Ekim Devrimi’nin yüzüncü yıldönümünü hem kutlayarak, hem de hüzünle anıyoruz.
Kutluyoruz; çünkü, bu devrim, 20’nci yüzyılın önemli bir bölümünde dünya halklarının üçte birini kucaklayan bir coğrafyada sınıfsız, sömürüsüz toplumların oluşmasına rehberlik etti.
Hüzünle anıyoruz. Çünkü, Şubat 1918’de “Paris Komünü’nün yüz gününü aştık; devrim hâlâ ayakta” diye sevinen Lenin’in partisi, üç çeyrek yüzyıl geçmeden sessiz sedasız iktidardan uzaklaştı; devrimin şanlı ürünü olan SSCB tarihe karıştı.
Yıldönümü ile bağlantılı birkaç tespiti, düşünceyi kısa notlara dönüştürmek istedim.
İnsanlığa armağan: “Reel sosyalizmler”
Ekim Devrimi’ni örnek alan toplumlar, bazılarınca daha sonra “reel sosyalizmler” olarak adlandırıldı. Bu terim, devrim öncesi sosyalizm tasarımları ile sonraki somut gerçekliler arasındaki uyumsuzlukları ima etmektedir.
Bu farklılıklar bir yana, reel sosyalizmlerin yaşandığı tüm tarihsel deneyimler, sınıfsız, sömürüsüz toplumların kurulabileceğini, uzunca süreler boyunca yaşayabileceğini göstermiştir.
Farklı ifadeyle, emeğin meta olmadığı, kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkilerinin, dolayısıyla artık-değerin tarihe karıştığı emekçi toplumları, kapitalist dünyanın kuşatması altında ayakta durabilmiş; ekonomi, siyaset, bilim, sanat, edebiyat alanlarına önemli katkılar getirmiştir.
Bu nedenlerle, reel sosyalizmler insanlığa büyük bir armağan olarak görülmelidir.
Klasik Marksizm’de sınırsız demokrasi
Marksist klasiklerin kapitalizm sonrası toplum biçimi üzerindeki metinleri, sınırsız demokrasi ve özgürlük tasarımları içerir.
Önem taşıyan üç yapıtı hatırlatayım: Gotha Programının Eleştirisi (Marx), Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm (Engels) ve Devlet ve İhtilal (Lenin)…
Ekim Devrimi’nin hemen arifesinde kaleme alınan Devlet ve İhtilal’de Lenin, Marx ve Engels’ten de destek alarak, sonraki deneyimlere ışık tutacak devrim güzergâhını belirlemiştir: Devrimci teoriyi (Marksizmi) bir eylem rehberi olarak kabul eden, işçi sınıfını temsil eden bir öncü parti iktidara el koyacak; proletarya diktatörlüğü aracılığıyla sömürücü sınıfların tarihe karışmasını sağlayacak; böylece, devletin kuruyup gitmesini mümkün kılacaktır.
Bu güzergâhı (programı) benimseyen bir devrim, böylece (işçi sınıfı dahil) tüm sınıfların ve devletin yok olmasını hedeflediği için sınırsız bir demokrasi tasarımıdır. Sosyalizme geçişin devlet yapısı olarak düşünülen proletarya diktatörlüğü ise, halk için sınırsız özgürlük, sömürücüler üzerinde baskı anlamına gelmektedir ve temsilî burjuva demokrasilerine göre çok daha kapsamlı özgürlük alanları tasarlamaktadır.
Lenin’in devrim anlayışı, kapitalizmin; örgütlü, sınıfsal bir müdahale sonunda son bulacağı önermesini içeriyor. Önceki tarihsel örneklerdeki gibi yeni toplumsal sisteme kendiliğinden geçiş öngörülmemektedir.
Sosyalist, komünist, devrimci hareketlerin stratejik, politik metinleri, hem ait oldukları tarihsel ortamların izlerini içermiş; hem de sınıflı toplumlara, kapitalizme ilişkin Marksist çözümlemelerden yararlanmıştır. Bu farklı katkıları ayrıştırmak kolay değildir.
Parti ve İşçi Sınıfı
Marx, Engels ve Lenin tarafından temsil edilen ve yukarıda değindiğim sınıfsız ve sınırsız demokrasi anlayışı, reel sosyalizmlerde ne ölçüde hayata geçirildi?
Bu sorunun yanıtlanması için, Komünist Parti iktidarları altında bir emekçiler demokrasisinin, sağlam ku-rumsal güvenceler ve güncel pratik içinde egemen olup olmadığı sorgulanmalıdır.
Devrimci bir demokrasi anlayışı içeren kuram, kaçınılmaz olarak, reel sosyalizmlerin Parti hayatlarına ve devlet yönetimine de damgasını vurdu. Bu toplumların tarihi, Parti liderliklerinin bu doğrultudaki çabaları, deneyimleri, başarı ve tökezlemelerinin de tarihidir.
Bu büyük, karmaşık öykünün, göreli olarak az gelişmiş toplumlarda, emperyalizmin kuşatması altında, dış saldırı ve iç savaş koşullarında iktidarda olmanın yükünü taşıyarak yaşandığını biliyoruz.
Sınırsız, coşkulu özgürleşme, yaygın doğrudan demokrasi dönemleri ile proletarya diktatörlüğü adına Parti-içi muhalefeti bastırma, tasfiye etme aşamaları bazen peş peşe, bazen iç içe yaşanmıştır. Tüm ülkeleri, zaman dilimlerini kapsayan bir bilanço çıkarılamaz.
Bu güç soruyu, öznel bir değerlendirmeyle noktalayacağım: Reel sosyalizmlerin çoğunluğunda uzun yıllar boyunca, işçi sınıfı demokrasisi alanlarının büyük önem taşıdığını; emekçiler için temsilî burjuva demokrasilerinden daha geniş özgürlük mekânlarının var olduğunu düşünüyorum.
Yolculuğun hazin sonunu da biliyoruz: Ekim Devrimi’nin yetmişinci yıldönümü geldiğinde, reel sosyalist ülkelerde işçi sınıfı demokrasisi alanlarının tarihe karışmış olduğu; içe kapalı parti bürokrasilerinin yönettiği iktidar yapılarının yerleştiği söylenebilir.
Kapitalizm Sonrası: Yeni bir dünya mı? Çürüme mi?
Ekim Devrimi’nin yüzüncü yıldönümünde, sadece sistem karşıtı sol-muhalefette değil, kimi burjuva çevrelerinde dahi “kapitalizmin vadesinin geldiği” teşhisleri yaygınlaşmaktadır.
Sol muhalefet saflarında, kapitalizmin “iktidarı hedefleyen sınıf mücadeleleri” ile son bulacağı öngörüsünü veya çağrısını bir süre önce gözden geçirmiştim. Immanuel Wallerstein, geleneksel sosyalist/sosyal demokrat solu da içeren bir geniş cephe (“Dünya Solu”) muhalefeti öngörüyor. Samir Amin ise, Lenin-Mao çizgisine yakın bir “Yeni Enternasyonal” çağrısı yapıyor.
Bu iki yazar, kapitalizm sonrası için görece demokratik ve eşitlikçi veya sosyalist sistemler öngörmektedir.
Çürüme ve çözülme içeren karanlık bir gelecek söz konusu olamaz mı? Almanya’dan Wolfgang Streeck bu tür bir geleceğe yöneldiğimizi düşünüyor.
Streeck’e göre kapitalizmin dinamizmi, bünyesinde daima var olan karşıt, muhalif güçlere uyum sağladığı; kendisini yenileyebildiği ölçüde gerçekleşmişti. 1945-1975 döneminin Altın Çağı, ideal örnektir. Kapitalizm, bu dinamik dönemde emek ve sermaye arasında istikrarlı bir bölüşüm uzlaşması sağlamış; piyasaların denetimsiz genişlemesini, emeğin, doğanın, paranın metalaşma eğilimlerini frenleyebilmişti.
Bu tarihsel uzlaşmayı sürdürme fırsatı, neoliberal dönüşümle heba edilmiştir. Sonraki yıllarda sınıflar-arası uzlaşmanın siyasete yansıması olan demokrasi fiilen yok olmuştur. Emperyalizm, inşa potansiyelini yitirmiştir; sadece tahripkâr gücünü korumaktadır.
Emekçilerin bölüşüm kayıpları ve kamusal varlıkların yağmalanması, ekonomilerin durgunlaşmasına yol açmıştır. Bu ortamı, gereksinmelerin ve gelirlerin ötesine taşan bir tüketim tutkusuyla aşma çabaları beyhudedir. Bu tıkanma dönemine, sosyalist bir dünya sisteminin varlığından esinlenmiş Eski Sol’un tarihe karışması refakat etmiştir. Sistem karşıtı muhalefetsizlik, kapitalizmin aleyhinedir. Bu yüzden kendisini yenileme seçeneklerini unutmuş; dinamizmini yitirmiş; çözülmeye, çürümeye sürüklenmiştir.
Streeck, kapitalizmin sonunu bir olay değil, bir süreç olarak algılamaktadır. Yeni bir düzen seçeneğinin ortaya çıkması için sermayenin ideolojik hegemonyasını sarsacak büyük ve sonucu belirsiz bir çöküntü gerekiyor. Bugün bu ortamda değiliz.
Teknolojik işsizlik ve kapitalizmin sonu
Bu kötümser çürüme/çözülme senaryosuna karşı, maddeci tarih görüşünün daha genel bir önermesinden hareket edenler de var: “Toplumun maddi üretim güçleri, var olan üretim ilişkileri ile çatışmaya girdiğinde bir toplumsal devrim dönemi başlar.” (Marx).
Burada sözü edilen “toplumsal devrim”, zamanı gelince, bir müdahaleye gerek duymadan, “kendiliğinden” gerçekleşmez mi? Teknolojide, bilgide, iletişimde durdurulamayan gelişmeler, kapitalist mülkiyet (üretim) ilişkileri altında sürdürülemez hale gelince, kapitalizm tarihe karışmaz mı?
Bu soruları olumlu yanıtlayan iki farklı senaryo tartışılmaktadır. Birisi, yapay zeka ve robotlaşma sayesinde, önce üretken sektörlerde, sonra da hizmetlerde çalışan emekçileri azaltma, giderek tasfiye etme eğilimlerini vurgulamaktadır.
Özellikle Batı toplumlarında, mavi ve beyaz yakalı emek talebini hızla kısan bir dönüşümün başladığı; telâfi seçeneklerinin tıkanmakta olduğu gözleniyor. Teknolojik olanaklar, düşük ücretli dönemlerde dahi işsizlik yaratmak için kullanılmaktadır. Varlık nedenini (işçi sınıfını) yok etme tutkusu, kapitalizmin “intihar sendromu”dur.
Orta sınıfların katılımıyla yaygınlaşan teknolojik işsizliğin çeyrek yüzyıl içinde %50 oranlarına ulaşabileceği öngörülüyor (Randall Collins). Kapitalizm, bu boyuta ulaşan bir “yedek emek ordusu”nu bünyesinde barındıramaz.
Sonuç, askerin, polisin maaşlarının dahi ödenemeyeceği devletin malî krizi ile tetiklenen bir antikapitalist devrim olacaktır. Bu “devrim”, iktidarı hedefleyen örgütlü bir mücadele sonunda değil, kendiliğinden gerçekleşecek bir toplumsal patlama ile gerçekleşecektir. İçeriği, sonuçları bugünden öngörülemez.
Kapitalizmin Sonu: Bilginin toplumsallaşması
Üretim güçlerinin sürüklediği ikinci antikapitalist senaryoyu Paul Mason öngörüyor: “Bilgiye dayalı üretim güçleri ile toplumsal ilişkiler arasındaki çelişki, kapitalizme son verecek maddi koşulları oluşturacaktır.”
Üretim süreçlerinde içerilen yeni bilgiler, hızla paylaşılabilen “serbest mal”lar haline de gelmektedir. Yaygınlaşması önlenemeyen bilgi, piyasa mekanizması içinde dağıtıma uygun değildir; mülkiyet hakları içinde hapsedilemez. Normal çözüm toplumsallaşmasıdır. Ne var ki, kapitalizm, devleti, yasaları denetleyerek; yapay tekelci uygulamaları zorunlu hale getirerek bu devrimci olanağı, yani bilginin toplumsallaşmasını önlemiştir. Bu engellemelerin sürdürülmesi imkânsız hale gelmektedir.
Mason’a göre bilginin gelişimi, yaygınlaşması ile kapitalizm arasındaki bu çatışma, “sosyalist proje”yi gündeme getirmek üzeredir. Marksist öngörüdeki devrim ortamı böylece oluşur.
Bu “devrim”, hangi güçler aracılığıyla hayata geçirilecektir? Paul Mason, kapitalizme muhalefetin, devrimci gelenekten uzaklaşmış işçi sınıfında değil, “insan soyunun tarihindeki en yüksek eğitimli kuşağında” odaklaşacağını düşünüyor. Açıkça antikapitalist bir iktidar mücadelesi içinde olmayan bu kuşak, kapitalizmi sadece reddettiği için sistemin ölüm fermanını imzalayacaktır.
Peki, günümüzde dünya çapında ve ülkelerinde ayrıcalıklı konumlarını gerekirse kan dökerek, gerekirse ırkçı ve dinci faşizmlerle uzlaşarak güçlendiren; asla ödün vermeyen egemen sınıflar, burjuvaziler sessiz mi kalacak?
Paul Mason bu soruyu kitabının sonunda, yüksek burjuvazi için, “yoksullaşırlar ve bu günden daha mutlu olurlar. Çünkü zengin olmak zordur” diye yanıtlıyor. Böylece de bu ilginç kitabını gayri ciddi bir fantezi ile noktalıyor.
Bizlere de, bu vesileyle, Ekim Devrimi’nin hâlâ geçerli olan en genel öğretisini hatırlatmak düşüyor: Kapitalizmin son bulması için, iktidarı hedefleyen, örgütlü, açıkça devrimci ve en geniş kapsamıyla emekçi sınıflara dayalı bir mücadelenin varlığı, başarısı gereklidir.