Her olay ya kısa-dönemli statik olarak ya da orta ve uzun dönemli dinamik olarak iki farklı şekilde ele alınıp, incelenir. Toplumsal olaylara bakış açısı bireyin ekonomik üretim ilişkileri bağlamında kazandığı bilinç gölgesinde belirlenir. Toplumsal üretim ilişkilerinin topluma kazandırdığı genel bilinç düzeyi ise, toplumun başat üretim ilişkisi düzeyine ve içinde bulunulan küresel sistemin kodlarına göre belirlenir. Ulusal ekonomi bağlamında sermaye sahibinin bilinç düzeyi ile emekçinin veya genel kamuoyunun ortalama bilinç düzeyi ufak farklılıklarla benzeşir. Zira ne hazindir ki, bugün fazla ayırtına varamadığımız durum, Adam Smith’in bundan neredeyse üç asra yakın süre önce yazmış olduğu ünlü Ulusların Serveti kitabında çok veciz şekilde tarif edilmiştir:
“İşçi çalıştıranların (patronların) tüm plân ve projeleri emek üzerindeki emelleriyle ilgilidir… bu grubun çıkarının toplumsal çıkarla ilişkisi, diğer gruplarınkinden farklı ve terstir.. Bu insanlar tüm yaşamları boyunca plân ve projeler yapmakla uğraştıklarından, toplumun büyük kesiminden daha geniş algılama kapasitesine sahiptirler. Ancak, tüm zekâlarını toplumsal çıkar yerine, iş çıkarları üzerine yoğunlaştırdıklarından, ne kadar ahlâksal olmaya çalışsalar da, tüm fikir ve davranışları toplumsal çıkara değil, iş çıkarlarına yönelik olur. Kendi çıkarları ile ilgili güçlü bilinçle (tetiklenen) iş adamları vasat halkın hoşgörüsü üzerine baskı yapıp, onlara, halkın çıkarlarının değil, fakat iş çevrelerinin çıkarlarının toplumsal çıkar olduğu yönünde telkinde bulunarak, tüm toplumu halkın bireysel çıkarlarından ve genel toplumsal çıkarlardan vazgeçmeye ikna etmişlerdir. Ne var ki, ticaret ya da üretim sektörünün herhangi bir alanında faaliyet gösteren iş adamlarının çıkarları toplumsal çıkardan farklı olduğu gibi, çoğu durumda toplumsal çıkara terstir.”
Serbest piyasa ve liberalizm yanlısı Smith’in, henüz kendi döneminde dahi bugünkü kadar sermaye yoğun üretim teknolojisi başlamamışken bu görüşleri oraya koyması ilginç olduğu kadar, bugüne de ışık tutucu niteliktedir. Bugün hatta daha da güçlenmiş olan bu görüş doğrultusunda şunu söyleyebiliriz ki, toplumsal üretim ilişkilerinin sermaye çıkarı doğrultusunda şekillendirdiği bilinç şemsiyesi, tüm toplumu kapsayıcı karakteristiği ile kolektifleştirilmiş karartıcı üst-yapı işlevi görür.
Şu hale göre, kapitalist bir toplumda oluşturulan sermaye dürtülü kamuoyu bilinciyle bir olaya bakış ile sosyalist bir toplumda oluşan kolektif kamuoyu bilinciyle aynı olaya bakışta, olayı izah tarzında ve varılan sonuçlarda fevkalade büyük farklılıklar oluşur. Kısacası, sistem içi ufak algılama farklılıkları ve sistemler arası derin algılama farklılıkları olayların ele alınmasında, çözümlenmesinde ve çareye yönelişte çok büyük farklılıklara yol açar. İçinden geçtiğimiz korona pandemisinin algılanışında ve çözümüne yönelik kurgulama algoritmasında dünyaya başat kapitalist sistem kalkışlı yaklaşımlarda farklı ülkelerde ufak ayrıntılarla farklı çözümlere yönelinse de genel hatlarla aynı çizgi izlenecek ve olayın kapitalist sistemle derin bağlantısı kurulmadan, ağırlıklı olarak sağaltım yönü üzerinde durulacaktır. Konunun ulusal, hatta uluslararası düzeyde seyretmesi ve çözümlemenin başat ekonomik ilişkiler sisteminin üzerine oturmuş siyasi otoritelerce yapılıyor olması nedeniyle, maalesef, analiz ve çözüme yönelişin de üretim ilişkisi ideolojisi doğrultusunda olması kaçınılmaz gözükmektedir.
Anlık sağaltım önlemleri yeterli mi?
İçinden korku ile geçtiğimiz korona pandemisi, ilk algılamada bir sağlık sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. İlk görüntünün, analiz öncesi veri niteliği taşıması nedeniyle, sağlık sorunu olarak algılanması doğaldır. Zira son derece bulaşıcı ve geçmiş salgınlara kıyasla çok daha yüksek şiddette etkileyici ve ölümcül sonuç yaratması nedeniyle olayı çok ciddi sağlık sorunu olarak ele almak ilk aşamada yanlış değildir. Ancak, meseleyi böyle anlık görünüşü ve etkisiyle ortaya koymak oldukça yalın bir bakış açısı yansıtır. Çünkü bu bakış açısıyla alınabilecek önlemler salgını tedavi edebilir olsa da, oluşumun hikâyesi hakkında bize fazla bilgi veremez. Salgına salt sağaltım politikası bağlamında yaklaşmak, yukarıda yaptığım ikili tasnifte birinci kategori piyasacı kapitalist ve kısa vadeli görüş alanına girer. Oysa meselenin özünün anlaşılması ve gerek kısa vadeli gerek geleceğe yönelik etkili önlemlerin alınabilmesi için orta ve uzun dönemi kapsayıcı ikinci yaklaşımla konuya eğilmemiz gerekir.
