“Despotu harekete geçiren cesaret değil korkudur”
Şu an itibariyle Türkiye’deki rejim, adı konmamış bir dinci despotizmdir… Son seçim hamlesiyle dinci despotizm kurumsallaştırılmak, kalıcılaştırılmak isteniyor. Artık Türkiye yönetilebilir olmaktan çıkmış bulunuyor… Yönetemiyorlar ve yönetemeyecekler… O halde neden ve nasıl bir ‘çöküş tablosu’ ortaya çıktı? Neden araç patinaj yapıyor sorularıyla devam edebiliriz.
Bu günkü ‘durumun’ gerisinde Türkiye’nin mülk sahibi sınıflarının ve onların devletinin iki önemli tercihi var: Birincisi, Türkiye’nin, başkomutanı Amerikalı general olan askeri [militer] saldırı paktı NATO’ya 18 Şubat 1952’de üye olmasıydı… NATO üyeliği demek, bir ABD/emperyalist uydusu olmak, bağımsız iç ve dış politika uygulama yeteneğini kaybetmek demeye geliyordu; ve ikincisi de, tam 38 yıl önce alınmış virajdı… Türkiye 1980 yılında “24 Ocak Kararlarıyla kompradorlaşma tercihi yaptı. Her türlü kalkınmacı, ulusçu, demokratik, sosyal kaygılara elveda dedi… Özerk ekonomik ve sosyal politikalar uygulama yeteneğini kaybetti…
Fakat asgari demokrasi ve hukuk geçerliyken, kompradorlaşma programını dayatmak mümkün olmazdı… NATO’cu Kemalist ordu imdada yetişti, 24 Ocak Kararlarından 8 ay sonra, 12 Eylül 1980’de yönetime el koydu… Sol muhalefeti ezdi ve dinci gericiliğin önünü sonun kadar açtı… Cunta sadece kompradorlaşma programını dayatmak için iktidara el koymadı… Dolayısıyla sadece ekonominin rotasını değiştirmekle yetinmedi, tam bir ABD/NATO/TC projesi olan ‘Türk-İslam Sentezi’ denileni de dayattı… Siz bu dinci iktidar nereden türedi sanıyorsunuz? Kompradorlaşma programı da, dinci gericiliğin önünün açılması da, Türkiye’nin mülk sahibi sınıflarının ‘bilinçli bir tercihiydi… Zira, Türkiye’nin mülk sahibi sınıfları sadece uyduruk resmi ideolojiye dayanarak yönetemeyeceklerini gayet iyi biliyorlardı… Dinci gericiliği yardıma çağırmaya, araçlaştırmaya mecburdular…
Bir rejimin, bir devletin kompradorlaşma tercihi yapması demek, ekonominin rotasının ‘dışardan belirlenmesi’, ‘dışarının ihtiyaçlarıyla “uyumlandırılması’ demektir… Ekonomi yönetimini emperyalizmin hizmetindeki kurumlara (IMF, Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası, vb.) havale etmek/ihale etmek demektir… Öyle bir ekonomi de, iç eklemlenmeden yoksundur. Zira ekonominin sektörleri arasındaki karşılıklı ilişki ve tamamlayıcılık ‘dışa dönük’ olarak işler… İç eklemlenme mümkün olmaz… Tabii ekonomik temel aşınmaya devam eder… Bu gün Türkiye’nin saman, et, fasulye, nohut, mercimek, muz, kedi-köpek maması, vb… ithal eder duruma gelmesi, iç ve dış borç batağına saplanması, küresel tefecilerin oyuncağı haline gelmesi, itilip-kakılması ekonomik işleyişin dışardan ‘uyarılmasının’, belirlenmesinin, velhasıl kompradorlaşmanın bir sonucudur… Aracın rotası dışardan belirleniyorken, milliyetçilik taslamak, sabahtan akşama milli marş söylemek, kendini ve birilerini aldatmaktır…
Artık Türkiye ekonomisi ‘yeni değer’, ‘fazla değer’ üretme yeteneğini kaybetmiş bulunuyor… Borçlanarak inşaat yapıyor ama inşaat karın doyurmaz… Çünkü inşaat bir ‘yeni değer’, bir ‘fazla değer’ yaratmaz. Daha önceden yaratılmış değeri kullanır… Her sokağa bir heykel, her mahalleye bir anıt, iki cami ve üç AVM dikerseniz, birileri zengin olur ama toplum çoğunluğunun yoksullaşması, ekonomik temelin aşınması pahasına… Türkiye ekonomisi artık yeni değer, fazla değer üretmekte zorlanıyor… Ekonomik temel aşınmış bulunuyor… Lâkin bu iflas tablosunu görünmez kılmak için, rakamları, istatistikleri manipüle ediyorlar… Sürekli olarak ekonomik büyüme (milli gelir, GSYH (Gayri Safi Yurtiçi Hasıl artışı) güzellemesi yapıyorlar… Oysa büyüme, GSYH artışı denilen paranın hareketini izler… Para her el değiştirdiğinde ekonomi büyümüş, milli gelir artmış görünür. Neyin üretildiği, neyin nasıl büyüdüğü, ne pahasına büyüdüğü, üretilenin nasıl paylaşıldığı, ekolojik sonuçları dikkate alınmaz… Sözde, yüksek oranlı bir büyümeye rağmen işsizlik ve yoksulluk artabilir, doğal çevre tahribatı, ekolojik yıkım derinleşebilir… Şimdilerde Türkiye’de olduğu gibi… Artık ekonomik büyüme diye öğündükleri tam bir yıkıma dönüşmekte… İnsanı, toplumu, doğayı, gıdayı, havayı ve suyu zehirleyen, yaşamı çekilmez hale getiren ‘ekonomik büyümeyi matah bir şey saymanın ne alemi var…
