yazılariktibasSalgın zamanı - Mike Davis
yazarın tüm yazıları:

Salgın zamanı – Mike Davis

279 Takipçiler
Takip Et

Yeniçağ podcastını dinleyin

Koronavirusün dünya çapında hızla yayılmasıyla, bırakın tedaviyi test kapasitemizi bile aşacak şekilde, uzun süredir beklenen canavar nihayet kapıya dayandı. Ve global kapitalizm biyolojik kriz karşısında öylesine aciz kaldı ki, düzgün bir uluslararası kamu sağlığı altyapısı talep etmek durumundayız.

Koronavirüs Richard Preston’un 1994 tarihli The Hot Zone kitabından beri döne döne izlediğimiz eski bir film aslında. Bu kitap bizlere Ebola olarak bilinen, Orta Afrika’daki gizemli bir yarasa mağarasından çıkmış olan yok edici şeytanı tanıtmıştı. Ebola, birbirini takip eden yeni hastalıkların insanlığın bağışıklık sistemindeki bu “bakir alan”da (en doğru tâbir bu) patlak vermeye başlamasının ilk örneğiydi. Çok geçmeden Ebola’yı 1997’de insanlara sıçrayan kuş gribi ve 2002’nin sonlarında ortaya çıkan SARS takip etti. Her ikisi de ilk olarak Guangdong’da, dünyanın imalat merkezinde ortaya çıkmıştı.

Hollywood tabii ki şehvetle bu salgınları kucakladı ve içimizi gıcıklatıp korkutmak üzere bir dizi film üretti. (Steven Soderberh’in 2011 yapımı Contagion’u bilimin doğruluğuna ve mevcut kaosun korku veren beklenirliğine dikkat çekmekteydi.) Bu filmlere ve dehşetvari romanlara ek olarak yüzlerce kitap ve binlerce bilimsel makale salgınlara yönelik olarak kaleme alındı. Bunların pek çoğu yeni ortaya çıkmış olan hastalıkların saptanmasında ve tedavisinde küresel hazırlıksızlığın ürkütücülüğünü vurguluyordu.

Sayılardaki Kaos

Sonuç olarak koronavirüs kapımızdan bildik bir canavar olarak geçti. En hayati bilgiler henüz ortaya çıkarılmamış olsa da genomundaki ardışıklığı görmek (üzerinde epeyce çalışılmış olan kardeşi SARS’a çok benziyor koronavirüs) çocuk oyuncağıydı. Araştırmacıların günlerce çalışıp salgını tanımlamaya çalıştığı sırada ise üç büyük zorluk karşılarına dikildi. Birincisi, test kitlerinin temininde sürekli olarak yaşanan (özellikle Birleşik Devletler’de ve Afrika’da) eksiklik, yeniden çoğalma düzeyi, virüsün bulaştığı kişi sayısının boyutu ve virüsten etkilenen ama tehlike altında olmayan kişilerin sayısı gibi asli değişkenlerin tutarlı bir şekilde hesaplanmasını engelledi. Bu da sayılarda kaosun yaşanmasına neden oldu.

İkincisi, her yıl yaşanan grip gibi bu virüsün de farklı yaş grupları ve farklı sağlık koşullarına sahip insanlar arasında gezindikçe mutasyon geçirmesi. Virüsün Amerikalılar arasındaki çeşitliliği, salgının çıktığı yer olan Wuhan’dakine göre nispeten farklılık arz ediyor. Takip edecek olan mutasyonlar işi iyiye doğru da götürebilir, daha ziyade elli yaşını geçmiş olan insanları etkilemekte olan mevcut yayılım biçimini de değiştirebilir. Trump’ın “korona gribi”, hiç değilse bile Amerika nüfusunun dörtte birinin (yaşlılar ile zayıf bağışıklık sistemine ve kronik solunum rahatsızlıklarına sahip olanlar) hayati tehlikede olduğunu gösteriyor.