Öncelikle analizimizi derinleştirmeye gerekçe oluşturacak şu soruyu sormak gereklidir: Anlık sağaltım önlemleriyle olumlu sonuç alınmasına rağmen, hangi gerekçe ile uzun erimli analizlere girişip, oluşumun hikâyesi üzerinde kafa yormamız gerekir ki? Oluşumun hikâyesi önemli ise, bizzat tedavinin bize benzer bir öğreti sağladığı düşünülmez mi? Evet, tedavi bize benzer vakalar karşısında nasıl bir sağaltım protokolü uygulayacağımız hakkında gerekli bilgiyi verir. Ancak, bu bilgi sadece ileride oluşabilecek aynı ya da çok yakın oluşumlarda bize yardımcı olur. Oysa anlık sağaltım bilgileri ile yetinmeyip, bugünkü oluşumun geniş tarihsel hikâyesine ulaşırsak, gelecek dönemleri de denetim altına alarak, bir daha böylesi yoğun sağaltım çabası gerektiren ağır salgınlarla karşılaşmama yönünde önlemlerimizi alabiliriz. Anlık bilgiler ve o bilgilere dayalı çözümler insanlık tarihine tipik olaylar karşısında kullanılabilecek statik öğretiler olarak kaydedilir, bunun ötesinde fazla bir role sahip olamaz. Bunun sebebi, her olgu ya da oluşumun farklı bir hikâyesinin, farklı bir tarihinin bulunuyor olması ve bunların önemidir. Eğer hiçbir olgu ya da oluşum bir anda ortaya çıkmayıp, bir başlangıç sebebine ve uygun kuluçkalama süresine bağlı olarak gelişmişse, salt anlık görüntü ile yetinip, anlık koşula göre uygun görülmüş tedavi yönteminin uygulanması, tedavinin etkisinin geçiciliğine yol açabileceği gibi, ileriki yıllarda olması muhtemel vakalar karşısında da çaresiz kalma ihtimalini yükseltir. Şu hale göre, gerek anlık tedavide, gerek ileriki yıllarda olumsuzlukların önlenmesiyle sağlanacak maliyet tasarrufu vakaların hikâyelerinin bilinmesiyle olasıdır.
Bunun da ötesinde, bugünkü oluşumun hikâyesine ulaşmak aşırı maliyetli bir iş olmayıp, gelecekte oluşabilecek benzer salgınların önlenmesi de gelecekteki maliyetleri (can kaybı ve yüksek sağaltım masrafları) önlemiş olacakken, acaba niçin bu yola girmekte zorlanıyoruz? Görülüyor ki, karşılaştığımız olayın niteliği ne olursa olsun, yaklaşımımızın bilimsel olması şu iki koşula dayanmaktadır. Birincisi, olaya hangi gözlükle baktığımız meselesidir; kapitalist ya da sosyalist gözlük olayı algılamada ve anlamada çok şeyi değiştirir. İkincisi, birincisi ile bağlantılı olarak, olayın oluşumunun ve gelişim sürecinin, kısacası hikâyesinin anlaşılması, anlık çözüm politikasında isabet sağlayıcı olduğu kadar, ileriki dönemlerde benzer olumsuzluklarla karşılaşmamak açısından da fevkalade önemlidir. Bu soru bizi, kapitalist sistemin hiçbir rasyonel gerekçeye dayanmayan, kısa dönemli piyasacı ve sermaye yanlı çıkarcı yaklaşımının gerekçesine götürür. Kapitalizmin çılgın çıkarcı işleyişinin ne denli toplumsal yararlara zıt olduğunun anlaşılması için bu analizi, sağlık ve sağaltım konularını da içerecek şekilde ekonomi mantığıyla biraz derinleştirmemizi zorunlu kılar. Bunun için de, sermaye çıkarı etrafında şekillenen özel yarar ve dışsallık kavramlarını odağa koymamız gerekiyor.
Kapitalist bakış açısı
Yaşadığımız salgın olayında, dünyada olduğu kadar, ülkemizde de izlenen bakış açısında, bazı istisnalar dışında, maalesef kapitalist gözlükle çözümleme yönelişine ve meseleyi kısa dönemli sağlık sorunu olarak ele alınışına tanık olmaktayız. Duvarın yıkılışını izleyen dönemde çılgınca gelişen kapitalizm, özellikle de son aşaması olan neo-liberal döneme girişiyle, hem Adam Smith’i bir kenara savururcasına toplumsal bilinci kapitalistleştirme yönünde pekiştirmiş, hem de analiz zeminlerinin kapitalizmin dışına taşmaması için algılama duvarlarını yükseltmiştir. Öyle ki, baktığımız her olayı, hiç farkına dahi varmadan, kapitalizm gözlüğü ile algılayıp, hiçbir derin çözümlemeye yönelmeden kapitalizm mantığı ile yüzeysel anlatım ve sonlandırma yoluna gitmekteyiz. Nitekim içinden geçtiğimiz derin sistem krizine de, korkunç salgına da aynı gözlükle bakıyor, ayni yüzeysel açıklamalar ve geçici çözümlerle yetiniyoruz.
Sosyal açıdan farklı davranışın olanaklı olup olmadığı konusunda karar verebilmek amacıyla dayanacağımız temelin birinci adımını, bugünkü koşullarda olaya nasıl baktığımız oluşturur. Bugün gerek kapitalizm krizi gerek pandemi konusunda hemen hiçbir tarihsel nedensellik ilişkisine girilmeden, kriz salt anlık bir ekonomik çöküş, korona pandemisi ise salt anlık bulaşıcı sağlık sorunu olarak algılanıyor ve hemen hiçbir akademik ya da siyasi çevrece olayın oluşum süreci ile başat ekonomik sistem ve işleyişi arasında bir bağlantı kurulmuyorsa, bu bakış açısının sistemik bakış açısından sakat olduğu yargısına varmada bir beis görülmez.
