Crans Montana son durak mı? – Halil Paşa

3601

ANASTASİADES, AKINCI’YI ÇÖZÜMÜN ETKİN SİYASİ AKTÖRÜ OLARAK GÖRDÜ MÜ?

Seçilip de müzakerelerin ilk başladığı günlerde, Talat’la yaşanan hayal kırıklığından sonra, “daha bağımsız ve atak” bir görüntü çizmesi beklenen Akıncı, önce Erdoğan’ın canlı yayında “ağzından çıkanı kulağın duysun” azarına maruz kaldı.

Sonra Özdil Nami’nin TC Dışişleri’nin isteği üzerine müzakereci atanmasıyla devam etti bağımsızlığının sınırları. Bu ve benzeri olaylara rağmen Anastasiades ile medyaya yansıyan kahveli, zivaniyalı sohbetler, tiyatro seyirleri ve Rumca-Türkçe yılbaşı mesajlarıyla birlikte yakınlaşmalar, Akıncı farkıyla çözüm lehinde bir hava esmesini sağladı.

Nasıl olsa ikisi de yakın geçmişte Annan Planı için ortak “evet” çağrısında bulunmuş liderlerdi.

“Kıbrıslıtürk liderler, müzakere edebilir, görüş açıklayabilir, çözüm önerileri ortaya koyabilirler… Ancak günün sonunda bütün bunlar mevcut TC Hükümeti ve Dış işleri bürokrasisinin çizdiği “Milli Dava Kıbrıs” ile çelişmez ve bu sorunun çözümü bu milli rotanın dışına taşmayacak şekilde sonuçlanır.”

Yukarıda, Kıbrıslıtürk liderlerin müzakere sürecine etkileri ve yetkileri ile ilgili yerleşmiş, yalnızca Kıbrıslıtürk sağı ya da solunda değil; Kıbrıslırum liderlerin ve dahi tüm siyasal partilerin de içselleştirdiği bu düşünce, Akıncı farkıyla ortadan kalkacak mıydı?

Bir zamanlar adadaki TC’li komutanın siyasi işlere müdahale etmesiyle; “general çizmeyi aştı” diye gürleyen…

Ankara’da AKP genel Merkezinde “bize yalnızca toprak değil, kendi insanımız adadan göç ediyor bu nedenle çözüm ve barış lazım” diye seslendiği RTE’nin; “bizde nüfus çok göndeririz” şeklindeki cevabına anında itiraz ederek masadan kalkan Akıncı, çözümü getiren Kıbrıslıtürk lider olarak mı tarihe geçecekti?

Lider olarak Akıncı, Kıbrıs Sorunun çözümü için Talat’dan farklı olarak ne yapacaktı?

Yarım yüzyıl sonra adada çözüm dileğiyle kadeh tokuşturduğu Anastasiades, gerçekten de diğer Rum liderlerinden farklı olarak, Akıncı’yı çözümün siyasi aktörü olarak benimsemiş miydi?

CRANS MONTANADA DA MÜZAKARELERİN SİYASAL AKTÖRÜ TÜRKİYE İDİ

Crans Montana’da neler olduğunun bilgilerini, müzakereler öncesinde ve müzakereler sürerken Kıbrıs Rum gazetelerine sızan haberlerden ve müzakerelerden sonra da orada bulunan Kıbrıslırum ve Kıbrıslıtürk gazetecilerden edindik.

Anastasiades’in basına da sızdırdığı öneriler Akıncı’nın değil Türkiye’nin karar vereceği konulardı.