Üçüncüsü, virüs stabil kalsa ve çok az mutasyon geçirse bile gençler üzerindeki etkisi fakir ülkelerde ve ağır yoksulluk koşullarındaki insanlar arasında ciddi şekilde farklılık arz edebilir. 1918-19’da yaşanan ve yeryüzündeki toplam nüfusun yüzde 1 ilâ 2’lik kısmının ölümüne yol açmış olan İspanyol Gribi deneyimini hatırlayın. Birleşik Devletler’de ve Batı Avrupa’da orijinal H1N1 daha ziyade genç yetişkinler için ölümcüldü. Bu durum genelde, gençlerin nispeten güçlü bağışıklık sisteminin enfeksiyona aşırı tepki gösterip akciğer hücreleri ile saldırması ve bunun da virütik pnömoniye neden olmasının sonucu olarak açıklanır. Yakınlarda ise kimi epidemiyologlar yaşlıların 1890’lardaki bir salgında kazandıkları “bağışıklık hafızası”na sahip olduklarını ve bunun etkili olduğunu öne sürdü.

Her bir olayda da grip, ordu karargahlarında ve on binlerce genç askerin tırpanlandığı savaş siperlerinde yaşam alanı bulabildi. Bu, imparatorluklar arasındaki savaşta ana etmen hâline geldi. Almanların 1918’deki büyük Bahar Taarruzu başarısızlığı ile savaşın sonuçları, itilaf devletlerinin (düşmanlarının aksine) bitap düşmüş ordularını taze Amerikan birlikleri ile yenilemesine katkı sunmuştur.

Yoksul ülkelerde ise İspanyol Gribi’nin farklı bir seyir izlediğini görüyoruz. Küresel ölümcüllüğün yaklaşık yüzde 60’ı, İngiltere’ye tahıl ihracatının yapıldığı Punjab ve Bombay ile Hindistan’ın diğer batı bölgelerinde karşılık buldu. Buradaki vahşi el koyma pratikleri de büyük bir kuraklıkla birleşti. Tüm bunlara pek az kıymet verildiğini görmekteyiz. Bu şekilde ortaya çıkan gıda kıtlığı milyonlarca fakir insanı açlığın sınırına sürükledi ve yetersiz beslenme ile kontrolden çıkmış bir bakteriyel ve virütik pnömoninin meşum birleşiminin kurbanları hâline getirdi. Benzer şekilde İngiliz işgali altındaki İran’da birkaç yıl süren kuraklık, kolera ve gıda kıtlığı, nüfusun yaklaşık yüzde 20’sini etkisi altına alan bir sıtma salgınını beraberinde getirmişti.

Tarih, özellikle de yetersiz beslenme ile enfeksiyonların etkileşiminin bilinmeyen sonuçları, COVID-19’un Afrika’nın ve Güney Asya’nın yoğun ve hastalıklı kenar mahallelerinde farklı ve çok daha ölümcül bir seyir izleyebileceğine yönelik bir uyarı olarak görülmelidir. Lagos, Kigali, Addis Ababa ve Kinshasa’da ortaya çıkan vakalar ile birlikte kimse, salgın ile yerel sağlık koşulları ve hastalıkların nasıl bir etkileşime gireceğini bilmiyor. Test yokluğu nedeniyle bunu uzun bir süre daha öğrenemeyeceğiz. Kimileri ise Afrika’da dünyadaki en genç kentsel nüfusun bulunduğundan burada pandeminin sadece zararsız etkilerinin söz konusu olacağını iddia ediyor. 1918 deneyiminin ışığında bu gülünç bir uyarlama olacaktır; tıpkı pandeminin olağan gripte olduğu gibi mevsim sıcaklıklarının artmasıyla geri çekileceğini varsaymak gibi. (Hâlen yaz mevsiminde olan Avustralya’da Tom Hanks daha yenilerde virüsü kaptı.)

Medikal Katrina

Gelecek sene belki de Çin’e pandemiyi kontrol altına almasından dolayı takdirle, Birleşik Devletler’e ise başarısızlığından dolayı korkuyla bakıyor olacağız. (Çin’in bulaşıcılığın hızla azaltılmakta olduğuna yönelik açıklamasının az ya da çok doğru olduğunu cesurca varsayıyorum.) Kurumlarımızın pandoranın kutusunu kapalı tutmaktaki yetersizliği tabii ki de hiç sürpriz olmadı. 2000’den beri ilk kademe sağlık hizmetlerindeki çöküşlere defalarca tanık olduk.

