yazılariktibasNeoliberal dönemde türk milliyetçilikleri arasındaki hegemonya mücadelesi: 12 Eylül’den AKP Türkiye’sine -Güven...
yazarın tüm yazıları:

Neoliberal dönemde türk milliyetçilikleri arasındaki hegemonya mücadelesi: 12 Eylül’den AKP Türkiye’sine -Güven Gürkan Öztan

279 Takipçiler
Takip Et

Yeniçağ podcastını dinleyin

Türkiye’de milliyetçilik, İslamcılıktan muhafazakârlığa ve liberalizmden solun bazı fraksiyonlarına kadar değişen farklı birçok ideolojiye ve siyasi tutuma nüfuz etmiş bir zihniyet örüntüsüdür. Milliyetçiliğin sınırları bir hayli belirsiz olmakla birlikte, siyaseti ve toplumsal ilişkileri etkileme veya belirleme kapasitesi güçlü ve kapsayıcıdır. Milliyetçilik, diğer ideolojilerle kurduğu girift ilişki sayesinde kendisini çoğu zaman konjonktürel gelişmelere göre dönüştürüp farklılaştırmaktadır; milliyetçiliğe temas etmenin diğer siyasi tutumlar ve ideolojilerde yarattığı etki için de hemen hemen aynı şeyler söylenebilir. Hâl böyle olunca, olguları tahlil ederken tek bir milliyetçiliğe atıfta bulunmaktansa, birden fazla milliyetçiliğin varlığını teslim etmek ve milliyetçiklerin diğer ideolojilerle ilişkiselliğini hesaba katmak analitik açıdan daha güçlü bir başlangıç noktası olacaktır. Bu çerçevede, Thomas Hylland Eriksen’in resmî milliyetçilik ile sivil milliyetçilik arasında yaptığı ayırımı[1] dikkate almak gerekir. Umut Özkırımlı, Eriksen’e referansla, resmî milliyetçilik ile gayriresmî milliyetçiliği birbirinden ayırmaktadır.[2]

Resmî milliyetçilik, kabaca, tepeden dayatılan bir süreçtir ve arkasında bir dizi bürokratik veya kurumsal yapılanma ve uygulama bulunmaktadır. Nihai amacı homojen, çatışmasız ve itaatkâr bir toplum yaratmak olan resmî ideolojinin bir parçasıdır. Devlet aklının güvenlik ve beka kaygılarına göre biçimlenir ve aidiyet, yurttaşlık ve kimlik konusundaki sorunları sınırları belli bir milli kimlik tanımı üzerinden çözmeye çalışır. Diğer taraftan, toplumsal yapının sınıf ve kültür bağlamındaki karmaşık doğası ile siyasetin iç dinamizminin beklenmedik direniş noktaları oluşturması ve resmî milliyetçilik tarafından önerilen bazı argümanları değiştirmesi nedeniyle, resmî ideolojinin şablonunun topluma bire bir eklemlenmesi mümkün değildir. Bu aşamada, Özkırımlı’ya göre, gayriresmî milliyetçilikler devreye girerek milliyetçi ideolojinin standart iddiaları ile uyumlu ancak resmî milliyetçilikten farklı “alternatifler” oluşturmaya başlamaktadır. Söz konusu olan duygulara daha fazla hitap eden, canlı, tepkisel ve gündelik hayatla yakından ilişkili alternatiflerdir. Gayriresmî milliyetçilikler resmî milliyetçilik ile bazı durumlarda uzlaşır veya örtüşürken, bazı durumlarda da onunla yarışmaktadır. Bununla birlikte, sonuç olarak, bu iki milliyetçilik tipi karşılıklı olarak birbirine bağımlı olduğundan aralarında simbiyotik bir ilişki bulunmaktadır.[3] Buna ilaveten milliyetçilik(ler) söz konusu olduğunda “büyük resmi” görebilmek için, resmî milliyetçilik ile gayriresmî milliyetçilik arasındaki ilişkinin kodlarını çözmek yetmemekte, ayrıca bunların sınıfsal ve kültürel tabanlarını da ayrıntısıyla incelemek gerekmektedir.

Bu bölümde amaçlanan, resmî milliyetçilik(ler) ile gayriresmî milliyetçilik(ler) arasındaki farklılaşmayı görmezden gelmeden, neoliberalizmin kendini kademe kademe tahkim ettiği son otuz yılda Türkiye’de yaşanan değişimleri ve tüm bu değişimlerin dayandığı sınıfsal tabanları milliyetçilik(ler) bağlamında tartışmaktır. 1980’lerden bu yana yaşananları aydınlatabilmek için, öncelikle artakalmış milliyetçiliğin (milliyetçiliklerin) mirası ele alınacaktır. İkinci olarak, Türk milliyetçiliklerini ortak bir zeminde tutan politik gelişmeler listelenecektir. Son olarak, söz konusu değişikliklerin dönemlere nasıl ayrıldığı gösterilmeye çalışılacaktır. Bu çerçevede, 1980’den sonra, Bir tarafta neo-Kemalist ve Türk-İslam sentezci milliyetçilik ve diğer tarafta neoliberal milliyetçilik olmak üzere Türk milliyetçilik(leri) arasında bir hegemonya kurma mücadelesi yaşandığını, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) iktidara geldiği 2002 yılında bu mücadelenin sertleştiği ve milliyetçilik(ler) arasındaki geçişkenliğin arttığı öne sürülmektedir. Kemalist milliyetçiliğin farklı yorumları (özellikle ulusalcılıkve seçkinci milliyetçiliğin) ile Türk-İslam sentezci milliyetçiliğin kısa süreli ittifak yaptığı bu yeni dizilimde, orta sınıfın terkibini (ve parçalanmasını) etkileyen neoliberal siyasetin kriz doğuran sonuçlarının devreye girdiği savunulmaktadır. 2015’te çözüm sürecinin sona ermesiyle netleşen, 15 Temmuz’da darbe girişimi sonrasında yeni bir faza geçen AKP’nin makbul milliyetçilik tanımının İslam-Türk sentezci bir milliyetçiliğe dönüştüğü ve büyük ölçüde resmî milliyetçiliğin yerini aldığı iddia edilmektedir.

Milliyetçiliklerin Tortusunu Keşfetmek

Türkiye’de milliyetçiliğin tarihi Kemalizm’in tarihine göre çok daha derinlere kök salmıştır; yine de Kemalizm, yeni kurulmuş Cumhuriyet’in hâkim ideolojisi olarak, Türk milliyetçiliğini Batıcılık ile buluşturarak kendi siyasi tahayyülünün merkezine yerleştirmiş ve onu resmileştirmek suretiyle büyük ölçüde rakipsiz kılmıştır. Erken cumhuriyet döneminde resmî milliyetçilik hâline gelmiş olan Kemalist milliyetçilik, özü itibarıyla pozitivist ve seküler niteliği öne çıkan, ilerlemeci vurguları belirgin bir milliyetçilik tipidir. Solidarist-korporatist özellikleri kolayca tespit edilebilen Kemalizm organik bir ulus tanımına sahip çıkmaktadır. Irk ve kültürün yurttaşlığı biçimlediği 1930’lu yıllarda ivme kazanmış olduğu için “makbul” vatandaş tanımı içinde etnik referansları da bolca bulundurmaktadır.[4]

Kemalist milliyetçilik Cumhuriyet’i kuran orta sınıfın ellerinde hayat buldu ve serpildi. Kendisini ulus-devlete ve ulus-devlet ile özdeşleştirdikleri laik cumhuriyete adamış olan bu orta sınıf modernleşme ve sekülerleşmeyi bir bütün olarak gören bir düşünce yapısına sahipti. Kurucu aktörler devletin imkânları vasıtasıyla, Kemalist milliyetçiliğin temel prensiplerini topluma yaymaya çalıştı; aynı zamanda, bu prensipler kurucu orta sınıfın hayat tarzı olarak şehirlerin merkezlerinde de giderek güç kazandı. Sonuçta, üyeleri çoğunlukla kentli ve okuryazar olan bir kesim, resmî milliyetçiliği benimsemek suretiyle, siyasi ve ekonomik açıdan görece etkin bir konuma yükseldi. Aynı dönemde Kemalist milliyetçiliğin yanı sıra, Pantürkçü ve ırkçı bir gayriresmî milliyetçilikten bahsetmek de mümkündü.[5] Savunucuları, direkt resmî milliyetçilik ile değil de 1938 sonrası bilhassa hükümetle ve dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile örtük bir siyasi mücadeleye giren Pantürkçü milliyetçilik, II. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde ve savaş sırasında propagandif gücünü önemli ölçüde artırdı. Fakat konjonktürel sebeplere (örneğin Almanya’nın askerî açıdan yenilgiye uğratılması) bağlı olarak, Pantürkçü milliyetçilik hegemonik bir konum elde etmeyi başaramadı. Yine de, etnik milliyetçilik ve ırkçı eğilimler uzun vadede mevcudiyetlerini korumaya ve dönemsel olarak resmî milliyetçiliği etkilemeye devam edecekti.

Zamanın ruhuna uygun olarak, resmî milliyetçilik Soğuk Savaş döneminde mukaddesatçı eğilimleri içererek yeniden formüle edildi ve her şeyi kapsayan komünizm karşıtlığı bu resmî milliyetçiliğin merkezî öğelerinden biri hâline getirildi. Diğer taraftan, Soğuk Savaş döneminde görülen gayriresmî milliyetçilikler, tek parti döneminde olmadıkları kadar çeşitliydi ve 1960’tan sonra siyasi partiler ve örgütlerde temsil edilmeye başlandılar. 27 Mayıs 1960 darbesini takip eden yıllarda ortaya iki ana milliyetçilik modeli çıktı. Birincisi, antiemperyalizmi kuvvetle vurgulayan, aydınlanma mirasını önemseyen, seküler çizgisi net sol Kemalist milliyetçilikti. İkincisi ise Milliyetçi Hareket Partisi’nde (MHP) ifadesini bulan doktriner Türk milliyetçiliğiydi. MHP kadroları, antikomünizm sloganının arkasına gizlenip paramiliter güçlerini kullanarak şiddet olayları tertipledikleri 1970’li yıllarda, İslam’ın Türklüğün özünü oluşturan unsur olarak kabul edildiği bir milliyetçilik anlayışı geliştirdi. Bu anlayış, laiklikle doğrudan çatışmasa da dinî söyleme mesafeli yaklaşan resmî milliyetçilikten kısmen ayrışmaktaydı. MHP, milliyetçi-muhafazakâr kimliği sayesinde hem taşrada hem büyük şehirlerde özellikle de taşralı orta ve altsınıflar arasında popüler hâle geldi.[6] 1970’li yıllarda Aydınlar Ocağı gibi sağcı kuruluşlar, Türk-İslam sentezinin yeni yorumlarını üretmek suretiyle bu sürece katıldı. Bu esnada, ulusalcı sol veya sol Kemalist kadrolar kurucu orta sınıfın temel özelliklerini ve ilerlemeci endişelerini muhafaza etti. Bu kesimin mensupları, sosyopolitik kaygılar nedeniyle, siyasi izdüşümlerinin sivil-askerî bürokratik seçkinlere daha yakın olduğunu hissettiler. Bir taraftan modernist-laik, bir taraftan da –tam bağımsızlığı savunan– antiemperyalist bir söylem ürettiler. 1960 ve 1970’lerin siyasi kutuplaşmasıyla kamufle edilmiş olmakla birlikte resmî milliyetçiliğin savunucuları ve Türk-İslam milliyetçileri Kıbrıs başta olmak üzere bir dizi “milli mesele”de zaman zaman benzer argümanları savunmuşlardı. Yine de, siyasi sembolleri, referans noktaları, hitap ettikleri toplumsal kesimler o kadar farklıydı ki bu ikisi arasındaki bazı paralellikleri tespit etmek uzun zaman aldı.