Bu yargı, kapitalizme başat sermaye bakışlı dar ve statik piyasa yöntemine dayanır. Şöyle ki, kapitalizmin piyasa odaklı düşünme metodolojisinde sembolik bireyin mekanik piyasa yapılanmasındaki karar mekanizmasında, kamusal ya da toplumsal çıkar dikkate alınmadan salt kişisel çıkarın en üst düzeye yükseltilmesi amacı hâkimdir. Akademik tartışmalarda birey olarak sembolik tüketici ve üretici örnek alınıyor olmakla beraber, sosyolojik düzeyde toplumsal bilincin oluşum süreci ve çalışma düzeni kapitalist öğretiye yansıtılmamaktadır. Nitekim ünlü düşünür Gunnar Myrdal sosyal alanda çıkarların temsil edilmediği bir bilim yapılamayacağını iddia etmişse de, kimin çıkarının tüm toplumu çerçeveleyeceği muallâkta kalmıştır. Bu belirsizlik Marksist öğretinin, ana-akım iktisat öğretisinin şekilsel tanımlamalarının aksine, derine inen ve insan ilişkilerine kadar uzanan analizi yardımı ile aşılabilmektedir. Bu açıdan, ana-akım ekonomi öğretisine karşın, Marks’ın üç ciltlik Kapital’i, kapitalizmin işleyişi ve değerler sistemini açığa çıkarması açısından paha biçilmezdir. Konu bakış açısına evirilince, başta üretim ilişkileri olmak üzere, bunun üzerine inşa edilen toplumsal düşünce sistemi, bunlardan da öte, ekonomi alanına başat olan derin bir çıkarlar ilişkisi ve bu ilişkiler doğrultusunda oluşmuş toplumsal yapılanmalar karşımıza çıkar. Hal böyle olunca, böylesi kapitalist mantıkla kurgulanmış derin katmanlar arasından süzülerek süreci anlamak olanaklı olmadığı gibi, ileriye yönelik önleyici önlemler almak da olanaklı olamamaktadır. Zira karar sürecinde bir şekilde yol alınıyor olsa bile, uygulama safhasında benzer ideolojik engellemeler karşımıza çıkar. Bir bakıma sisteme başat olanlar (sermaye dokusu ve benzer ideolojik ajanlar) hâkimiyetlerini iki safhada da karşımıza koyarak, işleyişin kendi çıkarları doğrultusundan çalışmasını sağlayabilmektedir. Nitekim derin bilinç sahibi olarak bir an sistem-başat gözlüğümüzü değiştirip, mantıksal çözümleme yaparak olayı tarihsel oluşumu ile irdelesek dahi, geliştirdiğimiz çözümleri uygulama alanına koymak olanaklı olamaz, zira ekonomi alanındaki reel ve sosyal yapılanmalar, hatta geliştireceğimiz çözümlerde yarar sağlayacak çevreler de dâhil olarak, uygulamamızla ihtilafa girerek, girişim çabalarını engeller. Diğer bir deyişle, böylesi çok engelli durumda, “içinde bulunulan koşul” bireyi değilse bile, kamuoyunu ve onun da ötesinde siyasi karar mekanizmalarını, hatta akademik çevreleri genel gözlükle bakmaya ve genel mantıkla düşünmeye zorlar. Aksi durumda bireyin dışlanması mukadderdir. Sermaye ve üretim ilişkileri alt-yapısının ürettiği ve beslediği kamuoyu kanaatinden sapma yapabilme yeteneği bulunmayan siyasi erk de sistem mantığı içinde kalmayı yeğler.
Tartışmanın bu noktasında genelde sağlık hizmetleri ve bu bağlamda korona salgını ile sistem arasındaki ilişkilere bir göz atalım. Kapitalizm, piyasa işleyiş kuralı felsefesi ile kısa dönemli anlık algılamalar ve sermayenin yarar-zarar muhasebesi çerçevesinde çalışan bir sistem olarak, anlık piyasa dürtüleriyle yapılan tüm hesaplamalarında sermaye dışına saçılan tüm toplumsal yarar ve maliyet unsurlarını ihmal ederek salt özel yarar ve maliyet unsurlarını dikkate alır. Sermaye alanı dışına saçılan yarar ve maliyetler dışsallık olarak adlandırılır. Sermayenin karar süreçlerinde özel yarar ve maliyetler dikkate alınır, çevreye yayılan gerçek dışsal yarar ve gerçek dışsal maliyetler dışlanır. Her gün tartıştığımız çevre sorunları, yerkürenin elimizin altından kayıp gitmesi sermayeyi bir an bile düşündürtmemekte, tedirgin etmemektedir. Oysa ileri dönemlerde olması muhtemel olumsuzluklardan dolayı sermaye de kaybedecektir. Buna rağmen sermayenin bu denli çıkarcı davranışının sebebi, yaşanan ekonomik olayın sağladığı yararın kısa dönemde ve belirli sınırlı çevrede (sermayeye) yaşanıyor olması, buna karşın maliyetin orta ya da uzun dönemde ve sermaye de dâhil olarak tüm çevreye yayılıyor olmasıdır. Ne var ki, sermaye uzun dönemde oluşması olası maliyetin anlık görüntüsünü çok düşük olarak algılar. Bu bağlamda Keynes’in ünlü lafını hatırlayalım: “uzun dönemde zaten hepimiz ölmüş olacağız”. Çevre kirliliğini ele aldığımızda üretim faaliyeti sermayeye kısa dönemde yüksek artık değer yaratırken, emeği ve çevreyi sömürmektedir. Fakat bu durumu, sendikal örgütlenme zayıfladıkça emek de algılayamamakta ya da algılasa dahi mücadeleye girememekte, ileri dönemlerde çevre kirlenmesinden olumsuz etkilenecekler de meseleye bilinçli yaklaşamamaktadır. Bunun tipik örneği, güney bölgesindeki elektrik santrallerinin bacalarına filtre takma konusunda devletten destek almış olmalarına rağmen yerine getirmemelerinde görülmektedir. Bireysel örneklerden genellemeye gidersek, piyasa sisteminin salt değişim değeri olan meta ve hizmetleri piyasada koruduğu, değişim değeri olmayan hiçbir meta veya hizmetin piyasada kendisine yer bulmadığı şeklinde piyasacı mantığa ulaşırız. Küremizi istila etmiş olan kapitalizmin günümüzdeki aşaması olan neo-liberal yaklaşımla piyasa sisteminin geçmişteki alanından hemen tüm hizmet ve meta alanlarını kaplarcasına çok daha yaygınlaştırılmasıyla tüm sosyal-ekonomi alanı değişim değeri olan meta ve hizmetlerin alanına dönüşmüş oldu.