Örneğin hem 2009’daki hem de 2018’deki mevsimsel gripte ülke genelindeki hastanelerin dolup taşması, yıllar boyunca yaşanan yatan hasta kapasitesindeki kâr odaklı azaltımın neden olduğu şok edici yatak noksanını açığa çıkarmıştı. Kriz, Reagan’ı iktidara taşıyan ve önde gelen demokratları neoliberalleştiren toplu taarruza kadar uzanmaktadır. Amerika Hastaneler Derneği’ne göre (American Hospital Association) 1981-1999 aralığında hastane yatakları sıradışı bir biçimde yüzde 39 düzeyinde azaltıldı. Bundaki amaç, kullanımdaki yatak sayılarının artırılarak kârın çoğaltılmasıydı. Ancak iktidarın yüzde 90 doluluk hedefi, hastanelerin epidemi ve acil durum sırasında akın edecek olan hastaları karşılayacak kapasiteye artık sahip olmadığı anlamına geliyordu.

Yeni yüzyılda acil tıptaki küçülme, özel sektörde kısa vadeli kârların ve kâr paylarının “hissedar değeri” uyarınca yükseltilmesi ve kamu sektöründe devletin ile federal hükümetin bütçelerindeki kemer sıkma ve kesintiler uyarınca devam etti. Bunun sonucu olarak ise öngörülmekte olan ciddi ve kritik aşamadaki koronavirüs vakaları ile baş etmek üzere yoğun bakım ünitesinde sadece 45 bin yatak kullanılabilir durumda kaldı. (Güney Kore ile karşılaştırdığımız zaman Amerika nüfusuna kıyasla üç kattan daha fazla yataklarının olduklarını görmekteyiz.) USA Today’in yaptığı bir araştırmaya göre “COVID-19’a yakalanabilecek olan 60 yaş üzeri 1 milyon Amerikalıyı tedavi etmek üzere yeterli sayıda yatağı olan sadece sekiz eyalet bulunmaktadır.”

Medikal Katrina’nın henüz erken bir aşamasındayız. Acil tıp tedarik stoğunun erimesi ihtimaline karşılık olarak uzmanlar, kapasitenin ciddi oranda artırılmasını öneriyor. Yataklarda olduğu kadar temel malzemelerde de eksiğimiz bulunmakta.

Ulusal ve bölgesel stoklar, epidemi modellemelerinin işaret ettiğinin çok daha aşağısında kalıyor. Öyle ki test kitlerindeki fiyaskoya sağlık çalışanları için elzem olan temel koruyucu ekipmanlardaki ciddi eksiklik eşlik ediyor. Azimle çalışan hemşireler, bizim ulusal toplumsal bilincimiz, N95 maskeler gibi koruyucu malzeme stoğu yetersizliğinin yol açabileceği büyük tehlikeyi anlamamız gerektiğini ifade ediyorlar. Ayrıca hastanelerin C. difficile gibi antibiyotiğe karşı dirençli bakteriler için sera ortamı hâline geldiğini de hatırlatmaktalar. Bu durum ise aşırı kalabalık gözetim durumlarında ikincil ana ölüm nedeni olabilecektir.

Toplumsal Bölünme

Salgın, Devrimimiz’in (Our Revolution) ulusal gündeminde de yer alan, sağlık hizmetlerindeki katî sınıfsal bölünmeyi çok geçmeden açığa çıkardı. Evden de çalışabilip ya da ders verebilip iyi bir sağlık planlaması olanların konforlu bir şekilde izole olması, kendilerine açıkgözlü bir korunma sağlıyor. En alt düzeyde güvencesi olan kamu çalışanları ve diğer sendikalı işçiler ise geçimlerini sağlamak ile korunmak arasında zor bir tercih yapmak durumundalar. Bu esnada düşük ücretli milyonlarca hizmet sektörü çalışanları, tarım işçileri, işsizler ve evsizler aslanın ağzına atılmış durumda.

Hepimizin bildiği üzere herkesi kapsayan anlamlı bir genel sağlık sigortası ücretli hastalık iznini öngörür. İş gücünün yüzde 45’i hâlihazırda bu haktan mahrumlar ve dolayısıyla enfeksiyonu kapmak veya altın tepside sunmak durumundalar. Aynı şekilde yoksullar için sağlanan sağlık yardımını (Medicaid) genişleten Affordable Care yasasını on dört cumhuriyetçi eyalet reddetti. Bu nedenle söz konusu on dört eyaletten biri olan Teksas’ta olanaklar sınırlı ve eyalet hastanesinde sadece acil servis odası bulunuyor.