Türkiye’deki siyasi hayata bir kâbus gibi çöken 12 Eylül 1980 darbesi, birbiriyle rekabet hâlindeki bu milliyetçiliklerin pozisyonlarında kısmi değişimlere yol açtı. 12 Eylül’den sonra, darbenin liderleri tarafından teşvik edilen resmî milliyetçiliğin bir yönü, Mustafa Kemal Atatürk kültü ve sürekli tekrarlanan Atatürk milliyetçiliği vurgusuydu. Diğer yönü ise toplumun çok yönlü olarak Türk-İslam sentezci endoktrinasyona tabi tutulmasıydı. Muhafazakâr-milliyetçi örgütler kriz dönemlerinde İslam’ı bir nevi “birleştirici unsur” olarak kullanmak isteyen kadroları yönlendirdi; ancak bu yönlendirme Cumhuriyet’in temel ilkeleri ve yurttaşlık etiği ile doğrudan ters düşülmediği izlenimi verilerek yapıldı. Bunun sonucu, resmî milliyetçiliğin büyük ölçüde Türk-İslam sentezci motiflerle bezenmesiydi. Kurucu ideolojinin işaret ettiği ulusal kimlik ve seküler dinamikleri “restorasyona” tabi tutulmaktaydı.

İzleyen yıllarda, resmî milliyetçilik ile alternatifleri arasında şiddetli bir mücadeleye tanık olunacaktı. Bu bölümün kalan kısmında, resmî milliyetçilik ve gayriresmî milliyetçilikleri ele almak suretiyle, Türk milliyetçiliklerinin 1980’lerden bu yana aldığı biçimlere dair bir sınıflandırma sunmaya çalışılacaktır. 1980 sonrası dönem üç alt döneme ayrılarak incelenecektir: “1980’ler: 12 Eylül’ün gölgesinde Türk Milliyetçilikleri ve Yeni Osmanlıcılık”; “1990’lar: Resmî Milliyetçiliğin Krizi”; “2000’ler: Neoliberal Milliyetçiliğin Hegemonyası ve Resmî Milliyetçiliği Onarmaya Yönelik Çabalar”.

12 Eylül’ün Gölgesinde Türk Milliyetçilikleri ve Yeni Osmanlıcılık

Yukarıda kısaca bahsedildiği üzere, 12 Eylül 1980 darbesini izleyen ilk yıllarda, resmî milliyetçilik kendisini hem sağ Kemalizm hem de Türk-İslam sentezci önkabuller üzerinden yeniden inşa etmek suretiyle melez bir karaktere büründü. Bu esnada, MHP çizgisi, yönetim kadrolarının yaşadığı kafa karışıklığı nedeniyle sendelemekteydi. Komünizme karşı verilen mücadele adına darbe öncesinde silahlı saldırılar düzenlemiş olan ülkücü kadrolar, bu örgütlü şiddeti devleti korumak için gerçekleştirdiklerine emindi. Buna karşılık, 12 Eylül darbesinin aktörleri sadece solcuları değil bazı ülkücüleri de tutuklayıp yargılamaya başladığında ülkücülerin şaşkınlıktan dili tutuldu ve MHP kadroları kendilerine “devletin kendi öz çocuklarını nasıl hapsedebildiğini hatta idam edebildiğini” sordular. Bu travmadan sonra, özellikle de hapishanede oldukları dönemde, MHP’lilerin bir bölümü İslamcı argümanlara ve stratejilere daha fazla sırtlarını yaslamaya başladı.[7] 1990’ların başlarında, hareket içinde İslamcı çizgiye kayanların bir kısmı, ideolojisinde ümmet motifleri bulunan Büyük Birlik Partisi’ni (BBP) kurmak üzere Muhsin Yazıcıoğlu’nun liderliğinde ülkücü hareketten kopacaktı.[8]

1980 öncesinde MHP kadrolarında yer almış ancak darbe rejiminin gazabını çekmekten kurtulmuş ülkücüler, 1983’te demokratik siyasete dönülmesinin ardından, yeni kurulan Anavatan Partisi (ANAP) çatısı altında siyasete devam etmeyi tercih etti. Turgut Özal’ın liderliğindeki ANAP, siyaseti teknik bir idareye indirgeyen genel tavrıyla, 12 Eylül darbesinin liderleri tarafından başlatılan piyasa ekonomisine hızlı geçişe öncelik verdi. “Büyük Türkiye” ve “birinci lige çıkma” hayallerinin popüler olduğu bu dönemde, izleyen yıllardaki siyaseti kökten etkileyecek bazı toplumsal gelişmeler de yaşandı. Bilhassa, taşrada yaşanan çözülme nedeniyle şehirlere göçün hızlanması ve yeni kapitalist aktörlerin yükselişi çarpıcı gelişmelerdi.

Kurucu orta sınıfın en önemli özelliği olan eğitimlilik, müteşebbislik ile taçlandırılmadığı müddetçe artık eskisi kadar cazip değildi. Müteşebbis ruh sayesinde piyasa ekonomisinde yükselme arzusu ve istikrar endişesi yeni orta sınıfın bileşiminde anahtar rol üstlendi.[9] Bu atmosferde, resmî milliyetçiliği “kalkınmacı” bir eksende liberal unsurlarla yumuşatma eğilimi ortaya çıktı. Diğer taraftan, birkaç istisna haricinde, söz konusu eğilim resmî milliyetçiliğin tabularıyla uğraşmaktan imtina etti, kendisini kurucu ideolojinin eleştirisiyle sınırlı tuttu.[10] Resmî milliyetçilik tarafından neredeyse tabulaştırılan Cumhuriyetin ilk dönemlerine ilişkin meselelerin siyasi iktidarlar tarafından tartışılması için 2000’lere kadar beklemek gerekecekti. O zaman bile söz konusu tartışma sadece pragmatik amaçlarla, yeni iktidarın hegemonyasına hizmet etmesi için yapılacaktı.

Bu bölümün çizdiği çerçevede, Turgut Özal’ın cumhurbaşkanlığı dönemi (1989-1993) Yeni Osmanlıcılık hakkında yapılan tartışmalar nedeniyle önem taşımaktadır. Özal’ın cumhurbaşkanlığı, Türkiye için “fırsatlar” yaratma eğiliminin 1991 sonrasında değişen dinamikler, özellikle de SSCB’nin dağılması, bağlamında ivme kazandığı bir dönemdi. Batı’da ileri sürülenin aksine Özal Batı ile İslam dünyasının yakın işbirliği yapabileceğini düşünüyordu. Bu işbirliğini de kapitalist ekonomi ve liberalizm üzerinden tanımlıyor,[11] Türkiye’nin bu bağlamda kritik bir rol üstleneceğini ileri sürüyordu. Bölgesel güç olmak için ona göre hem İslam bağı hem de ekonomik refah kartı gerekliydi.

Turgut Özal ve çevresindeki liberal entelektüel çevre, 1980’lerin sonlarından itibaren, “büyük” ve “güçlü” bir Türkiye kurulması adına hem bastırıldığı iddia edilen kimliklerin ifade edilmesine yönelik olarak ülke içinde yükselen taleplere yanıt verilmesi hem de dış ilişkilerde bir etki alanı yaratacak “aktif” bir siyaset izlenmesi stratejisine paralel olarak Yeni Osmanlıcılığı bir referans noktası aldı. Nihayetinde, Türkiye’nin 1980’lerdeki sorunları çözecek bir model olarak Osmanlı geçmişini ihya etme çabasının ürünü olan Yeni Osmanlıcılık, ilk başlarda, geleneksel Osmanlı “çoğulculuğu” ile çağdaş liberal çokkültürlülüğün birleştirilmesi olarak tahayyül edilmişti.[12] Özal’a göre Osmanlı mirası ile olumlu mânâda yüzleşilmeli ve Osmanlı geçmişinden bugüne dair dersler çıkarılmalıydı. Bu derslerin başında “hoşgörü” ve “çoğulculuk” vardı.[13]

Özal’ın “Osmanlı modeli” ile başarılı kabul ettiği Amerikan çokkültürlülüğü arasında benzerlik kurduğu iyi bilinen bir gerçektir. Hâl böyleyken, Özal dönemindeki Yeni Osmanlıcılığın İslami bir nüve barındırdığı inkâr edilemeyecek olmakla birlikte, söz konusu argümanın Batı ile barışık ve kendi içinde liberal unsurlar taşıyan entelektüel bir çerçeveye üç aşağı beş yukarı karşılık geldiği de aşikârdır. Yılmaz Çolak’ın dile getirdiği gibi: “Emperyal Yeni Osmanlıcı vizyon, Osmanlının kültürel kimliğini Batı karşıtı bir değer olarak değil, küreselleşen Batı dünyasının bir parçası olarak algılamaktaydı.”[14] Bu hâliyle milli kimliğin yeniden tanımlanmasında referans noktası olarak kullanılmak istendi. Ancak resmî milliyetçiliği bütünüyle ikame edecek güçte değildi, bir diğer ifadeyle yeteri kadar olgunlaşmamıştı.

Özal’ın 1993’te vefat etmesinden sonra, liberal eğilimli Yeni Osmanlıcılık fikri de popülerliğini kaybetti. Bununla birlikte, siyasal İslamcı Refah Partisi (RP) ve etrafındaki İslamcı yazarlar, Yeni Osmanlıcılık fikrini Batı karşıtı ve daha dinî bir çerçeveye yerleştirmek suretiyle devam ettirmeye koyuldular. İzleyen dönemde İslamcılar arasında İslami düzende çoklu hukuk düzeni hakkında yapılan tartışmalar Türkiye’nin milli kimlik sorunsalına ve laiklik-İslamcılık gerilimine cevap olarak sunulmaya çalışıldı. Rusya-Çeçenistan arasındaki çatışmalara ve Bosna Savaşı’ndaki Sırp milliyetçiliğine tepki olarak Batı karşıtı söylemin artması, RP’nin benimsediği Yeni Osmanlıcılığı ümmetçilik ile özdeşleştirdi. Hem etkinliklerini ve etkilerini bilhassa 1994 yerel seçimlerinden sonra artıran RP’li belediyeler hem de İslamcı yazarlar Osmanlı geçmişinin kolektif hafızasını ritüeller ve sembollerle canlı tutmaya çalıştılar ve Türk kimliğini bu çerçevenin içine yerleştirdiler. Bu sırada, Kemalist milliyetçiliğin (milliyetçiliklerin) destekçileri, 1990’ların geri kalan kısmını büyük ölçüde Osmanlı İmparatorluğu’nun bu şekilde popülerleştirilmesine ve İslamcı kimlik inşasına alternatif aramakla geçirdiler.

1990’lı Yıllar: Resmî Milliyetçiliğin Krizi

1990’lı yıllar, resmî milliyetçiliğin ve bu milliyetçiliğin taraftarlarının kriz yaşadığı ve bata çıka ilerlediği bir dönemdi. Soğuk Savaş sona ermişti ancak iki kutuplu dünya düzeninin devletlerin politikalarına ve reel siyasete yerleştirdiği dar kalıpları kırmak henüz mümkün değildi. Üstelik Türkiye’de resmî milliyetçilik, hem küresel hem de yerel seviyelerde yaşanan çok boyutlu gelişmelerle sarsıldığı gibi, gözle görülen bu çalkantılara tatmin edici cevap da bulamamıştı. Burada iki unsur hemen dikkat çekmektedir: Dışta, kapitalizmin bir veçhesi olarak küreselleşmenin siyasi egemenlik kavramına yaptığı dönüştürücü baskı; içte, resmî ideolojiyi krize sokan iki köktenci olgu, yani siyasal İslam’ın yükselişi ve keskinleşen Kürt sorunu.