Dışsallık
Mekânsal (eş zamanlı-yerel) ve zamansal (zamanlararası) dışsallıklar dikkate alınmadan yapılan hesaplarla girişilen ekonomi faaliyetinin aslında ana-akım iktisat öğretisinde önemli bir konu olarak teorik düzeyde biliniyor olmasına rağmen, konuların etkili işlenmemesinin sebebi, sermaye ideolojisinin bilim alanına emperyalist saldırısıyla, adeta bilimi kendi çıkarlarına uydurmakta beis görmemesidir. Güney bölgemizdeki enerji santrallerine karşı devletin oldukça bigâne kalması ise, sermayenin bilim alanına olduğu kadar, siyaset alanını da emperyalist saldırıyla hâkimiyeti altına almasının tipik göstergesidir. Sermaye salt özel yararını güderek çevreye yaydığı maliyetlerle toplumsal yarara zarar vererek kârını yükseltirken kamusal otoritelerin halkın çıkarı doğrultusunda aldığı önleyici tedbirleri rahatlıkla ihmal ve ihlal edebilmektedir. Bu olay mekânsal dışsallıktır. Yoğun çevre kirliliğinin oluşturduğu küresel ısınma ise hem mekânsal hem de zamansal dışsallıktır. Bunun da ötesinde mekânsal-zamansal dışsallık olan küresel ısınma “küresel kamusal maliyet” olarak uluslararası boyutta tartışıldığı halde, tanık olduğumuz üzere, gelişmiş güçlü merkez sermayenin tekelci baskısı ile hemen hiçbir önleyici tedbir alınamamaktadır. Yukarıda da belirtildiği gibi, dışlanan gerçek yarar ya da maliyetin çevreye ve üçüncü kişilere yarar sağlaması ya da maliyet oluşturması her iki koşulda da genel ekonomik sosyal denge açısından olumsuzluk yansıtır; dışsal maliyet koşulunda gereğinden fazla üretim yapılması, dışsal yarar koşulunda ise, gereğinden düşük düzeyde üretim yapılması söz konusudur.
Genel kriz ve ideolojik yapılanma
Bu genel çerçevede önce kısaca ekonomik krize bakalım. Zira ekonomik kriz olgusu bir tür zamansal dışsallık oluşumudur. Şöyle ki, sermayenin bir dönemde, ileriyi düşünmeden aşırı davranışa sürüklenmesi ileriki bir dönemde sermayenin değersizleşmesine, krize ve toplumsal çöküşe yol açar. Bu süreç, sermayenin zamansal olumsuzluk yaratıcı deviniminden çekinmeden yol alması, yani zamansal dışsal maliyet oluşturmasıdır. Biraz tarih üzerinde hızlıca sörf yapmak üzere İkinci Paylaşım Savaşı ertesi döneme gidelim. Savaş sonrasında ABD, Marshall yardımıyla Avrupa’da, Japonya’da, kısaca genel kapitalist dünyada, sosyalizmin etrafını sararcasına savaş yıkımının giderilmesi çabalarına girişirken, yaklaşık 1970’lerin ortalarına dek, yani neo-liberalizmin başlangıcına dek pembe dönem olarak anılan süreci başlattı. Bu süreçte emekçiler ve toplumun hemen her kesimi için fevkalade olumlu gelişmeler yaşandı. Kamu kesimi tarafından üretilen toplumsal hizmetler genişletildi, kamu kesiminde üretilen eğitim ve sağlık gibi beşeri sermaye üretici faaliyetlere hız verildi, özel kesimde ücretler tatmin edici düzeylere çekildi, kısacası Keynes’in 1936 yılında ünlü Genel Teori adlı eseri ile temelini atmış olduğu “refah devleti” ya da “sosyal devlet” uygulaması tüm hızı ile kapitalist dünyaya yayıldı. Bu güzel rüya nedense 1989 yılında Duvar’ın çöküşü ile sonlandırıldı.