Şöyle ki; “çözümle birlikte askerler adadan düzenli olarak geri çekilecek ve 15 yıl sonra sıfırlanacaktı. Garantörü ve müdahale hakkının bulunmadığı federal bir devlet kurulacaktı. Federal devletin iç güvenliği ise, AB’nin denetiminde ve tarafsız ülkeden bir kişinin komutasında, polislerin de katılacağı (garantörlerin 1/3 oranında katılacağı) çokuluslu polis gücü ile sağlanacaktı. Omorfo’nun (Güzelyurt) ve 100 bin Kıbrıslı Rum’un geri dönmesine olanak tanıyacak diğer bölgelerin iadesi talep edilmekteydi…”

Alithia gazetesinde çıkan habere göre; Türkiye’nin yukarıdaki önerileri kabul etmesi halinde Anastasiadis de karşılığında; “ortak liste ile dönüşümlü başkanlığı; mülkiyet başlığı altında; Rum idaresi altındaki bölgelerde gerçek mal sahibinin ve Kıbrıs Türk idaresi altındaki bölgelerde de kullanıcının imtiyazlı olmasının tanınmasını, Rumların Kıbrıs Türk oluşturucu devletinde mülk satın alımlarına kısıtlama getirilmesini; Türk vatandaşlarına 4:1 oranına göre “dört özgürlüklerinin” garanti altına alınmasını…” sağlayacaktı.

Ancak masaya konan (sıfır asker ve sıfır garantiler) üzerinde tartışılıp pazarlık yapılması bir yana, önerinin Çavuşoğlu tarafından sert bir şekilde reddedilmesi basında öne çıktı. Böylece birincinin karşılığı olarak paketin görüşülmesine geçilemeden, müzakereler de çıkmaza girmiş oldu.

Birinci konunun, yani belli bir sürede adanın askerden arındırılması ve garantilerin de kalkması üzerinde tartışılabilse ve bir sonuç elde edilebilseydi eğer, toprak, mülkiyet, dönüşümlü başkanlık ve dört özgürlükler üzerinde bir sonuca varmak da mümkün olurdu. En azından bir çerçeve antlaşmasıyla adaya dönülür ve referandum için hazırlıklar başlayabilirdi.

Anastasiades’in adeta bir önşart olarak masaya sürdüğü asker ve garantiler Türkiye Dışişlerinin duvarına çarptı ve Mont Pelerin ile ivme kazanan, Crans Montana öncesi doruğa çıkan kamuoyundaki çözüm umutları, bir anda tepetaklak edildi.

Anastasiades ön şartıyla, adada eğer çözüm ve barış isteniyorsa, bunların asker ve garantilerle, top-tüfek ve askeri müdahalelerle olamayacağını savunmakla doğru olanı yaptığını düşündü. Hatta bu konuda siyasi muhatabının da Akıncı değil, Türkiye olduğunu gösterdi.

Ancak onun bu çıkışı, sorunun çözümünü değil, çözümsüzlüğünü, iki cemaat arasında yakınlaşmayı değil uzaklaşmayı, barışa olan inancı değil inançsızlığı, iki cemaatin siyasal partilerinin kendi aralarındaki “milli birlik ve beraberlik” ruhunun güçlenmesini, siyasi dilde yumuşamayı değil, milliyetçi sertleşmeyi getirdiği de bir gerçek.

KUZEY KIBRIS TÜRK CEPHESİNDE

Basında, daha çok yakışıklılığıyla, yaptığı açılışlarla, harcamalarıyla ve yurt dışı seyahatlerinin maliyeti ile dikkatleri çeken KKTC Başbakanı Özgürgün, Crans Montana öncesinde, Anastasiades için; “Enosis diyen, Türk askeri çıksın diyen birisi” sığ sözleriyle bodoslama girdi konuya. Müzakerelerden beklentisini de; ”iş olsun diye gidiliyor havası var” şeklinde izaha çalıştı. Belki de bu “derin analiziyle” Akıncı’yı eleştirmek istedi. Ama Akıncı ile birlikte Crans Montana yollarına TC Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu ve maiyetindeki TC dışişleri bürokratlarının da çıktığını, “iş olsun diye gidiliyor havasına” onları da katmış olduğunu akıl edemedi.

Serdar Denktaş ise müzakereler çöker çökmez: “Sürecin çökmesi ve yıllardır bizleri meşgul eden zeminde bir çözümün ortaya çıkamayacağı gerçeği buradan alınan sonuçla ortaya çıkmış oldu” dedi ve ortağının sözlerini büyük bir bilgiçlikle tamamladı.

