştirileni, aynisi dışta olunca hemen arkasına dizilmenin handikapıdır. Oysa Kıbrısın ada oluşunu unttup Türkiyeleşme tutumu da olursa, önce kendi hakını ret ederek işe başlarsınız.