Salgın zamanında özel sağlık sisteminin ölümcül çelişkileri, çoğu Medicaid kapsamında olan 2,5 milyon yaşlı Amerikalıyı barındıran bakım merkezi endüstrisinde tüm çıplaklığıyla açığa çıktı. Düşük ücret ve yetersiz personel ile yasadışı maliyet azaltımı üzerinde kapitalistleştirilmiş ve yüksek düzeyde rekabete sahne olan bir endüstri bu. Temel enfeksiyon kontrolü süreçlerindeki ihmaller ile devletin kasti adam öldürme olarak tariflenebilecek olan uygulamalara karşın işletmeleri hesap verebilir noktada tutamaması nedeniyle on binlerce kişi bu tesislerde ölüyor. Özellikle güneydeki eyaletlerde yer alan pek çok tesis, ilave çalışan alıp bunlara düzgün bir eğitim vermek yerine sağlık ihlâli cezalarını ödemeyi daha kârlı buluyor.

Birleşik Devletler’deki salgının yayıldığı merkez üssünün bir kenar mahallesindeki (Seattle, Kirkland) bir bakım merkezi ‘Life Care Center’ olması şaşırtıcı değil. Şu aralar Nation’a konuyla ilgili bir makale yazmakta olan, Seattle bölgesindeki bakım merkezlerinin sendika temsilcisi eski bir arkadaşım Jim Straub ile görüştüm. Kendisi bu tesisi “eyaletteki en kötü kadroya sahip merkezlerden birisi” olarak tarif etti. Ayrıca Washington’ın bakım merkezi sisteminin “ülkedeki en az finanse edilen yer” olduğunu ifade etti – “teknolojiye ayrılan paranın umman olduğu yerde absürd bir vaha.”

Dahası, Life Care Center’dan civardaki on ayrı bakım merkezine hastalığın hızlıca nasıl bulaştığını kamu sağlığı yetkililerinin gözden kaçırdığını söyledi Straub: “Amerika’daki en pahalı kiralama pazarında yer alan bakım merkezi çalışanları genelde birkaç iş yapıyor ve birkaç farklı bakım merkezinde çalışıyor.” Bu ikinci işyerlerinin isimlerini ve konumlarını bulamayan otoriteler COVID-19’un yayılımında kontrolü kaybetmişler. Ve hiçkimse de virüsün bulaştığı çalışanların evde kalmasını finanse etmeyi düşünmüş değil şimdiye kadar.

Ülke genelinde düzinelerce, belki de yüzlerce bakım merkezi koronavirüs için kaynayan kazan hâline gelmiş durumda. Pek çok çalışan en nihayetinde bu koşullar altında çalışmaktansa aşevini tercih edecek. Böylelikle de sistem çökecek; bu durumda Ulusal Muhafızlar’ın lazımlıkları boşaltmasını bekleyemeyiz, değil mi?

Uluslararası Dayanışma

Pandemi, ölümcül ilerleyişinin her adımında herkesi kapsayan genel sağlık sigortası ile ücretli izin meselesini gündeme getirmekte. Biden yavaş yavaş Trump’ı ezerken ilericiler, Bernie Sanders’ın öne sürdüğü üzere Herkes İçin Düşük Maliyetli Sağlık Sigortası anlaşmasının sağlanması noktasında birlik olmalı. Sanders ile Warren yanlısı delegelerin Temmuzun ortasındaki Milwaukee’s Fiserv Forum’da oynayacakları bir rol var. Ancak geri kalan bizlerin de sokaklarda eşit derecede önemli görevi bulunuyor. Zorla tahliyeye, işten çıkarmalara ve ödenmeyen tazminatlara karşı mücadele ederek başlamalıyız. (Virüsün bulaşmasından mı korkuyorsunuz? Yanınızdaki protestocu ile aranıza 2 metre mesafe koyun; bu TV’de daha güçlü bir görüntü arz edecektir. Sokaklar üzerinde yeniden hak iddia edebilmeliyiz.)

Genel sağlık sigortası ve bununla bağlantılı talepler yalnızca ilk aşama. İlk münazara sırasında ne Sanders’in ne de Warren’ın, yeni antibiyotiklerin ve antivirallerin geliştirilmesi aşamasında büyük ilaç firmalarının (Big Pharma) geri durmasından bahsetmemeleri hayal kırıklığı yaratmıştı. En büyük on sekiz ilaç şirketinden on beşi tamamen sahadan çekilmiş durumda. Kalp ilaçları, bağımlılık yatıştırıcılar ile erkek iktidarsızlığına yönelik tedaviler en kârlı alanlara işaret ediyor; hastane enfeksiyonları, acil hastalıklar ve tropik öldürücüler değil. İnfluenzaya yönelik evrensel bir aşı (yani virüsün tutunacağı yüzeydeki proteinin değişmez taraflarını hedefleyecek bir aşı) yıllardır gündemde ancak öncelik sıralamasında yeterince kârlı görülmediğinden bu gerçekleşemedi.