Kuzey Kıbrıs’ta çözümden yana olduğu için seçilen Mustafa Akıncı, çözüme yaklaşıldığını her dillendirdiğinde, hükümet tarafından “davayı satmakla” suçlanan bir lider olarak lanse edildi.

Akıncı’ya gelince… Çözüm sözü vererek lider seçilmişti. Ancak müzakereler çöküyorken, devrede olan, basına konuşan Çavuşoğlu’ydu. Çünkü Anastasiades’in tüm adada belli bir tarih verilerek askersizleşme önerisine ilk cevap veren oydu…

Crans Montana’daki zirvede BM’ye gelmesi için ortak çağrıda bulunan CTP-UBP-DP-TDP “milli birlik ve beraberlik” görüntüsü çizerek Akıncı ve Çavuşoğlu’na destek vermekle yetindiler.

Müzakerelerin çıkmaza girmesi Kuzey Kıbrıs Türk cephesinin meclis partileri arasındaki “milli birlik, beraberlik ve dayanışmayı” sağlamanın ötesinde bir işlev görmedi.

GÜNEY KIBRIS ELEN CEPHESİNDE

AKEL’in ihtiyatlı bir çekimserlik içinde olmasına rağmen, Kıbrıs Cumhuriyetini elinde tutan Güney komşumuz da, çözümsüzlüğün gerçekleşmesiyle “Ulusal Konsey”lerindeki “Elen ruhu”ndan fedakarlık etmemiş oldular.

Bu nedenle müzakere süreci çökerken, ön şart olarak masaya sürdüğü  “sıfır asker-sıfır garanti” teziyle, Anastasiades de önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde en azından kendisine akacak milli oyları tehlikeye atmadı.

LİDERLER ÇÖZÜM İÇİN ÇOK DA HAZIRLIKLI GÖZÜKMEDİLER

Anastasiades ile Akıncı arasında, özellikle Mont Pelerin sürecinde başlayan “blame game”, tarafların “Crans Montana zirvesi de çökerse, çözümsüzlüğün suçunu karşı tarafın üzerine yıkmakla malul tartışmalar daha da sertleşir ve her iki kamuoyundaki çözüm ve barış heyecanını berhava olur” olasılığının da habercisiydi. Ancak her iki liderin de bunu bildikleri, müzakere öncesi vermiş oldukları siyasi demeçlerden anlaşılsa da, bunun sorumluluğunu ve gailesini pek de taşımadıkları anlaşıldı. Zaten zirve bile BM Genel Sekreterinin yardımı istenerek sürdü, sonunda müzakerelerin kilitlendiğini açıklamak görevi bile ona bırakıldı.

TÜRKİYE CEPHESİNDE 

AKP’nin iç politikada Kıbrıs Sorunun çözümü halinde muhalefete kaptıracağı (“Ver Kurtul”cu Kemalistler, Adalet yürüyüşündeki CHP’nin “Kıbrıs’a da yürürüz” demeçleri, “Kıbrıs’ı fethettik bizimdir” diyen AKP, MHP vb. Milliyetçi-Muhafazakar, İslamcı ve lümpen taban…) “milliyetçilik şampiyonluğu” göze alındığında…

Başta RTE olmak üzere AKP ile TC Dışişlerinin zirvede “taviz veren” ve böylece “küçük düşen taraf” olarak kesinlikle gözükmek istemeyeceğini tahmin etmek için kahin olmak gerekmezdi.

Nitekim TC Dışişlerinin, Anastasiades “sıfır asker-sıfır garanti” şartını önkoşul olarak zirveye taşıyacağında, zirvenin de bu nedenle çökebileceğini tahmin edemeyeceğini söylemek sanırım siyasi saflık olurdu. TC Dışişleri Müzakerelerin çökmesinde suçlanacak olan tarafın Kıbrıslırumlar olabilmesi için, bu talep karşısında önceden planladığı gibi esneyip yumuşadı.

Hatta Çavuşoğlu’nun BM Genel Sekreteri’ne, yazılı değil ama sözlü olarak da askerleri azaltmakla ilgili verdiği sözler de medyanın diline düştü.

Müzakereler çökünce, AKP de iç politikada “taviz vermekle” malul suçlamalardan kurtulmuş oldu.

Bu arada belirtmekte yarar var, CHP Genel Başkan Yardımcısı Öztürk Yılmaz, Kıbrıs’ın Türkiye’nin milli davası olduğunu ve taviz verilirse CHP’nin Kıbrıs’a kadar yürüyeceğini ilan ederek, zirve sırasında AKP’nin elini güçlendirdi. Böylece şimdiye kadar başta HDP olmak üzere ÖDP ve EMEP gibi sol partiler haricinde, Türkiye’de hiçbir siyasi örgüt, (AKP,CHP, MHP ve diğerleri…) Kıbrıs’ta çözüme, Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırumların karar vereceği bir konu olduğunu bir kez daha akıl edemedi ve Türk Milliyetçiliğinde birleşti.

Böylece AKP zirvede çözülmeyen Kıbrıs sorunu sayesinde, içeride “milli birlik ve beraberlik” kazancı ile muhalif itirazı bastırdı. Bu AKP’nin milli kazancı oldu. Karşılığında ise AB ve uluslararası siyasette Kıbrıs Sorunu nedeniyle dışlanmaya devam edeceği de ayan beyan belli oldu. Bu da “milli dava Kıbrıs”ın, AKP’ne ve elbette Türkiye’ye maliyeti oldu.

SONUÇ:

Anastasiades’in zirveden çıkacak olası bir çözümsüzlüğe karşı, önceden hafif-hafif başlatılmış olan “çözümsüzlüğün suçunu karşı tarafa yıkma”  hadisesine de hazırlıklı olmadığını düşünmek saflık olur. Hani bunda çok da başarısız olduğunu söylemek de mümkün değildir. Hatta Anastasiades’in “sıfır asker-sıfır garanti” önerisinin, bundan sonraki müzakere süreçlerinde ele alınması gerekecek bir siyasi kazanımı olarak görülmesi de mümkündür.

Ancak çöken müzakere süreciyle, Anastasaides de öncelleri gibi “çözümsüzlüğü zamana yayarak” genelde Kıbrıslı çözüm yanlılarının ve özelde de Kıbrıslıtürk cemaatinin eriyip daha da pasifleşmesine katkı sağladı.

Akıncı ise müzakerelerin açmaza girmeye yüz tuttuğu bir anda, belki de iyice hesaplamadan ya da karşı tarafa “olmazsa KKTC ile yola devam ederiz ha!” sopasını sallayarak, başlarda müzakerelerin siyasi çıtasının yükseltilmesini arzulayan taraf olarak gözüktü. Çıta yükseldi yükselmesine de, müzakerelerde, kendisi değil, ama Çavuşoğlu ön plana çıktı. Türkiye’nin adadaki haklarını (asker ve garantiler) savunmayı da Akıncı’ya bırakmadı. Bizzat kendi üstlendi.

Türkiye’nin iç siyasi cephesinde, AKP-CHP-MHP bağlaşmasıyla Kıbrıs’ın “milli dava” olduğu teyit edildi.

Bardağın dolu tarafından bakarak son bir cümle ekleyip, makalenin başlığına bir cevapla yazıma son vereyim.

Kıbrıslılar bir kez daha gördüler ki; cemaatler kendi kaderini tayin etmek için cesaretle öne çıkmadıkları sürece, seçtikleri liderler ve uluslararası baskılarla müzakerelerden çözüm çıkma ihtimali her zaman garantörlerin ve süper askeri güçlere sahip ülkelerin farklı çıkarları nedeniyle her zaman için kırılgan ve zayıftır.

Elbette Crans Montana son durak değildir!..

Çünkü ne Kıbrıslılar statükodan memnundur, ne de uluslararası hukuk ve insan hakları adadaki bu de-facto duruma izin vermez.

Başka bir Kıbrıs mümkün değil, şarttır da…