Neden böyle bir dönem yaşandı ve neden sonlandırıldı düğümünü çözersek, krizin de hikâyesini anlayabiliriz. Bu düğümü çözebilmek için, tam bir kapitalist slogan-vari söylem olan, “kriz, ABD’de, finansal balonunun patlamasıyla, 2008 yılında meydana geldi” sathî görüşünü reddedip, daha derine inmeliyiz. Metodumuz hep aynıdır; hiçbir olayı salt anlık görüntüsü ile algılamayıp, anlatmayıp, olayı oluşum süreciyle kavrayıp, tüm geçmiş hikâyesiyle ortaya koymak. Bu noktadan ileriye gidebilmek için, duvarın yıkılışını ana sebep olarak görmeyip, zaman boyutu bağlamında, savaş sonrası dönemde yaşananlara bir göz atmamız gerekmektedir. Kısa anlatımla şu kadarını belirtmek bu anlatımı destekler; pembe dönemde emekçilerin durumu mutlak olarak iyileşti. Özellikle merkez kapitalist ülkelerde ücretler o düzeye geldi ki, emekçiler tatillerini istedikleri bir yabancı ülkede geçirebilir oldu. Bu durum sermaye açısından da gerekliydi, zira yıkılmış bölgelerde üretimin ayağa kalkış hızında piyasanın da canlanması gerekiyordu. O nedenle, sosyal politikalarla yaşanan piyasa genişlemesi emek yanlı olduğu kadar sermaye yanlı da görülmelidir. İkincisi, savaş sonrası dönemde Sovyetlere destek olarak Kızıl Çin de tarih sahnesine çıkmıştı. Bu durum kapitalist merkezlerin korkulu rüyası haline gelmişti. Nihayet bir üçüncü sebep de, o dönemde henüz aşırı düzeyde makine-yoğun sisteme geçilmemiş olup, üretim kalabalık emekçi gruplarla yapılıyordu. Dolayısıyla komünist tehlike karşısında emekçilerin kafalarının ve yüreklerinin çelinmesi sermaye sisteminin bekası için elzemdi. Bu nedenledir ki, Keynes’in refah devleti teorik alt-yapısının oluşum tarihi ile (1936), günümüzde sosyal hakları tırpanlayan neo-liberal yaklaşımın politik çıkış (1938) tarihinin birbirine çok yakın olmasına rağmen, sermayenin piyasa gereksinimi, komünist korkusu ve emekçilerin kafasını çelme dürtüsü öne çıkmış ve Keynes politikası oturtulmuştur. Bu manzara dönemin bir cephesini, pembe cephesini bize yansıtır. Diğer cephede ise, bilinçli ve sömürücü sermaye vardır. Her üretim aşamasında artık değere el koyan sermayedarın birikimi, tekelleşen karşıt güçlerden korunarak hayatta kalma dürtüsü ile tedricen makineleşmeye yöneldi. Üretimin giderek makine-yoğun sürece evirilmesi, üretimi hızla yükseltirken, iç piyasayı aynı hızda yükseltemezdi, yükseltemedi de. Süreç şöyle çalışır: doygunluk nedeniyle ilk dönemlerde satışlar yavaşlar, zamanla düşmeye dahi başlayabilir. Bu sürecin yansıması işletmelerin kârlılığının ve kârlılığın yansıması olan stok değerlerinin gerilemesi şeklinde ortaya çıkar. Sermaye yavaş yavaş değersizleşiyordur. İşte, gelişmiş kapitalist dünyaya özgü tipik doygunluk krizinin anatomisi budur. Kriz tüketimin doygunlaşması ve firmaların sermaye değerlerinin erimesi şeklinde ortaya çıkan tipik arzın talebi aşma ya da talebin arza yetişememe krizidir. Malum olduğu üzere, 1929 krizi ertesinde Keynes’in geliştirdiği ve refah devleti politikalarının dayandırıldığı mantık, Marks’ın arzın devamlı yükselişi teorik görüşüne karşın, pratik talep yetersizliği görüşüdür. Hal böyle olunca, krizde ne ABD suçludur, ne de kriz bir finans patlamasıdır. Krizin ABD’de olması ABD’nin en gelişmiş kapitalist ekonomi olmasından kaynaklanmaktadır. Kriz 1970’lerin ortalarına doğru reel sektörde başlamış olup, finansal sektör krizi 2008’lere kadar sürüklemiş, finansal balon mevcut meta değerini aşırı boyutta aşınca, görüntüde finansal kriz şeklinde tabloya yansımıştır. Şimdi de soru şudur: eğer durum gerçekten burada anlatıldığı şekilde cereyan etmiş ise, niçin ana-akım iktisatçıları yukarıdaki slogana yapışmaktadır?
Kapitalizmin çok önemli koruyucu meleği, başta akademik çevreler olmak üzere, genellikle itibarlı akademik çevrelerde üretilen sistem yanlı ifadelerden aşırı sapan çok sivri ve çıkıntı ifadelerden kaçınıcı öğrenilmiş davranış kalıbıdır. Aynen ilaç piyasasında olduğu gibi, sözde bilim dünyasında da sistemin kaleleri mesabesindeki akademik çevrelerin geliştirdiği söylem ya da ifade dışına çıkılamaz. Bunun sebebi, sözde bilim dünyası ile sistemin etrafına koruyucu zırh örmektir. Örülen bu zırh, akademilerde üstatlar tarafından üretilen sermaye ideolojisinin genç dimağlara enjekte edilmesiyle korunur, güçlendirilir. Ondan dolayıdır ki, büyük ve tanınmış akademik çevrelere gözünü diken hemen herkes, genel çizgiyi koruyarak, beş günlük dünyada anlamsız mücadeleye girmek yerine, tanınmış bir akademik kurumda itibarlı yer edinebilmeyi hedefler. Marks’ın hemen tüm çevrelerden dışlanmasının, ABD’nin ünlü üniversitelerinde sosyalizmin itibar görmemesinin, hatta ülkemizde yaşadığımız son KHK uygulamasında da kadroların yenilenerek sisteme uyarlanmasının hedefi aynıdır.
Eğitim ve sağlık hizmeti özelleştirilirse…
Genel kriz ve ideolojik yapılanma üzerinde kısaca durduktan sonra, ikinci ana meselemiz olan sağlık ve korona pandemisi konusuna eğilelim. Dışsallık adı verilen olayların tipik örneğini eğitim ve sağlık işleri oluşturur. Eğitimin ve sağlığın özelleştirilmesinin çok gerisinde sermaye-siyaset işbirliği tarafından topluma karşı işlenmiş böyle bir suç yatar. Eğitim hizmeti özelleştirilip piyasa ürünü olarak sunulduğunda, hizmet düzey ve niteliği müşteri olarak görülen öğrenci tercihlerine göre yapılandırılır. Öğrenci tercihleri ise, eğitimle kazanılabilecek genel kültür ve geniş felsefe-mantık yapılanmasından çok, piyasada paraya tahvil edilebilecek bilgi ve beceri kazanmaya yönelik olur. Daha bu aşamada piyasa oyun kuralına göre viteslenen öğrenci, çevreyi ya da genel kültürün insana sağladığı bakış perspektifini yitirir. Öğrencinin çevreyi ve sistemi derinliğine anlayabilmesine hizmet edebilecek felsefe ve mantıktan yoksun oluşu, onu sorgulamadan sistemle ve sermaye mantığı ile birleştirir. Bu durumda kendisine yapılan ve kendisinin de çevreye uyguladığı davranışı sorgulayamayan öğrenci tedricen sistem mantığı içinde eriyerek, Platon’un mağarasına benzer şekilde dar kalıplarla düşünürken, içine düştüğü ya da düşürüldüğü kendi çıkarı aleyhine çalışan kuyuyu da algılayamaz. Eğitim yoluyla yaratılan cehalet böylesi bir oluşumdur; cahil bıraktırılan bir nesil cehaletle savaşamaz, çünkü içinde bulunduğu cehalet durumunu algılayamaz.
Eğitimi bu yönü ile ele alıp sağlık eğitimi ya da hizmeti ile birleştirirsek, karşımıza ilginç şekilde günümüzün hazin tablosu çıkar. Şöyle ki, tıp hizmetlerinin özelleştirilmesinin tıp eğitimi üzerindeki etkisine yöneldiğimizde, sistemin derin kollarının topluma nasıl zarar verici çalıştığını görebiliriz. Sağlık alanından devletin çekilmesi ve hizmetin özel kesime terk edilmesi tıp öğrencilerinin branş seçimlerinde piyasada değişim değeri yüksek olan alanların öne çıkmasına sebep olur. Hemen bu noktada salgınla sistemi birleştirmek çok anlamlıdır. Tıp alanında halk sağlığı ya da virüs veya sair temel bilim alanları geri planda kalınca, piyasada paraya tahvil edilebilecek alanlar, örneğin jinekoloji, estetik cerrahi vs öne çıkar. Piyasada değişim değeri olan alanların ihmal edilmesi gerekir diye düşünmeden, mesele toplumda kısa, orta ve uzun dönemde her alanda yeteri kadar yararlı eleman üretmek ve söz konusu alanları, bir diğerini ihlal etmeden geliştirmektir. Böyle bir program ancak eğitim ve sağlık alanlarının kamusal hizmet olarak sunulması ile gerçekleşebilir. Aksi halde, eğitim ve sağlıkta bazı alanları özelleştirici kısmî politika uygulamasına alan açmak, uzun dönemde söz konusu alanlarda kamusal hâkimiyetin tümüyle kaybedilmesine kapı açmak demektir. Bugünün tıp hizmetlerinde önleyici sağlık hizmeti aksamakta ve tedavi edici hizmet öne çıkıyorsa, toplum için fevkalade tehlikeli olan bu süreç hizmetin özelleştirilmesinin kaçınılmaz sonucunda oluşmuştur. Zira toplumsal yarar açısından fevkalade değerli olan koruyucu sağlık hizmetlerinin piyasa değişim değeri yoktur ya da çok düşüktür, buna karşın tedavi edici sağlık hizmetlerinin fevkalade yüksek değişim değeri vardır.
Dünya Sağlık Örgütü raporlarına göre, fert başına en yüksek sağlık harcaması yapan ülke, herkesçe malum olabileceği gibi, ABD’dir. Ancak, rapor verileri, maalesef, fert başına harcama miktarı ile sağlık hizmetlerinde kalite ilişkinin ters olduğunu ortaya koyuyor. Dünya Sağlık Örgütü raporuna göre günümüzdeki durum şöyledir: sağlık hizmeti kalitesi olarak sıralamada en yüksek mevki Küba ve Kerela tarafından tutulmaktadır. Küba’yı tanıyoruz; herkesçe malum ekonomisi ve siyaset politikalarıyla, özellikle de sağlıkta hepimize gıpta ettiren bir ülkedir. Kerela’ya gelince, Hindistan’ın güney batısında sağlıkta sosyalizasyon uygulamasıyla tanınan bir bölgedir. Görülüyor ki, sermayenin başatlığında oluşturulan piyasa düzeni toplumsal yarara hizmetten uzaktır. Çünkü sermaye salt kendi çıkarını düşünme eğilimindedir ve sosyal yararı dışlar. Ne var ki, sağlık sorunları bağlamında günümüzde yaşanan pandemi karşısında sermaye sahipleri aşırı risk ile, güçlü ilaç firmaları ise çaresizlikle karşı karşıya kalmışlardır. Zira korona, gelir farkları gözetmeden tüm insanlara bulaşabilmekte ve hiçbir ayırıma girmeden herkesi yoklayabilmektedir. Biraz gerilere gittiğimizde, sermaye sahibi varsıl insanların sağlığın özelleştirilmesinden zarar görmeyeceklerini, tam tersi değişim değeri yüksek alanların sağlık emekçilerine açılmasının yoksulları dışlayarak varsıllara kamu kesimindekinden daha nitelikli hizmet verebileceğini öngörmüşlerdi. Her hangi bir sağlık riski karşısında muazzam servetleri ile kendilerini kurtarabilecekleri düşüne yatmışlardı. Oysa bugün durum hiç de öyle değil. Bugün sermaye sahipleri ve yakın yandaşları ancak izolasyon sayesinde kısmen korunabilmektedirler. Bugün sermaye sahipleri hâlâ alışkanlıklarını sürdürerek, emekçileri canları pahasına üretime sürebilmek için siyasileri zorlamaktalar. Zira sermayedar dediğimiz varlık, sermayenin devamlı büyüme dinamiğinin insanlaşmış görüntüsünden başka bir doku değildir. Özelleştirme dayatmalarında olduğu gibi, günümüz koşullarında da birikim hırsından uzak duramayan sermaye sahipleri, emekçilerin karşı karşıya olabileceği tüm riskleri vicdanlarında eriterek üretimin devamı için tüm kanalları zorlamaktadır. Çünkü sermaye sahipleri için emek, her an ikame edilebilecek üretim aracıdır, metalaştırılmış biyolojik varlıktır, buna karşın kaybedilen anlık kâr telafisi olanaksız “kârdan zarardır”.
Sermaye aynı dürtüsünü çevre sorununda da sürdürmektedir. Küresel ısınmanın neredeyse limitine gelinmiş olup, biliminsanlarının ve çevrecilerin tüm uyarılarına rağmen sanayi kuruluşlarının pervasızca üretimini sürdürmesi önü alınamayan rekabet ortamında kâr etme ve yaşamda kalma dürtüsünün sonucudur. Hal böyle olunca bireysel suçlamaya yönelmek ve mikro sorunlara palyatif çözüm aramak neticesi olmayacak naif girişimlerdir. Gerçi kadın hakları ya da çevre vb gibi sorunların münferiden ortaya atılması ve çözüm üretilmeye çalışılması da ileride bir noktada sorunların birleşerek toplu çözüme götüreceği ileri sürülmekle beraber, bu yol tehlikelidir. Gerçek çözüm yolu, kısmî alanlarda yürümek ya da makul görülebilecek eleştirilerde yoğunlaşmak değil, doğrudan sistemi hedef alarak, sorgulamak ve eleştirmektir.
Krizi örten perde
Günümüzde ekonomik kriz zamana yayılmış seyrini sürdürürken, bunun üzerine korona pandemi sorununun oturmasının toplumlar ve siyaset üzerinde iki farklı yönde etki oluşturabileceği kanaatindeyim. Ekonomik kriz hemen her ülkede siyaseti tedricen törpülüyordu. Ekonomik krizde sermayeden çok siyasi otoriteler suçlanıyordu. ABD’de ünlü işgal eylemi ve finans çevresine yöneltilen, “biz % 99, siz % 1’siniz” sloganı, reel sermayeyi olduğu kadar, siyasi otoriteyi de perdeliyordu. Reel sermaye dokusundan ve bu gidişatı bilimsel sosla boyayan ana-akım ekonomi alanının ünlü üniversitelerinden de hesap sormayı düşünmeyen çevre, kapitalizmin hatalarını örtmede icat edilen “peçe” den hesap sormaya kalktı. Nafile! Bu krizin sebebini kamuoyu hangi alana yapıştırırsa yapıştırsın bir nokta çok sarihti; kriz içeride idi ve toplumun bir kesimi, netleştirilemeyen diğer kesimin saldırısı altında idi. Kapitalizmin bu patolojiye verebileceği bir yanıt yokken, pandemi krizinin ortaya çıkması, sanki kapitalist kriz bir süre hafızalardan silinsin diye bizzat kapitalist merkezlerden pompalanmış gibi düşündürtüyor! Tabiatıyla böyle bir şey söz konusu değil, ama bu krizin ekonominin bir süre için de olsa kendi krizini geride bıraktığı düşünülebilir. Küresel krizin üzerine sağlık krizinin oturması, üretimin bir süre durması ve tedricen faaliyete geçmesi nedeniyle krizin şiddetleneceği kesindi fakat şu da gözden kaçırılmamalıdır ki, ekonomik krizde toplumun bir kesimi ve siyasi otorite karşıt ve düşman olarak algılanırken, pandemi olayında düşmanın kaynağı dışarısı ve saldırı hemen herkese yöneliktir. Hal böyle olunca mücadelede reel siyasetin hâkim olarak öne çıkması ekonomik krize rağmen ve geçici de olsa siyaseti görece güçlendirdiği kanaatindeyim. Şöyle ki, aşısı veya ilacı bulunmamış bir düşmana karşı mücadelede sonuçtan çok, siyasilerin gayreti öne çıkarak, ölümler siyasilerin hatası olarak değil, düşmanın vahşeti olarak görülür. Bu bağlamda kamuoyunda pandemi ile ekonomi politikaları arasında anlamlı ilişki kurulmadan, niçin halk sağlığına önem verilmeyip toplumların bu hale sürüklenişinin hesabı sorulmadan, doğrudan tedavi üzerinde yoğunlaşılır. Kapitalizmin saptırıcı ideolojisi bu konuda başat olur. Siyasilerin düşmana karşı canla başla mücadelesi ya da vermeye çalıştığı görüntü, ekonomik krizi kısmen perdeleyip, kriz nedeniyle yıpranan siyasi imajları kısmen telafi ediyor olabilir. Zira saçılan paralar, işsizlere yapılan yardımlar -az veya çok- işten çıkarma engelleri vs maalesef kapitalist siyasilerin hanesine yazılacak değerler olarak görülebilir. Ancak, sermayeye yapılanlar karşısında emekçilere yönelik fevkalade zayıf desteklere rağmen, kapitalist ideoloji perdesi emekçileri ve örgütlerini öylesine kör etmiş ki, bir emekçi örgütü dışında diğerlerinin varlığı bile ortaya çıkmadı. Siyasiler gayet farkında olarak bu durumu sonuna kadar sömürmeye çalışmakta, kötü ekonomi yönetimlerinin olumsuz görüntüsünü pandemiye karşı canhıraş mücadele (!) görüntüleriyle perdelemeye çalışmaktalar. Örneğin, yardımlar az veya çok demeden, “yapılıyor” söylemini etrafa yaymak için siyasiler yandaş yayın organlarıyla ellerinden geleni yapıyorlar.
Sağlık krizinin küresel sistem krizine dönme olasılığını oldukça zayıf görüyorum. Bunun sebebi, sağlık krizinin kökeninin kapitalizmin bozduğu dengeler olmasına karşın, halkın bu durumu algılamada cehalet yanında, bilgisizlik ve hastalığa karşı mücadele gayretlerinin tüm bu olumsuzlukları örtme becerisidir. Dünya düzeyinde de halkın geneli felsefî düşünme yeteneğine sahip olmadığı için, yorumu anlık ve gördüğüne dayanarak yapacaktır. Görünen ise perdenin arkası değil, önüdür. İngiltere’de başbakanın dahi bir süre solunum cihazında olması, insanları kapitalizmi yermeye değil, başbakanın iyileşmesi için duaya yönlendiriyor olabilir. Oysa o başbakan ki, kapitalist sistemin siyasi lideridir ve insanlığa ve emekçilere yar değil, sermayenin yanındadır.
Türkiye’de durum
Türkiye’ye geldiğimizde durum bu genel çerçeveden daha olumlu bir manzara sergilememektedir. Bu konuda şu noktalar maalesef aleyhe çalışmaktadır.
1) Emekçiler dağınık, durumdan mutazarrır olmakla beraber, bunu kapitalizmin ya da emekçilerin sorunu olarak değil, genel durum olarak algılamaktadır. Son göstermelik mali kararlar da, durumdan oy kotarmaya çalışan AKP’nin işini kolaylaştırmaktadır. Üstelik de AKP tüm bu çabaları her türlü ekonomik riski, enflasyon dâhil, göze alarak yapıyor görüntüsü vererek, sarsılabilecek durumunu güçlendirmeye çalışmaktadır. Dikkat edilirse tüm dünya siyasileri aynı protokolle hareket etmektedir.
2) Emekçileri ve genel halkı örgütleyecek ve mobilize edecek güçlü sol siyasi parti ve siyasi hareket ortada yoktur. Gezi hareketini örgütsüz yapıldı diye göklere çıkaranlar liberal sosyologlardır. Örgütsüz hiçbir hareket başarıya ulaşamaz. Hareket örgütsüz başlatılabilir, fakat yürüyüşte örgütlenmek ya da örgütün ortaya çıkması gerekir. Bunun için de durağan dönemlerde sol siyasi örgütlerin çalışmış ve hazırlıklı olması şarttır. Özellikle kriz dönemlerinde sol partiler ya da cephelerin tüm hesapları bir tarafa bırakıp güç birliği yapmaları çok önemlidir. Aksi halde, tüm kuruluşlar en fazla bir fikir hareketi olarak yaşamını zorla sürdürebilir.
3) Dünya konjonktürü de Türkiye’nin böyle bir atılım yapmasına elverişli değildir. Kaldı ki, günümüzün ekonomik alanda birleşmiş ekonomileri arasında tedarik zincirleri oluşumu da, eskilerde kalmış olan “zincirin en zayıf halkası” görüşünü geçersiz kılmaktadır. Hal böyle olunca, dünya koşul ve birlikteliğinden soyutlanmış izole bir hareket beklemek fazla anlamlı değildir. Pandemi sonrası ülkelerin daha izole, disiplinli baskıcı olacağı ileri sürülmekle beraber, işler biraz düzeldikten sonra, kapitalizmin, şimdiye kadar neyi nasıl yaptı ise, bundan sonra da aynı şeyleri aynı şekilde yapması sistem gereğidir.
4) Pandemi sonrasında, maalesef, kapitalizme elverişli bir ortam oluşacak gibi gözüküyor. Şöyle ki, pandemi esnasında duran ya da yavaşlayan üretim tesislerine, ertelenen ya da karşılanmayan talep birikimi ile karşılık verilecek olması ve bu sürecin kamudan pompalanan paralarla sürdürülmesi, adeta İkinci Paylaşım Savaşı ertesinde yaşanan pembe dönemi, sosyal devlet mantığını -kesinlikle aynı şiddette olmayarak- andırırcasına canlandırabilir. Siyasiler de bu sürecin bence farkında ve o nedenle bugünkü ekonomik yavaşlama, hatta kısmî çöküşler, ileride lehte kullanılacak fırsatlar olarak olumlu karşılanmakta dahi olabilir.
Hepsinin ötesinde yaşadığımız ve ucunda ölüm olan dehşet tablosu her ne kadar insanın tek olmadığını, olamayacağını, birinin diğerine muhtaç ve bağımlı olduğunu, dayanışmanın salt bireyin kendisi için değil, karşısındaki için de gerekli olduğunu öğretmeye çalışmış ise de, kısa sürede gerçekleşmiş bu öğretinin beynin üst katmanında misafir olarak kalmayıp, insanoğlunun asırlardan beri edinmiş olduğu ve kognitif sürece nakşolunan davranış kodlarını değiştirebileceği biraz hayal gibi geliyor bana. Umarım yanlış düşünüyorumdur.