1990’larda, Kemalizm’i savunmalarıyla bilinen gazeteci ve akademisyenlerin suikaste kurban gitmesi ve Sivas Madımak katliamı gibi olaylar[15] ilerici-laik aydınların rejimin geleceğinden ciddi ölçüde endişe duymasına yol açtı. Buna ilaveten, 1994 yerel seçimlerinde artan oy oranıyla RP’nin güçlenmesi, sekülerizm ile milli kimlik arasında sıkı bir bağ oluşturmuş seküler-cumhuriyetçi kesimleri rahatsız etti. Türk-İslam sentezini savunan ve kendilerini büyük ölçüde “devlet” ve “rejim” ile özdeşleştirmiş olan gruplarda da, bilhassa 1991 sonrası MHP’de, aynı rahatsızlık hissedilmekteydi. Bu rahatsızlık nedeniyle, MHP, İslamcı muhalefet ve gericilikle özdeşleştirilen yaklaşımlarla arasına mesafe koymak için laikliği vurgulayan bir çizgiye kaydı. Bu yönelimin tescillenmesi, siyasete asker aracılığıyla “balans ayarı çekilen” 28 Şubat 1997 müdahalesinden sonra olacaktı.[16] Sözü edilen gelişmelerin ardından, 1999 seçimlerinde MHP, kentli orta sınıfın ağırlıkta olduğu Türkiye’nin batısındaki şehirlerde siyasi bir güç hâline geldi.

1990’lı yıllarda, bu süreci tartışan milliyetçi aktörler ve analistler resmî milliyetçiliğin krizde olduğunu kabullenmekten uzaktı. Krizin bir sebebi, resmî milliyetçiliğin geleceğinden endişeli kitlelerin kabul edebileceği cevapları bulma kapasitesini büyük ölçüde yitirmiş olmasıydı; bu kayıp, alternatif milliyetçilikleri daha cazibeli hâle getirmişti. İdeolojik süreklilik sağlamak ve milliyetçi bir performansa katkıda bulunmak için sergilenen milliyetçi sembollerin kullanımı peyderpey arttı. Resmî milliyetçiliğin açığı milliyetçi simgelerin ve popüler anlatıların kamusal alanı adeta işgal etmesiyle giderilmek istendi.

Yeni şahlanan bu milliyetçiliği harekete geçiren sadece gericilik tehdidi değil, aynı zamanda Kürt ayrılıkçısı PKK’ya karşı girişilen “düşük yoğunluklu” savaştı. Kısa süre içinde şehit cenazeleri, futbol maçları ve hatta konserler bile milliyetçi dışavurumların sahnesine dönüştü. Bu çerçevede, siyasal İslam’ın yükselişine ve Kürtlerin siyasi taleplerinin artmasına tepki olarak Kemalist imgelerin üretimi ve teşhiri de çoğalmıştı. Her meslekteki insanın kullanımına uygun olarak üretilen Atatürk fotoğraflarının, envai çeşit Atatürk rozetinin, ulusal bayrağın ay ve yıldızı ile işlenmiş objelerin, pop müzik konserine dönüşen Cumhuriyet kutlamalarının[17] bu nedenle artmasının, Kemalist sivil toplumun krizle boğuşan resmî milliyetçiliği yeniden düzenleme çabasının bir parçası olarak görülebileceğine hiç şüphe yoktur. Bu yolla, “devletin bölünmez bütünlüğünü” ve “rejimi” sembolize eden metalar, kolektif Kemalist kimliğin, toplumsal ilişkilerin ve özel alanların parçası hâline geldi. 1990’ların maddeci-araçsal arka planında, popüler milliyetçiliğin etki alanını birkaç esaslı değişiklik genişletti; bunların en dikkate değer olanı kitle iletişim araçlarının kullanımındaki çeşitlenmeydi.

1990’ların sonundaki milliyetçi siyasi atmosfer “postmodern” 28 Şubat 1997 müdahalesi ve Öcalan’ın yakalanıp Türkiye’ye getirilmesiyle zirve yaptı. Bu süreçte ilerleyen satırlarda vurgulanacağı gibi hem ulusalcılık hem de Türk-İslam sentezci milliyetçilik kitlesel güç kazandı. MHP, Kürt sorunu ve buna vermeyi uygun gördüğü tepkide sadece resmî tezi kucaklamakla kalmadı, aynı zamanda milliyetçi tepkileri oya tahvil etmeyi de başardı. MHP’nin 1999 seçimlerinde oylarını koalisyon hükümetinin ortaklarından biri olacak kadar artırmasını sağlayan diğer iki unsurdan biri 1990’larda yaşanan toplumsal ve siyasi huzursuzluk, diğeri de partinin kendi içinde geçirdiği dönüşümdü.[18] Partideki değişime bakıldığında, 1990’lı yılların sonundaki MHP’nin piyasacı eğilimlere sempatik bakmaya başladığı, muhafazakârlığını dönüşüme tabi tuttuğu ve de laik rejime bağlılığının altını çizdiği görülmekteydi. Başka bir deyişle, MHP, klasik anlamda bir merkez sağ parti olduğu ve resmî milliyetçiliği savunduğu izlenimini vermeye bir miktar daha yaklaşmıştı. Bununla birlikte, MHP’nin bu yeni imajını ve ani yükselişini uzun süre devam ettirmesi mümkün değildi. MHP’nin, milliyetçi tabanını genişletmesine imkân tanıyan kesimlere verdiği seçim vaatlerini koalisyon hükümetinin bir ortağı olarak tutması olanaksızdı. Söz konusu vaatlerin en çarpıcı olanlarının Öcalan’ın idam edilmesini sağlamak ve başörtüsü sorununu çözmek olması MHP’nin içinde bulunduğu durumu göstermektedir. Daha da kötüsü, parti o dönemde yolsuzluk söylentileriyle çalkalanmaktaydı. 2001 ekonomik krizini ve ardından gelen seçimleri takiben, koalisyon hükümetindeki ortakları ile aynı kaderi paylaştı ve Meclis’e girmek için gerekli %10 barajını aşmayı bile başaramadı.[19] MHP’deki bu keskin düşüşün bir diğer sebebi, krizlerle boğuşan alt-orta sınıftan 2002 seçimlerinde %7,5 oy toplayan Genç Parti’nin (GP) hızlı ve dikkat çekecek ölçüde başarılı yükselişiydi. Genç Parti’nin sağ popülist çizgisi, merkez sağın altının oyulduğu bir dönemde popüler milliyetçiliğin kendini gösterme mecralarından biri olmuştu. Koalisyon hükümetindeki diğer ortaklarıyla birlikte 2002 seçimlerinde parlamento dışında kalan MHP’nin tekrar Meclis’e dönmesi ancak 2007 seçimleriyle ve çoğunluğunu AKP’nin yükselişine yoğun biçimde muhalefet eden Batı Ege ve Marmara bölgelerinden topladığı oylar sayesinde mümkün olacaktı.

2000’ler Türkiye’sinde Neoliberal Milliyetçiliğin Hegemonyası ve Resmî Milliyetçiliği Onarma Çabaları

2000’li yıllarda, resmî milliyetçiliğin içinde bulunduğu krizden neoliberal milliyetçiliğin üstün çıktığı yeni bir döneme geçiş yaşanmaktaydı ve resmî milliyetçilikte esaslı bir tadilat fikri gündemdeydi. Resmî milliyetçilik “donuk” ve “arkaik” olmakla, siyasi ve iktisadi özgürlüklere set çekmekle itham edilmekteydi. 2000’lerin ikinci yarısında, AKP ve destekçisi liberal-demokrat yazarlar tarafından geliştirilen neoliberal milliyetçiliğin resmî milliyetçiliğin “geleneksel” sınırlarını zorladığı öne sürülebilir. Bu yeni durumun arkasındaki ekonomik ve siyasi gelişmeleri analiz etmek, bu dönemin rakip diğer milliyetçiliklerini anlamak için de gereklidir.

2001 ekonomik krizi Türkiye’deki sınıfsal tepkileri ve siyasi dengeleri kökten etkilemişti. Önceki dönemlerde ekonomik açıdan kendilerini kısmen güvende hissetmeye alışmış orta ve üst-orta sınıflar işsizlik ve istikrarsızlık ile tanıştı ve bu yeni durum onların daha katı ve reaksiyoner bir siyasi duruşu benimsemelerine yol açtı. Alt-orta sınıflar ise büyük ölçüde sağ popülizmin etkisi altına girmişti. Genç Parti’nin kısa sürede hızlı yükselişi sağ popülizmin kitleler üzerindeki tesirine örnekti. Ama bu rüzgârla yelkenlerini şişiren asıl aktör şüphesiz AKP’ydi. 2002 seçimlerinde İslamcı AKP’nin tek başına iktidara gelmesi, “milli iradeci” söylemin geri dönüşünün ve Kemalist milliyetçiliklerin daha tepkisel-savunmacı bir pozisyona çekildiği yeni bir siyasi dönemin başladığının işaretçisiydi. Bu aşamada aslen 1990’ların ikinci yarısında çatallanan Kemalist milliyetçiliğin gayriresmî yüzlerini birbirinden ayırmak önemlidir: Bunları seçkinci milliyetçilik ve yeni ulusalcılık olarak tanımlamak mümkündür. Sağ popülizm, seçkinci milliyetçiliğin ve yeni ulusalcılığın savlarına karşı alt-orta sınıfların desteğini devşirerek güçlendiğinden her iki akımın tezlerini özetlemek gerekir.

Seçkinci milliyetçilik, Batılı üst-orta sınıf değerlerini ve yaşam tarzlarını Batı medeniyetine ulaşmanın ideal yöntemi olarak yücelten, Cumhuriyet’in kurucu ideolojisini bu amaca ulaşmak için atılmış büyük bir adım olarak yorumlayan ve siyaseti seçkinci kabul edilebilecek bir perspektiften okuyan kentli-laik-modernist bir tutumdu. Cumhuriyetin ideal yurttaşının günün şartlarına uyarlanarak geri çağrılmasını arzulamıştı. Batı dünyasının hayranlık duyduğu “başarılı Türk” imgesi, seçkinci milliyetçiliğin ulusal gurur abidesiydi. Kemalizm’in Batıcı yönünü ön plana çıkaran seçkinci milliyetçilik, rekabetçiliği ve sürekli çalışmayı bir ulusal kurtuluş reçetesi olarak görmekteydi. “Türk öğün, çalış, güven” düsturu bir çeşit “Türk mucizesi” formülü olarak küresel dünya şartlarına adapte edilmişti. Resmî ideolojinin tehdit olarak sıraladığı unsurlar seçkinci milliyetçilik nazarında bu “mucizeyi” geciktiren, çağdışı girişimlerdi.

Ana akımda kalem oynatan gazeteciler ve Kemalist-modernist olarak bilinen kimi yazarlar tarafından popülerleştirilen seçkinci milliyetçilik, belirgin bir hayat tarzına ve düşünme biçimine yaptığı vurgu nedeniyle modernizmin biçimsel sınırları dışında kalanlara karşı kimi zaman ayırımcı, aşağılayıcı ve hatta cinsiyetçi bir söylem oluşturdu. Söz konusu milliyetçilik temelde etnik özelliklerini öne çıkaran grupları, dönem dönem göçmenleri ve İslami köktencilik ile taşralılıkla özdeşleştirilen kesimleri hedef aldı.

Ulusalcılık ise aslen 1970’li yıllarda Kemalist milliyetçiliğin evrenselci-hümanist öğelerini ön plana çıkaran bir düşünce akımı olarak ortaya çıkmıştı ve Kemalizm’in antiemperyalist bir kimliğe sahip olduğu iddiasının taşıyıcısıydı. Şovenizm ve özcülük ile arasına mesafe koymaya çalışan ulusalcılık, 2000’lerde yerini yeni ulusalcılığa bıraktı. Kökleri 1990’ların ikinci yarısına uzanan ve çok temelde emperyalizme ve “işbirlikçilerine” karşı ulus-devlet savunusu olarak özetlenebilecek olan yeni ulusalcılık,modernist ve laik bir çizgiyi savunmak bağlamında seçkinci milliyetçiliğe benzese de özerk, üçüncü dünyacı, antiemperyalist vurguları dikkate alındığında ondan ciddi biçimde farklılaşmaktaydı. Ulusalcılığın eğilimi, küreselleşme dinamiklerinin her birini emperyalist proje ile özdeşleştirmek ve seküler milliyetçiliği antiemperyalizmin ayrılmaz bir parçası olarak değerlendirmekti. Akademisyen ağırlıklı bir entelektüel grup tarafından geliştirilen yeni ulusalcı fikirler zaman içinde akademik yayınlardan popüler mecralara doğru genişlemeye başladı ve vulger biçimlere büründü.

Farklı seviyelerde de olsa, yeni ulusalcılık, Kürtlere ve aynı zamanda azınlıklara, Türk-İslam sentezci milliyetçiler kadar olmasa da şüpheyle bakmaktaydı. AKP’nin 2002 yılında iktidara gelmesiyle, Türkiye’nin “düşmanlarının” hem içinden hem de dışından siyasi destek temin ettiği inancı perçinlendi. Bu inanış, seçkinci milliyetçilik, yeni ulusalcılık ve Türk-İslam sentezcisi milliyetçilik gibi Türk milliyetçiliğinin farklı versiyonlarını konjonktürel olarak birbirleriyle yakınlaştırdı. Mitsel anlatılar hâline gelen komplo teorileri ve bunlara eşlik eden reaksiyoner ruh hâlleri, aslında birbirinden ayrı duran bu milliyetçilikleri yapıştıran bir zamk vazifesi gördü. Oluşturulan milliyetçi yol haritasında, Avrupa Birliği (AB) adaylık süreci ülkenin bölünmesinin aracı olarak betimlendi, Kürt sorunu ise özgül ve yerel dinamikleri göz ardı edilerek tamamen “yeni emperyalizmle” ilişkilendirildi.[20] Bu eksende, milliyetçilerin kutsal değerlere başvurması ve ulusalcı kesimlerin örgütsel seviyede birlikte hareket etmesi yönünde bir eğilim ortaya çıktı.

Ulus-devletin tehdit altında olduğu varsayımından hareket eden, Kuvayı Milliye’nin (ulusal güçlerin) birleşmesini salık veren Kızıl Elma fikri, militarist bir söylemi bilinçli bir biçimde kullanmak suretiyle ikinci bir “Bağımsızlık Savaşı” başlatılması çağrısı yaptı. Popüler söylemde Kızıl Elma Koalisyonu, siyasi eksenin birbirine zıt tarafındaki milliyetçileri bir araya getirme çabasına karşılık gelmekteydi. 1990’ların sonundan bu yana sağ ve sol unsurların birleşiminden oluşan “milli bir koalisyon”, İslamcı köktenciler, Kürt siyaseti, Avrupa Birliği gibi ortak düşmanlara karşı örgütlenmeye çalışılıyordu. Bu nedenle Batı karşıtlığı ve yabancı düşmanlığı başvurulan söylemde önemli bir yer tuttu.

AKP hükümeti, sık sık Osmanlı’nın son dönemindeki işbirlikçi hükümetlere benzetildiğinden parçalanma ve çöküş bu sürecin kaçınılmaz sonucu olarak görülmekteydi. Gidişata dur demenin ancak “vatanseverlerin aynı cephede buluşması” ile mümkün olduğu düşüncesi hem yeni ulusalcı hem de Türk-İslam sentezci çevrelerde yaygınlaşmaktaydı. Ulusalcılar ile Türk-İslam sentezcisi milliyetçiler tarafından “ikinci kurtuluş savaşı” söyleminin kullanılmasının yanı sıra, Kurtuluş Savaşı, Atatürk ve ulusal fedakârlıklar hakkındaki yazılar ve görseller yoğun bir şekilde paylaşılmaktaydı. Turgut Özakman’ın Şu Çılgın Türkler adlı eserinin gördüğü yoğun ilgi kuşatılmışlık hissi yaşayan kitlelerin ruh hâlinin bir yansıması gibiydi. Bilhassa yeni ulusalcı kesimler, Atatürk’ün ve Kurtuluş Savaşı’nın Üçüncü Dünya için örnek teşkil ettiğini, emperyalizme karşı girişilen bu “yeni savaşın” aynı tepki zincirini yeniden başlatacağını sıklıkla öne sürmekteydi.[21] Böylece, Üçüncü Dünya sadece bir coğrafya veya coğrafi konumlandırma olmaktan çıkıp yeni ulusalcılığın vaatlerine karşılık gelen siyasi bir proje hâlini aldı.[22] Aynı zaman diliminde Avrasyacılık bir dip akıntı olmaktan çıkarak popülerleşti, çeşitli yeni formlara dönüştü hatta kimi muvazzaf ve emekli askerler arasında yaygınlaştı.[23]

Farklı eğilimlerdeki milliyetçi aktörler, güncel meseleleri rejimin ve devletin bekasıyla böylesine kuvvetle ilişkilendirmek suretiyle, sol ve sağ arasındaki ayrımın “suni” olduğunun apaçık ortada olduğunu düşünmeye başladılar.[24] Ulusalcılar ile Türk-İslam sentezcisi milliyetçi örgütlerin omuz omuza durduğu bu gevşek koalisyon, örgütsel seviyede uzun süre bir arada kalamadı. Milliyetçilikler arasındaki rekabet ve tabandaki sosyokültürel farklılıklar kurumsal ve politik işbirliğinin sürdürülebilirliğini olumsuz etkilemişti. Fakat söz konusu kesimler arasında söylem bazındaki yakınlaşma Kürt sorunu ve AB gibi temel meselelerde bir müddet daha devam etti. Bu girişimin ardındaki unsurlar içinde kurucu rejimin ortak ilkeleriyle aynı düşünen milliyetçiliğin değişmez kabullerini, muhalefette olmanın yarattığı siyasi endişeleri ve iktidar karşısında dezavantajlı hissedilmesini saymak mümkündür.

Meselenin beka sorunu olduğu tezi, politik gerginliği ve sokaklardaki toplu şiddet eylemlerini artırmaydı. 1990’lı yılların ortalarından bu yana daha sık meydana gelmeye başlayan ve 2000’lerde ardı arkası kesilmeyen etnik gerilimlerin ve linç eylemlerinin esas sebebi kentlerde faşizan eğilimlerin güç kazanmasıydı.[25] Söz konusu linç eylemleri ilk başta PKK ile doğrudan veya dolaylı olarak ilişkilendirilenleri hedef almış olmakla birlikte sonraki dönemde hedef büyüttü ve sol muhalifleri de kapsadı. Halka “milli refleks” veya “ülkesini seven insanların” anlık tepkileri olarak sunulan bu eylemler aslında çoğu zaman örgütlenen, planlanan ve programlanan saldırılardı.[26] 2002’den bu yana, iktidardaki AKP’nin meşruiyetini sorgulamadıkları sürece, bahsedilen linç kampanyaları hükümet tarafından ciddi bir sorun olarak algılanmamıştı. Hatta çatışmaların yeniden başladığı 2015 Yaz’ından itibaren benzer şiddet eylemleri nicelik ve nitelik açısından artış göstermişti.

AKP’nin Yükselişi ve Neoliberal Milliyetçilik

Ekonomik krizler ve yolsuzluk suçlamalarının tepe noktasına ulaştığı 1990’ların ikinci yarısından 2000’lerin başına hem merkez sağ hem de merkez sol siyaset adım adım çöktü. Onunla birlikte sağ popülizm ve liberal görünümlü yeni bir İslamcılık yükselişe geçti. 3 Kasım 2002 seçimlerinin galibi AKP, içinde kolaylıkla ayırt edilebilen muhafazakâr motifler de barındıracak bir neoliberal siyasi dönüşümün habercisi oldu. Milli Görüş hareketi içinde yetişmiş olan AKP kurucuları, 28 Şubat 1997 müdahalesinin ardından Batı dünyası ile “barışık” ve “liberal değerlerle uyumlu” yeni bir söyleme geçmenin gerekli olduğunu fark etmişti ve merkez sağa oynayarak geniş bir kitlenin, kısmen siyasi konjonktürün de etkisiyle, desteğini almıştı. Anavatan Partisi’ne çok benzer bir şekilde, AKP de Türk sağının kendi içindeki farklı eğilimleri birleştirmeyi amaçlayan bir stratejiyi ve “milli irade” söylemini merkeze koyan sağ popülist bir politik hattı izledi.

Hakan Yavuz’a göre, RP’nin lideri olarak açıkça İslamcı bir duruş sergilemiş olan Necmettin Erbakan’ın geleneksel siyaset çizgisinden ayrılması sonrasında, AKP’nin hızla yükselmesinin ardında şu iki temel unsur bulunmaktaydı.[27] Birincisi, kökenleri Turgut Özal’ın uyguladığı neoliberal ekonomik politikalara kadar götürülebilecek olan ancak yerleşik düzene meydan okuma gücünü (28 Şubat’taki postmodern müdahaleye rağmen) özünde 2000’li yılların başında kazanan taşra kökenli yeni burjuvaziydi. Muhafazakâr müteşebbislerin ve patronların kulübü olarak kurulan Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği’nin (MÜSİAD) ekonomik faaliyetlerden aldığı payı, kentlileşip tabanını genişletmek ve yeni sektörlere girmek suretiyle artırmış olması dikkat çekiciydi. Ekonomik açıdan liberal, siyaseten muhafazakâr olan Anadolu şehirleri ve kasabalarıyla ilişkilerini devam ettiren işinsanları Milli Görüş hareketinden çıkan “reformcu” kanata yakınlaşmaya başladılar. Buna ilaveten, muhafazakâr ve dindar küçük esnaf ve tüccar da bu partinin 2001 krizinin ardından “istikrar” getirmesini umduğu için, AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan’ı destekleyen gruba katıldı.

Yavuz’un bahsettiği diğer unsur, “devlet kontrolü dışındaki yeni aydın çevresi” idi. Geleneksel seçkinlere karşı nüfuz savaşına girişen liberal eğilimli aydınlar, Kemalizm ve genellikle onunla özdeşleştirdiği sol siyasetle kavgalıydı. Tüm solcu veya sosyalist akımları otoriter-ilerlemeci yeni ulusalcılık ile özdeşleştirmeye dönük bu eğilim, AKP iktidarına karşı sergilenen muhalefetin meşruiyetinin azaltılması çabalarına liberallerin destek vermesine yol açtı.[28] Bu çevrenin neoliberal düşünceyle yakın ilişkisi, siyasi liberalizmi ve ekonomik liberalizmi “ayrılmaz bir bütün” olarak kavrayışları, ilaveten Türk siyasi tarihini ve mevcut siyasi konumlanmalarını neredeyse tamamen merkez-çevre odaklı bir perspektiften değerlendirme eğilimleri, AKP’nin kendi ideolojik hegemonyasını inşa etmesine katkıda bulundu. Bu hegemonya, kurucu ideolojinin seküler-solidarist toplum tahayyülüne karşı İslam-Türk sentezine dayalı yeni bir kimliğin inşası için zemin hazırladı.

İzleyen bölümde, AKP etrafında oluşan ideolojik hegemonya ile milliyetçilik(ler) arasındaki ilişkiye odaklanmak suretiyle, AKP’nin neoliberal milliyetçiliğini aşama aşama İslam-Türk milliyetçiliğine dönüştürmeye başladığı öne sürülecektir. Ancak öncelikle bir hususu açıklığa kavuşturmak gerekmektedir. Daha güçlü İslamcı eğilimleri olan milliyetçiler ile Türklüğe vurgu yapan milliyetçilerin ilk günlerden itibaren AKP’de bir arada yaşadığını ve aynı sağ popülist söylemi paylaştığını akıldan çıkartmamamız gerekir. Partide kimin daha güçlü bir konumda olduğu konjonktürel gelişmelere bağlı olarak zaman içinde değişmekle birlikte, hiçbirinin uzun müddet neoliberal ekonomik düzenlemelere ve bunların getirdiği sosyopolitik dönüşüme karşı çıkmadığı da ortadadır.

AKP’nin “Makbul Milliyetçiliği” ve Rakipleri

AKP’nin yükseliş aşamasında güç kazanan ve lider kadrosunun sağ popülist söyleminde önemli bir yer tutan neoliberal milliyetçilik, özünde, piyasa ekonomisi ve aktörleri ile barışık, milliyetçi sembollerle “ileri demokrasi” söylemini harmanlayan, sağ popülist dile, muhafazakâr ve dinî motiflere başvurarak sistemik gerilimi azaltmaya çalışan bir milliyetçilik türüydü. Türk sağının kalkınma vurgusunu miras olarak alıyor, kapitalist ekonominin altsınıflar üzerinde yarattığı dezavantajlı durumu söylemsel düzeyde “milli irade” ile mekanik düzeyde ise kamu kaynaklarının güdümlü transferi ve İslamcı sosyal ağlar ile hafifletmeyi amaçlıyordu. Erdoğan 2007 seçimlerinden itibaren çok daha net bir biçimde Menderes ve Özal geleneğine sahip çıktığını ileri sürerek merkez sağın kalkınmacılığını ve “makbul milliyetçiliğini” AKP’ye devşirmişti.

AKP’nin bilhassa ilk dönemindeki yaklaşımı, kurucu milliyetçiliğin “günahlarını” mahkûm etmek suretiyle neoliberal çağın egemen güçlerinin reel çıkarlarına ters düşmeyen, “yeni” ve “makbul” bir milliyetçilik inşa etme çabasının ürünüydü. Resmî milliyetçiliğin şu ya da bu biçimde yaptığı baskıdan boğulan farklı siyasetlerden yazar ve düşünürler, Türkiye’nin demokratikleşmesi önündeki sorunların gerçek kaynağını ulus-devletin kuruluş sürecindeki rol paylaşımında görmüş, ancak sesleri çoğu zaman bastırılmıştı. AKP’nin de hem irtifa kazanan neoliberal dalga hem de içinden çıktığı İslamcı muhalefet nedeniyle söz konusu eleştirilere kulak vermesi, kendini liberal ve demokrat olarak tarif eden çevrelerin uzun bir süre AKP’ye sıcak bakmasına yol açtı. AKP hükümetinin ilk yıllarında gerçekleştirdiği reformlar, AB sürecine karşı başlarda sergilediği olumlu yaklaşım, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin siyasete müdahalesini liberal demokratik normlara referansla durdurma çabası söz konusu sempatinin artmasında etkili oldu.

Kentli, laik orta ve üst-orta sınıfların, içinden çıktığı İslamcı gelenek yüzünden şüpheyle yaklaştığı AKP, iktidarının ilk döneminde kamusal alanda cumhuriyetçi önkabullerle ve rejimin sembolleriyle çatışan bir profil sunmaktan bilhassa kaçındı. Aksine, mümkün olan her fırsatta, Recep Tayyip Erdoğan ve partinin diğer üyeleri, kendilerine yöneltilmesi muhtemel eleştirileri boşa çıkarmak için, demokrasiye, özgürlüklere ve anayasaya olan bağlılıklarını vurguladı.[29] Cumhuriyet tarihinin tabu olarak bilinen meselelerinde alenen görüş bildirilmedi. Mustafa Kemal Atatürk’ü değil, İsmet İnönü dönemini eleştirmekle yetindi. Bu ilk dönemde resmî milliyetçilik tartışmalarından, olur da Kemalizm üzerinden bir rejim tartışmasına evirilebilir diye genellikle uzak durulmaktayken, AKP iktidarının ikinci ve üçüncü dönemleri için bu tespiti yapmak mümkün değildir. Bunun sebebi, ardı ardına gelen seçim zaferleriyle konumunu sağlamlaştırmış olan AKP’nin kendi hegemonyasını seküler milliyetçi aktörleri, siyasi ve bürokratik alandan dışlayarak sürekli kılmak istemesiydi. AKP’nin ikinci dönemine rastlayan ve ordudan sivil topluma uzanan siyasi davalar silsilesi aynı zamanda kurucu ideolojinin eleştirisi ile el ele yürütülmüştü. AKP’nin organik aydınları askerî seçkincilik ile özdeşleştirdiği Kemalizm’i ve dolaylı olarak CHP’yi ve seküler sol kesimleri darbelerin asli kaynağı olarak göstermeyi sürdürmüştü.

AKP’nin iktidarını pekiştirmesi sonrasında resmî milliyetçiliğin yeniden üretim alanları ve ritüelleri adım adım tartışmaya açıldı. Erken cumhuriyet yıllarının tartışmalı konuları artık güncel siyasi tartışmanın merkezindeydi. Öyle ki dönemin başbakanı Erdoğan 2011 Sonbahar’ında Dersim Tertelesi’nden bahsederken “eğer devlet adına özür dilenecekse, böyle bir literatür varsa ben özür dilerim, diliyorum” diyecek fakat sonraki tartışmalarda asıl hedefin yüzleşme değil siyasi pragmatizm olduğu anlaşılacaktı. Zira gerçek bir yüzleşmenin gerekli aşamaları konusunda hükümet hiçbir adım atmadı.

AKP karşısında uzun süre aynı saflara çekilen seçkinci milliyetçilik ve Türk-İslam sentezciliği AB reformlarına sert çıkışlarıyla AKP ve liberal çevreler tarafından “gayrimeşru” kılınmıştı. Onlara göre reformlara direnme çabası “eski Türkiye”nin refleksiydi. AKP hükümeti tarafından, Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) iktidarda olduğu tek parti döneminde uygulanmış otoriter politikalara getirilen şiddetli eleştiriler, bu partiye ve Batıcı, kentli laik müttefiklerine yönelik açık bir mesajdı. CHP’nin neoliberal politikaların neden olduğu yıkımlara sırtını dönen tavrı ve dar bir kurucu ideoloji tanımı üzerinden yaptığı muhalefet, Cumhuriyet Mitingleri eşliğinde 2007 cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında yaşanan kutuplaşmalar AKP’nin benzer eleştirileri uzun müddet yeniden üretmesini sağladı.[30] Takip eden zaman diliminde de AKP, CHP’nin tavrını seçkinci milliyetçilik ile eşdeğer göstererek itibarsızlaştırmaya çalıştı. Ayrıca partinin ikinci iktidar döneminde daha sık duyulan otoriterlik şikâyetlerini bu biçimde bertaraf etmeyi denedi.

AKP’nin sonradan müttefiklik ilişkisi kuracağı MHP ile gerilimi ise daha iktidarının ilk yıllarında başlamıştı. AKP, MHP’nin temsil ettiği Türk-İslam sentezci milliyetçilik için de çekim merkezi olmayı hedeflemiş ve bu nedenle MHP’nin kendini gösterdiği alanlarda var olmaya çalışmıştı. 2006 Sonbahar’ında Ertuğrul Gazi’yi anma törenleri sırasında AKP’li ve MHP’liler arasında çıkan kavga her iki tarafın milliyetçilik yarışına girmesiyle bir süre daha devam etmişti. AKP’nin ikinci döneminde partililer MHP’yi kimi zaman ırkçılık ve kafatasçılık yapmakla kimi zaman da partinin gençlik örgütünün görünürlülüğünün arttığı şehit cenazeleri üzerinden suçlamıştı.[31] MHP’liler 1990’lı yıllardaki şehit cenazelerinde zaten varlığını göstermişti, ancak 2000’li yıllarda bu cenazeleri AKP’yi eleştirmenin bir zemini olarak kullanmaya başladılar; bu durum ise cenazeleri siyasi çıkarları için istismar etmekle suçlanmalarına yol açtı.

AKP tarafından muhalefetin milliyetçilik çıkışlarına dair gündeme getirilen eleştiriler sanıldığının aksine AKP ve yakın çevresinde milliyetçi ideoloji ile epistemolojik zeminde ve siyaseten gerçek bir hesaplaşma yapıldığı anlamına gelmemekteydi. Karşı çıkılan sadece kanıksanmış ritüellere hapsolmuş Kemalist milliyetçi dışavurumlar ve politik muhaliflerin “makbul olmayan/kötü” milliyetçiliğiydi. Erdoğan her fırsatta MHP’nin ve CHP’nin temsil ettiğini ileri sürdüğü milliyetçiliğe karşı kendi “müspet milliyetçiliğini” anlatıyordu. AKP iktidarının ikinci döneminde, Kasım 2010’da, Erdoğan’ın partisinin grup toplantısında yaptığı konuşma, bu yaklaşımın dramatik bir örneğini sergilemekteydi. Erdoğan, özelde kendi partisinin ve genelde iktidar bloğunun milliyetçilik yorumunu içeren konuşmasında, şöyle konuştu:

“Milliyetçilik kafatasçılık değildir. Milliyetçilik, slogan atmak, çeşitli sembollerle tezahüratta bulunmak, hoşgörüsüzlüğü bir ideoloji olarak dayatmak hiç değildir. Milliyetçilik, belli idealler, belli değerler etrafında buluşmak, bir gelecek vizyonu etrafında kenetlenmek, insanlığın tamamının huzur ve barışı adına tek yürek hâline gelmektir. Ortak tarih ve kültür bilinci insanları bir arada tutar, bir millet olarak geleceğe taşır. Milliyetçilik, bu ruhu oluşturabildiği, bu duygu iklimini güçlendirebildiği oranda kıymetlidir… Milliyetçilik, asla ve asla ırkçılık değildir. Zira milleti teşkil eden ana unsurlar kan bağı, genetik kodlar değil tarihtir, kültürdür, ortak idealler, ortak değerlerdir. Aynı toprak parçası için, aynı bayrak için, aynı idealler ve değerler için şehit düşmüş ve aynı mezarlıkta yan yana yatan iki şehidi etnik kökeniyle, diliyle, mezhebiyle birbirinden ayırmak şehitlere de, bu millete de, bu ülkeye de yapılacak en büyük haksızlık, en büyük saygısızlıktır. Biz milliyetçiliğe hep böyle baktık.”[32]

Sağ popülist dili ustaca kullanan Erdoğan ve AKP’nin sözcüleri milliyetçiliği, “birleştirici bir unsur” olarak tanımlamak ve milliyetçi sembolleri kullanmak suretiyle siyasi yarışta müteaddit defalar öne geçtiler. Başka bir deyişle, AKP, siyasi rakiplerinin milliyetçi söylemlerine kendi “makbul/müspet milliyetçiliği” ile cevap verdi. Bu milliyetçilik, “millete adanmış olmak” ve “hizmet aşkıyla yanmak” şeklinde formüle edilen, dışadönük, hakkını savunan, kendinden emin bir politik pozisyon olarak sunuldu. Böylece, kendi milliyetçiliğini “eski Türkiye”ye ait olduğunu iddia ettikleri içe dönük, tepkisel, karamsar milliyetçiliğin tam zıddı olarak konumlandırdılar. Hiç şüphesiz, milliyetçi söylemin popülist unsurları ve sembolleri de bu süreçte İslamcı öğelerle birlikte işlevsel kılındı. Milliyetçi amaçlar uğruna kolektif hafızada yeniden üretilen anmalar, bu anmalarda kullanılan kahramanlık ifadeleri, şehitlerin mezarlarına yapılan ziyaretler ile ulusal ve dinî bayramları kutlayan mesajların hepsi AKP tarafından kullanılan milliyetçi sembolizmde yerini bulmaktaydı. Örneğin parti henüz 2007 yılında kurban bayramını kutlamak için “Kurban Olam Ayına Yıldızına” sloganı ile reklam panolarını donatmıştı. Erdoğan, şehitlik üzerinden kardeşlik mesajları yayınladı; parti gösterilerinde ve partinin resmî yayın organı olan Türkiye Bülteni’nde Türk bayrağı ile Atatürk resimleri sıklıkla kullanıldı.[33] Erdoğan’ın hemen hemen her resminde Türk bayrağı da vardı. Bu tablo, hararetli bir tartışmaya konu olan “demokratik açılım” sürecinde de çok sık tekrarlandı. Parti sözcüleri yeni ulusalcılar ve Türk-İslam sentezcileri tarafından sürece getirilen eleştirilere, değişmez bir biçimde “tek bayrak, tek devlet, tek millet” sloganı ile karşılık verdi.

“Demokratik açılım” sürecinin kendisinin iktidar partisi tarafından bir “milli birlik ve kardeşlik” projesi olarak lanse edildiğini akıldan çıkarmamak gerekmektedir. AKP’nin bakış açısına göre, bu “milli birlik ve beraberliğin harcı” İslam’dı. Erdoğan’ın 11 Ağustos 2009 tarihinde partisinin grup toplantısında yaptığı ve aynı zamanda projeyi halka açıklamak için broşürlere de basılan konuşması, “Analar ağlamasın” gibi demokratik açılım sürecine gönderme yapan sloganlarıyla, bu bakış açısının bir diğer örneğidir:

“Oğlu her ne sebeple hayatını kaybetmiş olursa olsun, Yozgat’taki anne ile Hakkâri’deki anne, oğullarının başında aynı duayı ediyorsa, evladı için Yasin ve Fatiha okuyorsa, cemaat aynı kıbleye dönüyorsa, burada [Türk Silahlı Kuvvetleri ile PKK arasındaki savaşta] çok ciddi bir yanlış olduğu ortadadır.”[34]

AKP kurmayları, müzakere sürecini bir yandan siyasi rakiplerine karşı üstünlüğünü tescilleyen bir proje, bir yandan da askerî ve sivil bürokrasiye geri adım attıran meşru bir adım olarak görmekteydi. Milliyetçiliği yeniden tanımlamak bu sürecin olmazsa olmaz bir parçasıydı. Başta Başbakan Erdoğan ve partiye yakın aydın kesim olmak üzere, AKP’li aktörlerin “makbul milliyetçiliği” tıpkı Turgut Özal’ın yaptığı gibi icracı bir çerçeveye oturttukları ve ülkenin gerçek milliyetçi performansını kapitalist ekonomiye eklemlenme ve iktisadi büyüme kapasitesi ile ölçme eğiliminde oldukları açıkça görülmekteydi. Bütün Soğuk Savaş dönemi boyunca Türk sağı tarafından beka ve gurur meselesine dönüştürülmüş olan kalkınma söyleminin çok güçlü olduğunu zaten biliyoruz. Türk sağının kalkınmacı söylemi, Özal tarafından, neoliberalizme eklemlenene kadar, neredeyse her zaman milliyetçilikle birlikte hareket etti. Acı dolu 1990’lı yıllardan sonra, AKP, ekonomik istikrar ve gayrisafi milli hâsılanın artması gibi partinin en değerli başarıları olarak sunulan kıstasları bilhassa vurgulamak suretiyle bu söylemi yeniden oluşturabileceği bir ortam buldu.[35] Uzun süredir Türkiye’deki milliyetçi-militarist vizyonun temel hedeflerinden biri olmuş olan yerli silah sanayini oluşturmaya yönelik atılan adımlar ulusal başarı muamelesi görmüştü. Dönemin AKP’li Bakanı Veysel Eroğlu’nun sözleri, askerî kapasite, sermaye ve savunma sanayi ilişkisi üzerinden tahkim edilen bu “gerçek milliyetçilik” savunmasının bir örneğini oluşturmaktaydı:

“Milliyetçi olmak “Göktürk” uydusunu uzaya göndermektir. Milliyetçi olmak “ATAK” helikopterlerini üretmektir. Milliyetçi olmak, Anka kuşuna benzediği için “ANKA” adını verdiğimiz insansız hava araçlarını üretmektir. Tankları, tüfekleri, değişik silahları ve hatta F-35’lerin motor fabrikalarını üretmektir. Kendi denizaltımızı üretecek hâle bile geldik. Dünyaya zırhlı araç ihraç ediyoruz. Geçtiğimiz yıl, bu sektörde 1 milyar dolarlık ihracat yaptık.”[36]

Ulusal savunma sanayi üzerinden milliyetçilik propagandası AKP iktidarının yeni bir aşamaya geçtiği 2015 sonrasında hız kazandı. AKP, iktidara yakın sermaye grupları ve yüksek komuta arasında yeni ve karmaşık ilişkiler kuruldu. Üretim ve istikrar vurgusu 2002 yılından bu yana AKP’nin siyasal propagandasının en önemli parçası olmayı sürdürürken makbul milliyetçilik tanımı, sağ popülist söylemin net dışavurumu olan “ulusa aşk ile hizmet etmek” ile sabitlenmişti. “Ulusun hizmetkârı olma” söyleminin bürokratik-seçkinci siyaset (ki Erdoğan bunu sıklıkla millete “efendilik” yapmak şeklinde betimler) ve onun parçası olarak görülen resmî ideolojiden iktidarın kendini ayırt etme çabasının ürünü olduğu da rahatlıkla iddia edilebilir.

Yeni Osmanlıcılık ve İslam-Türk Sentezci Milliyetçilik

AKP’nin, kendisi ile resmî milliyetçilik arasına tutarlı bir mesafe koymak yerine, resmî milliyetçiliği İslamcı hedeflere ve neoliberal gereksinimlere göre düzenlemek ve niteliğini değiştirmek suretiyle yeniden ürettiği ileri sürülebilir. Yukarıda bahsedildiği üzere, AKP’nin ikinci döneminde belirginleşen Yeni Osmanlıcı siyasi vizyonu, izleri Özal dönemine kadar sürülebilecek emperyal referansları ve kökleri ile birlikte AKP’nin siyasi projesinin ayrılmaz bir parçasına dönüştü. AKP, Özal’ın Yeni Osmanlıcılığından çok Milli Görüş’ün İslami temelde yeniden formüle ettiği Yeni Osmanlıcılığı ihya etmek istemişti. Bu hâliyle Yeni Osmanlıcılık, Ahmet Davutoğlu’nun kuramsal ve ideolojik metinlerinde netlik kazandı. Tanıl Bora’nın ifade ettiği gibi Davutoğlu’nun ulus-devlet öncesinin “kadim medeniyet havzalarından” müteşekkil bir dünya tasavvuru vardı. Osmanlı’yı da bu havzanın merkezine yerleştiriyordu. Türk devletine düşen ise “tarihsel sorumluluğuna” uygun biçimde o “medeniyet dairesinin önderi” olmaktı.

Dış politikada Yeni Osmanlıcılık eğilimi güçlendikçe iktidar sözcüleri neoliberal milliyetçilikten İslam-Türk sentezciliğine doğru sessiz bir geçiş yaptı. Neoliberal milliyetçiliğin “Batı ile barışık” görünen yüzü aşınıyordu. Bu salınım rakip milliyetçilikler arasındaki ilişkiyi değiştirecekti. AKP sözcüleri tarafından İslam-Türk sentezci milliyetçilik ile rakip milliyetçiliklerin temel ortak noktası devleti kutsallaştırmak ve organik bir millet tahayyülüne sahip olmaktı. AKP milliyetçiliğinin Türk-İslam sentezci akrabasından farkı ise terkipte İslamcı özelliklerin Türklüğe nazaran daha baskın olmasıydı. Merkez sağ ideolojinin temel bileşenlerinden olan milliyetçilik ve sağ popülizm siyasal İslamcılığın ilkelerine göre yeniden şekillendirilmişti. Bu hâliyle AKP’nin İslam-Türk sentezciliği, medeniyetçi söylem üzerinden kitlelere ulaştırıldı. AKP mitinglerinde Bosna’dan Şam’a, Kudüs’ten Bağdat’a gönderilen selamlar, “dışarıya” değil daha çok “içeriye” bir mesajdı. O mesaj AKP milliyetçiliğinin “güçlü Türkiye, lider ülke” iddiasını içeriyordu.

İslam-Türk sentezci milliyetçilik, ülke içinde, İslam’ın üstünlüğünü kabul etmek şartıyla farklı etno-dinsel yapıların ve kültürlerin Türkiye’de bir arada yaşayabilmesi ihtimaline işaret etmekteydi. AKP hükümeti ve ona yakın aydın kesim başlarda Yeni Osmanlıcılığı özellikle Kürt sorununun çözümü bağlamında işlevsel kılmaya çalışmıştı. AKP hükümetleri, PKK’nın yeniden ateşkes ilan ettiği 2009’dan çözüm sürecinin bitimine kadar olan zaman zarfında Osmanlı İmparatorluğu’ndan esinlenilmiş bir modeli gözden geçirmek suretiyle, Türk vatandaşlığı konusunda çokkültürlü bir tanım geliştirmeyi denedi. Ortak payda İslamiyet olduğu sürece, Türk vatandaşlığını “kapsayıcı” ve “cazip” bir üstkimlik olarak sunmaya yoğun çaba harcadı. Kürt realitesinin folklorik zenginlik olarak tanımlandığı ve reform planlarının bu tanıma paralel hazırlanmış olduğu projesinin özü buydu. İslam temelli “iç barış” projesinin “yaratılanı yaratandan ötürü sevmek” gibi bir çerçeveyle halka duyurulması şaşırtıcı değildi. Bununla birlikte, bu işin öteki yüzünde İmparatorluk geçmişinin “keskin kılıcı”, başka bir deyişle, devletin zor gücü bulunmaktaydı. Türk sağının tarih yazımında Osmanlı geçmişini mistikleştirmenin özüne dair unsurlardan biri, devleti her durumda “kudretli” göstermekti. Sadece tarif edilmekle kalınmayan, aynı zamanda taklit edilen bu “kudret”, ikna etmenin bir alternatifi olarak fiziksel güç kullanma hakkını da saklı tutmaktaydı. Tam da bu noktada, “demokratik açılım” sürecini yetersiz bulan, AKP’nin önerdiği yol haritasıyla tatmin olmayan muhalif Kürt politikacılarına karşı AKP’nin otoriter-militarist bir çizgi izlediğini not etmeliyiz. Zaman zaman Kürt politikacılarının itibarsızlaştırılmasına yönelik hareketleri, yedekte tutulan sınır ötesi askerî harekâtları bu bağlamda değerlendirmek gerekir.

Uluslararası ölçekte ise Yeni Osmanlıcılık, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasıyla ortaya çıkmış devletler için, başlangıçta liberal bir ekonomi ile işleyen bir demokrasiyi tahkim eden benzersiz bir modelin müjdecisi olarak sunulmak istenmişti. Sonraları, Erdoğan’ın 2009 Davos çıkışı ve Mavi Marmara olayı ile netleştiği şekliyle, AKP Türkiye’sinin liderliğinde panislamist çağrışımları olan bir projeye dönüşmüştür.[37] AKP’nin aktif bir şekilde sürdürdüğü Pax-Ottomana dış politikasının arkasında bölgedeki halkların barış içinde yaşamasını Türkiye’nin temin edeceği kabulü bulunmaktaydı. Müslüman Kardeşlerin doğal müttefik olarak görüldüğü bu politikada, AKP, Türkiye’nin merkezde olduğu ve İslamcı ve milliyetçi bir anlatının üzerine bina edildiği “kendine özgü bir öykü” inşa etmekteydi. Erdoğan, aşağıdaki örnekte görülebileceği üzere, birçok yönden Özal’ın yaptıklarına benzeyen[38] açıklamalarda bulunmuş, Türkiye’ye tarihsel bir misyon yüklediği çok sayıda beyanat vermişti:

“Türkiye çok zengin bir kültürel mirasın üzerinde on binlerce yıl önceye uzanan medeniyet tecrübesiyle yükselen bir ülkedir… Biz üç kıtaya hükmetmiş, gittiğimiz her yerde sanat eseri ve iz bırakmış bir milletiz. Bugün, bu üç kıtada, bizimle aynı kökenden gelen kardeş ve dost halklar vardır. Bunun yanı sıra, merkezî konumuyla Batı’yı Doğu’ya, Kuzey’i Güney’e, Avrupa, Asya ve Afrika’yı birbirine sadece coğrafi olarak değil, aynı zamanda kültürel ve tarihsel olarak da bağlayan bir ülkeyiz… Bu manzarada, istesin ya da istemesin, Türkiye’nin bir rolü, bir sorumluluğu, bir vazifesi mevcuttur.”[39]

AKP etrafında toplanan İslamcı kanaat önderleri Erdoğan liderliğindeki Türkiye’nin tüm Müslüman âlemini ayağa kaldıracak, Müslümanların kaderini değiştirecek bir ülke konumuna geldiğine inanmıştı. 2010-2011’de ayaklanmalarla ateşi yakılan Arap Baharı, İslam-Türk sentezci milliyetçiliğin bölgeye nüfuz etme iştahını artırmıştı. Ayaklanmaların arkasında ABD ve müttefiklerini gören İran yaşananlara ilk başlarda şüpheyle yaklaşırken AKP Arap Baharını Ortadoğu ile siyasi ilişkileri “doğallaştırmak” için adeta fırsat olarak görmüştü. Örneğin Davutoğlu’na göre sömürgecilik ve Soğuk Savaş ile aralarındaki doğal ilişkileri zarar gören Ortadoğu ülkeleri yeniden kaynaşacaktı. Bu çerçevede AKP yönetimindeki Türkiye’ye “bölgesel liderlik” rolü düşüyordu.[40] AKP, kendine atfettiği politik misyon ile 2011 sonrasında Suriye iç savaşına müdahil olmayı ve Esad yönetimine son vermeyi bir gereklilik olarak sundu. Bu durum Şam yönetimini tabii müttefik olarak gören İran gibi ülkelerle gerilim yaşanmasına neden oldu. İlerleyen dönemde Yeni Osmanlıcı iddialar, güvenlik odaklı bir siyasetin taşıyıcı hâline geldi ve sınır dışına militarist müdahaleleri meşrulaştırmak için kullandı. Ancak Ortadoğu’da mezhep eksenli politik nüfuz alanı oluşturma projesi tam anlamıyla başarıya ulaşamadı. Buna rağmen AKP, iç politikayı dizayn etmek için dış politika dinamiklerinden yararlanmayı sürdürdü.

AKP’nin ilk iki dönemine damgasını vuran “makbul milliyetçilik”, 2011 genel seçimlerinden günümüze adım adım politik liberal ve reformist iddialarından uzaklaştı. Bizzat Erdoğan tarafından “ustalık dönemi” olarak adlandırılan bu dönem kurucu iktidar olma iddiasının da pekiştiği bir sürece karşılık gelmekteydi. Ulusal kimlik tanımını “dönüştürme” projesi, kurucu iktidar olmanın doğal bir sonucu olarak görülmekteydi. “Yeni Türkiye” iddiasının 12 Eylül’den farkı tam da buydu; restorasyon değil inşa. Temel bileşeninin Sünni İslam olduğu “ulusal kimlik” inşası yeni bir tarih yazımına ihtiyaç duymaktaydı. “Ustalık dönemi” tarihin, siyasi coğrafyanın ve ulusal sembollerin üretimine karşılık geldi. 2011 sonrasında, AKP bir yandan sözünü ettiğimiz üretimi hızlandırırken bir yandan da daha önce AKP’ye rakip olan milliyetçi aktörlerin söylem repertuarını ve simgelerini kendine mal etti. Reaksiyoner ve savunmacı bir pozisyona çekildikçe “makbul milliyetçilik” tanımında tadilat yaptı ve rakip Türk milliyetçiliklerinin zihin dünyasına yaklaştı.

AKP’nin hegemonik söylemi “birleştirici” ve “demokrat” olma iddiasını 2013’te Gezi direnişi ve toplumsal muhalefetin kitleselleşmesiyle birlikte hem ülke içinde hem de dışında tamamen yitirdi. Kentli-seküler sınıfların demokratik taleplerini bir tehdit unsuru olarak gören AKP iktidarı, liberaller ile yolunu ayırarak hem siyasal İslamcı ajandaya hem de resmî milliyetçiliğin geleneksel tekçi söylemine birlikte başvurdu. Böylece Batı dünyasının demokratik normlarıyla barışık olma görüntüsü büyük ölçüde ortadan kalktı ve onun yerine Batı karşıtı ani çıkışlar söylemin merkezine yerleşmeye başladı.

Muhalifleri ulusal kimliğin/“millet” kategorisinin dışına doğru iten AKP’nin politik hattı, Kürt sorununda müzakere ile çözüm arayışının rafa kaldırılması sonrasında “özgürlükçü” iddialarından da tamamen arındırıldı. 7 Haziran 2015 seçimlerini izleyen günlerde güvenlik güçleri ile PKK arasındaki sert mücadele ve Suriye savaşında değişen dengeler, AKP’nin geleneksel doktriner milliyetçi aktörlerle ve militarist yapılarla yakınlaşmasını hızlandırdı. Her iki eğilimin “düşman” olarak kodladığı kesimler ortaklaştı. Doktriner milliyetçiliğin AKP tarafından eleştirilen dışavurumları dönüşüme tabi tutularak İslam-Türk sentezci söylemin parçası kılındı.

15 Temmuz darbe girişimi, kısa süreliğine de olsa milliyetçi aktörler arasındaki ilişkileri yumuşattı. Sağ milliyetçilikleri ortaklaştıran devletin tehdit altında olduğu teziydi. Darbe girişimini takip eden günlerde ise İslam-Türk sentezciliği, AKP’yi devirmeyi hedeflediği düşünülen tüm aktörlere karşı Erdoğan’ın “başkomutanlığı”nda ikinci bir “Kurtuluş Savaşı” başlattığını ilan etti. Antiemperyalist tezleri sağ popülist manipülasyona tabi tutarak yeni milliyetçi ittifak denemelerinin parçası kıldı. AKP, iktidarının birinci ve ikinci döneminde kendisine karşı ilan edilen “Kuvayı Milliyeci” ittifakı içinde eriterek milliyetçi bir ittifak kurmanın yollarını aradı. Sevr’in diriltilmesi ve bölünme korkularının, “yerli ve milli” kavramlarının bu denli öne çıkarılması hem MHP tabanına hem de yeni ulusalcılara verilen bir mesaj niteliğindeydi.

Yeni Rejimi Kurma Peşinde

2000’lerin ilk on yılında AKP etrafında toplanan ve sermaye güçleri ile liberal entelektüellerden oluşan ittifak, kurucu resmî milliyetçilik ve bununla bağlantılı gayriresmî milliyetçiliklerin Türkiye’nin yükselen orta sınıfının ihtiyaçlarını tatmin etmede ve küresel sermaye hareketlerinde değişen dengelere hitap etmede yetersiz kaldığını anlamıştı. Bu nedenle, söz konusu ittifak, AKP’nin yükselişini neoliberal dönüşümün tamamlanması ile geleneksel sivil ve askerî bürokrasinin gücünün kırılması için bir fırsat olarak gördü. Hızlı reformlarla işe başlayan AKP, özellikle 2010 referandumu ve 2011 genel seçimi sonrasında kendi iktidarını tümüyle tesis etti ve giderek artan ölçüde otoriter bir politika uygulamaya başladı. “Devletin reflekslerini” içselleştirdi ve tüm rakiplerinin siyasal meşruiyetini sona erdirmeye çalıştı. Bunun en açık kanıtlarından biri AKP’nin Kürt sorununa verdiği yanıttı; çünkü bu sorun, farklı Türk milliyetçiliklerini barındıran hareketlerin hepsini enlemesine kesmekteydi. AKP, bilhassa iktidarının üçüncü döneminde, “demokratik açılım” vaatlerini, dalga dalga gerçekleştirdiği tutuklama ve askerî operasyonları, iki ayrı yüzü bulunan bir gerçekliğe dönüştürdü. 2015 Yaz’ı itibariyle çatışmaların yeniden başlaması sonrasında hem askerî hem de siyasi hamlelerini milliyetçi söylemin eşliğinde gerçekleştirdi. Eşzamanlı olarak, Erdoğan ve AKP, AB ile bütünleşme sürecine karşı takındıkları tutkulu ve iddialı tavrı bir kenara bıraktı ve Batı karşıtı popülist söyleme başvuran bir sağ partiye dönüştü. Kürt sorununu barışçıl biçimde çözemeyen, Yeni Osmanlıcılık ile ülke içinde ve dışında istediği hedeflere ulaşamayan AKP, “tek vatan, tek bayrak, tek millet, tek devlet” çizgisini serleştirdi. 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında bu “çizgi”nin MHP ittifakıyla beraber daha da koyulduğunu söylemek mümkündür.

AKP’nin, resmî ideolojinin cumhuriyetçi ritüelleri yerine kendi ritüellerini yerleştirerek toplum mühendisliği projesine hız kazandırdı. Cumhuriyetçi ve seküler-milliyetçi öğeler taşıyan vatandaşlık etiğini İslami referansları merkeze alarak değişime tabi tuttu ve geleneğin icadı sürecine yeni unsurlar kattı. Bu çerçevede AKP iktidara geldiği günden itibaren eğitim sisteminde çeşitli değişiklikler yaptı. 2002-2007 arasında AB ile uyum adına neoliberal eğitim politikaları devreye sokularak eğitimin özelleştirilmesine zemin hazırlandı. İkinci dönemde İslamcı kuruluşlar bu neoliberal zemini kullanarak eğitim alanında üstünlüğü ele geçirdi. Özelleştirme, kuralsızlaştırma (deregulation) ve İslam-Türk sentezci pedagojinin tahkimatı birlikte yürütüldü. Buna 4+4+4 uygulaması gibi yapısal düzenlemeler eşlik etti. Diyanet İşleri Başkanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı arasında kurulan yakın ilişki ile dinî içerik tüm okullara nüfuz etti.[41] Neticede müfredatta yapılan değişikliklerle “Kut’ül Amâre zaferi” ve İstanbul’un fethi kutlamaları gibi etkinliklerin yarı resmî formlara bürünmesi, İslamcı sivil toplum örgütlerinin eğitim alanına hükmetmesi, makbul yurttaş kimliğini “dindarlık” ile çevreledi. 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında bu kimliğe darbeye direnme anlatısı üzerinden yeni bir kutsiyet atfedildi.

Bugün Türk milliyetçiliğinin farklı biçimleri arasındaki geçişkenlik baş döndürücü bir hızla yeni ittifakların kurulmasını mümkün kılıyor. Resmî milliyetçilik seküler-cumhuriyetçi öğelerinden arındırılarak yeniden formüle ediliyor. İslam-Türk sentezci milliyetçilik, İslamcı dozu yüksek solidarist bir millet tahayyülünü popülerleştirirken rakip milliyetçiliklerin ve ideolojilerin manevra alanını da büyük ölçüde daraltıyor. Militarist değer üretimi ise kendine bu yeni milliyetçilik biçimleri içinde yer bulmaya devam ediyor.

NOT: Bu makale, yazarın 2018 yılında Ayrıntı Yayınları tarafından yayınlanan “Türkiye’de Militarizm: Zihniyet, Pratik, Propaganda” adlı kitabından alınmıştır.

DİPNOTLAR

[1]. T.H. Eriksen, “Formal and Informal Nationalism”, Ethnic and Racial Studies, Cilt 16(1), 1993.

[2]. U. Özkırımlı, “Türkiye’de Gayriresmî ve Popüler Milliyetçilik”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik, İletişim Yay., 2002, s. 708.

[3]. A.g.e., s. 708, 709.

[4]. Bu konuda A. Yıldız, Ne Mutlu Türküm Diyebilene: Türk Ulusal Kimliğinin Etno-seküler Sınırları (1919-1938), İletişim Yay., 2001.

[5]. J. Landau, Pan-Turkism: From Irredentism to Cooperation, Indiana University Press, 1995 (Pantürkizm) ve M. Atabay, İkinci Dünya Savaşı Sırasında Türkiye’de Milliyetçilik Akımları, Kaynak Yay., 2005.

[6]. K. Can, “Ülkücü Hareketin İdeolojisi”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik, İstanbul: İletişim Yay., 2002, s. 663.

[7]. A.g.e., s. 678.

[8]. B.E. Arıkan, Türk Sağının Türk Sorunu: Milliyetçi Hareket Partisi, Agora Kitaplığı, 2008, s. 53-69.

[9]. K. Ünüvar, “Siyasetin Üzerindeki Hayalet: Orta Sınıflar”, Birikim, S. 260, Aralık 2010, s. 21.

[10]. Örneğin A.T. Alkan, “Türkiye’de Sol’un Zihni Donanım Problemleri Üzerine Bir Deneme ve Bir Teklif”, Türkiye Günlüğü, S. 15, 1991, s. 57-62 ve M. Türköne, “Seçkin Kültürü Olarak Türk Sosyalizmi”, Türkiye Günlüğü, S. 15, 1991, s. 63-67.

[11]. Özal, Müslüman ülkelerin Batı’nın ekonomik ve siyasi sistemine entegre olması gerektiğini söylüyordu. Bu çerçevede İslam Birliği tartışmalarını gerçeklikten uzak ve yararsız olarak niteliyordu. Aral, 2001: 75, 76.

[12]. Y. Çolak, “1990”lı Yıllar Türkiye’sinde Yeni Osmanlıcılık ve Kültürel Çoğulculuk Tartışmaları”, Doğu Batı, S. 38, 2006, s. 126.

[13]. B. Aral, “Dispensing with Tradition? Turkish Politics and International Society During Özal Decade, 1983-93”, Middle Eastern Studies, 37: 1, 2001, s. 74.

[14]. Çolak, a.g.e., s. 135.

[15]. Bu konuda daha detaylı bilgi için “Siyasal İslam’dan Kürt Sorununa 1990’lar Türkiye’sinde Kılcallaşmış Militarizm” adlı bölüme bakılabilir.

[16]. Aynı zamanda “postmodern” darbe olarak da bilinen 28 Şubat süreci, ismini, Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) toplandığı tarihten (28 Şubat) almaktadır. Kurul, anılan oturumda, 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitime geçilmesi gibi bir dizi karar aldı ve Refah-Yol hükümetine (Refah Partisi ile Doğru Yol Partisi’nin oluşturduğu koalisyon hükümetine) bunları uygulaması için ihtar verdi. MGK kararlarını takiben, Yargıtay Başsavcısı, siyasal İslamcı RP’nin kapatılması için dava açtı ve RP’li Başbakan Necmettin Erbakan bunun üzerine 18 Haziran 1997 tarihinde görevinden istifa etti.

[17]. Bu konuda bir önceki bölüme bakılabilir.

[18]. T. Bora – K. Can, Devlet ve Kuzgun: 1990’lardan 2000’lere MHP, İletişim Yay., 2004.

[19]. Bora ve Can, a.g.e., s. 474-505 ve Arıkan, a.g.e., s. 81-83.

[20]. G. Fırat, “Sömürgeciliğe Karşı Milliyetçilik”, İleri, S. 11, 2002, s. 88-94; Y.G. Özden, “Üçüncü Meşrutiyet”, İleri, S. 12, 2002, s. 126-129; T. Topçu, “Avrupa Çıkmazı ve Türkiye Avrupa Birliği İlişkileri”, İleri, S. 4, 2001, s.186-189; F. Doğan, “Üçüncü Meşrutiyet Nasıl İlân Edildi?”, İleri, S. 12, 2002, s. 108-114.

[21]. Örneğin A.K. Öztaş, “Mazlum Ulusların Devrim ve Kalkınma İdeolojisi: Kemalist Milli Devrim”, İleri, S. 9, 2002, s. 148-164.

[22]. Örneğin G. Fırat, “Türk Ulusundan Ayrı Bir Kürt Kimliği Var Mı?”, İleri, S. 12, 2002, s. 22.

[23]. E. Erşen, “The Evolution of ‘Eurasia’ as a Geopolitical Concept in post Cold War Turkey”, Geopolitics, 18: 1, 2013.

[24]. F. Yaşlı, “Kızılelmacılık ve Komplocu Zihniyet”, Birikim, S. 204, Nisan 2006, s. 81.

[25]. Linç olaylarını inceleyen makalesinde Zeynep Gambetti sınıf ve etnik kimlik arasında kesişmesi muhtemel alanlara işaret etmektedir. Z. Gambetti, “Linç Girişimleri, Neo-liberalizm ve Güvenlik Devleti”, Toplum ve Bilim, S. 109, 2007.

[26]. T. Bora, Türkiye’nin Linç Rejimi, Birikim Yay., 2008.

[27]. H. Yavuz, “Giriş: Türkiye’de İslami Hareketin Dönüşümünde Yeni Burjuvazinin Rolü”, AK Parti: Toplumsal Değişimin Yeni Aktörleri, Kitap Yay., 2010, s. 7. Necmettin Erbakan, kendi siyasi çizgisinde hem bir parti lideri hem de bir dinî liderdi. Geleneksel örgütçülük stratejisine her zaman bağlı kalan Erbakan, siyasi hayatı boyunca katı bir Batı karşıtı söylem benimsedi. Diğer taraftan, AKP’nin kurucuları, takım çalışması, ortak akıl, parti içi demokrasi gibi bir dizi ilkeyi ön plana çıkaracakları yönünde partinin kuruluşu aşamasında söz vermişlerdi. M. Çınar, Siyasal Bir Sorun Olarak İslamcılık, Dipnot Yay., 2005, s. 109.

[28]. Örneğin M. Türköne, Mankurtlar: Küçük Türkiye Milliyetçiliği, Etkileşim Yay., 2011, s. 37-58.

[29]. Örneğin bakınız Türkiye Bülteni, S. 1, 2003, s. 9-13.

[30]. Cumhuriyet mitingleri, 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde Nisan ve Mayıs aylarında İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerde Kemalist sivil toplum kuruluşları tarafından düzenlenen etkinliklerdi.

[31]. Örneğin, MHP’den doğrudan bahsetmemekle birlikte, Erdoğan gerçekten de onları şu sözlerle muhatap almıştı: “Şehitlerin kanı üzerinden siyaset yaparak milliyetçi olunmaz. Diyoruz ki, bırakın artık bunu. Allah aşkına, siz çıkıp ‘İktidara biz geldik ve bunu, bunu yaptık’ diyebilir misiniz? Bunu diyebilir misiniz? Ne yapmışlar, sorun onlara, bakalım ne söyleyecekler? Zaten anlatacak ne var ki, gösterebilecekleri hangi hizmetleri var? Hangi yolu inşa etmişler, kaç hastaneyi, kaç okulu yapmışlar, hangi köye su götürmüşler?” Türkiye Bülteni, S. 58, 2008, s. 49.

[32]Milliyet, 9 Kasım 2010.

[33]. Örneğin Türkiye Bülteni, S. 64, 2010, s. 8-11; Türkiye Bülteni, S. 68, 2011, s. 28.

[34]Milliyet, 12 Ağustos 2009.

[35]. Örneğin, partisinin Osmaniye ilçe teşkilatının düzenlediği siyaset akademisinde konuşan Erdoğan, “Milliyetçilik sadece ülkeyi sevmekle olur ve bu da ancak icraatla olur. Türkiye’yi dünyanın en büyük 17’nci ekonomisi seviyesine çıkartırsan milliyetçi olursun. Avrupa’nın en büyük 6’ncı ekonomisi seviyesine yükseltirsen milliyetçi olursun. Türkiye’yi kendi bölgesinde ve dünyada küresel, güçlü bir oyuncu yaparsan milliyetçi olursun. Ülkenin gündemi başkaları tarafından belirlendiğinde değil, kendi gündemini kendisi belirlediğinde milliyetçi olursun.” Türkiye Bülteni, 2008, s. 26, 27.

[36]. Bakan Eroğlu’nun demeçleri için http://www.akparti.org.tr/site/haberler/milliyetcilik-atak-helikopterini-yapmaktır/8410 (14 Şubat 2012 tarihinde erişilmiştir).

[37]. Aynı dönemde İsrail karşıtı politika izlenirken İran ile ilişkilerin geliştirilmeye çalışıldığı görülür. Başkanlık koltuğuna oturan Ahmedinejad bir NATO üyesi olan Türkiye’ye 2008 Ağustos’unda resmî bir ziyaret gerçekleştirir. Mavi Marmara olayı sonrası ilişkiler yeni boyut kazanır ve bu durum Batı’da Türkiye panislamcı hedefler doğrultusunda Batı’dan kopuyor mu sorularını beraberinde getirir. ABD ile İran arasındaki nükleer krizde de İran yanlısı politika izleyen AKP iki ülke arasındaki ticari ilişkilerin büyümesi için çaba sarf eder. Fakat Arap Baharı’nın patlak vermesiyle iki ülke arasındaki mesafe yeniden açılır.

[38]. T. Özal, “Türkiye’nin Önüne Hâcet Kapıları Açılmıştır (Mülakat)” Türkiye Günlüğü, S. 19, 1992.

[39]Türkiye Bülteni, S. 61, 2009, s. 13-14.

[40]. S. Akbarzadeh ve J. Barry, “Iran and Turkey: Not Quite Enemies but less than Friends”, Third World Quarterly, 38: 4, 2017, s. 984.

[41]. D. Kandiyoti ve Z. Emanet, “Education as Battleground: The Capture of Minds in Turkey”, Globalizations, 14: 6, 2017, s. 870-874.

- Advertisement -spot_img
- Advertisement -spot_img
5,999BeğenenlerBeğen
796TakipçilerTakip Et
1,253TakipçilerTakip Et
334AboneAbone Ol

yazılar

Yeniçağ Podcastını dinleyin