Artık bu rejimin hiç bir sorunu çözme yeteneği yok. Tam tersine, attığı her adımda işler daha da sarpa sarıyor… Bütçeyi, hazineyi ve müşterekleri yağmalayarak, talan ederek yol alıyorlar. Daha doğrusu yol alamıyorlar… Artık özelleştirilmemiş, paralılaştırılmamış, metalaştırılmamış, yağmalanmamış, talan edilmemiş bir şey bırakmadılar… Geride kalan yaklaşık yüz yıllık dönemde böylesi bir sömürü, yağma ve talan görülmedi… Politik İslamcı AKP ile sömürü, yağma ve talan bahsinde kimse yarışamaz… Tabii yalan ve takiyye bahsinde de…
Bu dinci despotik tırmanışı mutlaka durdurmak gerekiyor ve bu mümkün…
O halde bu kritik kavşakta ne yapmak gerekir? Daha önce de yazdım. Bir despot kazanmayacağı bir seçime ekseri izin vermez, verirse de hileyle sonucu lehe çevirebileceğini düşünür. Seçim kararı alındığına göre, seçim yapılacak ama olağanüstü hâl koşullarında ve hile de yasallaştırılmışken… Despotizmin diğer baskı rejimlerinden farkı, hiç bir hukukun olmaması, asgari hukukun-adaletin esamesinin okunmamasıdır… Oysa diktatörlüğün diğer versiyonlarında (faşizm, Bonapartizm, asker-polis diktatörlüğü, vb.) asgari bir hukuk vardır. Mesela 12 Eylül askeri diktatörlüğünde asgari düzeyde de olsa bir hukuk işliyordu… Despotizmde tam bir keyfilik esastır… 24 Hazirana kadar yeni düzenlemeler de yapacaklardır… Eğer despot kanunlara uymuyor veya keyfince kanunlar yapıyorsa, onun uymadığı kanuna siz neden itibar edesiniz? Sizin eliniz hep armut toplamak zorunda mı? Muhalefet despotun kurduğu oyuna gelmek zorunda mı? Aslında böylesi bir durumda bu oyunu reddetmek, oyuna gelmemek gerekirdi… Fakat, bu aşamada öyle bir şey artık mümkün görünmüyor. Zira, sadece reddetmek yetmez, itiraz cephesinin alternatif bir programının ve perspektifinin de olması gerekir… O zaman ve her şeye rağmen yapılacak şey, muhalefet cephesinin var gücüyle bu seçime yüklenmek olabilir… Bu vesileyle bir hususu hatırlamak gerekiyor. Hiç bir despot bütün bunları tek başına yapmaz/yapamaz. Hiç bir diktatör boşlukta durmaz… Eğer arkasında önemli bir sermaye desteği olmasaydı, bu tür aşırılıklara heves edemezlerdi?
İki yıldır olağanüstü hâl var ve yapamayacakları hiç bir şey yok iken, bu baskın seçimi neden dayattılar? Artık ‘normal koşullarda’ yapılacak bir seçimi kazanmaları mümkün değilken? Seçim kararı bir çaresizliğin sonucu… Dayandıkları temek hızla aşınıyor, oy tabanları eriyor… Tüm gösterge ışıkları kırmızıya dönmüş durumda… Ekonomi, dış politika, eğitim, sağlık… tüm alanlarda tam bir iflas durumu var… Hileyle seçimleri ‘kazanabilirlerse’, güya ‘halk desteğini aldık’ diyecekler. Yerli yersiz ‘milli iradeden’ söz edecekler… Oysa ‘milli irade’ diye bir şey yok ve olması da mümkün değildir… Milli irade söylemi ahmakları aldatmak için uydurulmuş bir safsatadır…
Baskıyla, terörle, korkutarak çözüm mümkün olsaydı, işler ne kadar da kolay olurdu… Bu toplum şu veya bu şekilde ama mutlaka bu dinci-despotik tırmanışa izin vermeyecek… Hileyle kazansalar da kaybedecekler… Oyun orda bitmeyecek! Yanlış hesap mutlaka bir yerlerden dönecek… Eşyanın tabiatı gereği öyle olacak… İnsanlar, özgürlük, demokrasi, hak, hukuk, adalet ve haysiyet mücadelesinden vazgeçmeyeceklerine göre…