Antibiyotik devriminin gerilemesiyle birlikte eski hastalıklar orijinal enfeksiyonlar arasında tekrardan görünür olacak ve hastaneler de kabristanlara dönüşecek. Trump bile fırsatçı bir şekilde reçete maliyetlerinin absürdlüğüne karşı çıkıyor. Ancak bizim ilaç tekelleri ile bağı kesip hayat boyu kamu sağlığı hizmetini sağlayacak daha cesur adımlara ihtiyacımız var. (Örneği şu olabilir: İkinci Dünya Savaşı sırasında ordunun Jonas Salk ve diğer araştırmacıları ilk grip aşısını geliştirmeleri için göreve çağırması) On beş yıl önce Kuş Gribi: Kapımızdaki Canavar kitabımda şöyle yazmıştım:

Aşıları, antibiyotikleri ve antiviralleri içerecek şekilde hayat boyu sağlık hizmeti bir insan hakkı olmalıdır ve bedelsiz, evrensel olarak sunulmalıdır. Piyasalar eğer ki böylesi ilaçları üretmeyi harekete geçmeye değmeyecek kadar kârsız bulursa, o zaman devletler ve kâr amacı gütmeyen kuruluşlar üretim ve dağıtım aşamasında sorumluluğu üstlenirler. Yoksulların hayatta kalması, her zaman için büyük ilaç firmalarının kârlarından daha değerli sayılmalıdır.

Bugünkü pandemi yukarıdaki tartışmayı daha da genişletiyor: Kapitalist globalleştirme artık uluslararası bir kamu sağlığı altyapısı olmaksızın biyolojik olarak sürdürülemez görünmektedir. Ancak böylesine bir altyapı büyük ilaç firmalarının ve kâr odaklı sağlık hizmetlerinin belini kıracak halk hareketleri olmaksızın ortaya çıkmayacaktır.

İnsanlığın hayatta kalabilmesi için, İkinci New Deal’ın ötesine geçen bağımsız bir sosyalist tasarıdan bahsetmekteyiz. İşgal günlerinde ilericiler gelir ve refah eşitsizliğini ilk sıraya koydular ve bu büyük bir başarıydı. Ancak şimdi sosyalistler ikinci adımı atarak acilen sağlık hizmetleri ve ilaç endüstrisini hedef alarak toplumsal mülkiyeti ve ekonomik gücün demokratikleştirilmesini savunmalıdır.

Ancak dürüst olup siyasî ve ahlâkî zayıflıklarımızı da değerlendirmeliyiz. Yeni neslin sola doğru yönelimine ve de “sosyalizm” kelimesinin siyasal söyleme geri dönüşüne heyecanlandığım kadar, ilerici hareket içerisinde yeni milliyetçiliğin simetrisi durumundaki rahatsız edici bir milliyetçi bencilliğin yer aldığını da görüyorum. Anca Amerikalı işçi sınıfından ve Amerika’nın radikal tarihinden bahsediyoruz (muhtemelen Debs’in sonuna kadar enternasyonalist olduğunu da unutarak). Bazen bu sapmalar “Önce Amerika”cıların sol versiyonuna benziyor.

Pandemiye işaret ederken sosyalistler, her fırsatta uluslararası dayanışmanın zorunluluğunu herkese hatırlatmalıdır. İlerici dostlarımızı ve onların politik önderlerini, test kitleri ile koruyucu malzemelerin üretiminin artırılmasına ve hayat boyu kullanılan ilaçların fakir ülkelere bedelsiz dağıtımına yönelik talepleri kitlesel olarak büyütmek için açıktan açığa ajite etmeliyiz. Herkes İçin Düşük Maliyetli Sağlık Sigortası’nın iç politikayı olduğu kadar dış politikayı da ilgilendirdiğini ortaya koymak bize kalmış durumda.

ÇEVİRİ: BERK İLKE DÜNDAR

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
334AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin