Nasıl bölündük ve nasıl böldüler – Ulus Irkad

739

1957 yılında doğduğum için ondan önceki durumları bilmiyorum ama 1960’lı yılların başlarına geldiğimde birşeylerin döndüğünün artık farkına varıyordum. Mesela 1962 yılında Lefkoşa’da yaşayan dedem o günlerde çalışmak için gittiği İngiltere’den geldiği için onun Baf’taki evimizin balkonunda, avukatların vurulması hakkında konuştuğunu ve bu vurulma hadisesine kulak kabarttığımı hatırlıyorum. Daha yıllardan 1962’ydi ama demek ki yeraltı örgütü tarafından düzenlenen terör saldırıları vardı ve üstelik de Kıbrıs Cumhuriyeti ilan edileli iki sene olmuştu. Sonra bir sabah kalktığımda Arif Albayrak’ın annesi ile annemin, bizi o gün Lefkoşa’daki olaylardan dolayı okula göndermeyeceklerini konuştuklarını duymuştum. Daha yataktan kalkmadan konuşmalara kulak kabartmıştım. O gün bizim için tatildi…Tatildi ama birkaç gün sonra bomba ve tüfek sesleri ile irkilerek uyandık. Daha sabahın ilk ışıklarında kurşunlar evimizin duvarlarına vurmaya başlamıştı. Annem dışarı çıkıp da vurulmamamız için bizlere, evde evimizde bol bol bulunan kitaplardan hikayeler okuyordu. Babam da dışardaydı. Bazen nöbete gittiğini biliyorum. Sonra bir gece Mutallo’daki komşuların evlerini terkederek daha güvenli yerlere gittiklerini görmüştük. Daha sonra korkuç olaylar başlayacak, Baf’ın yanındaki küçük köyler veya bölgeler de Baf Türk Bölgesi’ne göçedecekti. Rayşonlar dönemiydi. Memurlar ve öğretmenler ödenemiyorlardı. Parasızdılar…Babam o dönemler parasız olduğu ve ev kirasını da veremediğimiz için, gene sınırda bulunan tehlikeli bir bölgede ev tutmuş ama kısa bir dönem sonra Baf Polis komutanlarından olan komşumuz Fuat Bey sınır üzerinde rahmetli oğlu Semih abiyi Ayyanni Köyü’ne uğurlarken, orada açılan bir ateşle öldürülmüştü. Bir Kıbrıslırum polisinin onu vurduğu söyleniyordu. Sonra korkudan o evi de terkettik. Daha içlerde tuvaleti bile olmayan iki odalı bir eve taşındık. Babamın kitaplarını ve kütüphanelerini akrabalara dağıttık. 1967 yılına kadar devam etti bu dağınıklık.Hala daha birşeyler de aklımı  karıştırmaz ve anlam veremediğim bu olaylarda, onbeş bin civarında olan Baf Bölgesi’ndeki Kıbrıslıtürklerin, yani bizlerin, komutanlarımızın , bizden dört kat fazla olan Kıbrıslırum toplumuna karşı niye tahrikkar hareketlere veya misillemelere giriştiklerine de bir anlam veremem. Tükürseler bizi boğarlardı da, bilhassa 7 Mart 1964 yılında niye Kıbrıslırum çarşı Bölgesi’ne saldırmış, yüzlerce Rum’u esir almış ve niye o gün yedi Kıbrıslırum masum insanı öldürmüştü bizimkiler? Bu resmen o küçük toplumun üstüne, dört kat daha fazla olan ve toplandıkları zaman birkaç saat içinde ateş ve sayı gücüyle onları mahvetmek demek değil miydi bu? Böyle mantıksız ve intiharı andıran misilimlemelere niye girişmişti bizimkiler? Yoksa o günlerde 4 Mart kararıyla Türkiye’nin müdahalesi durdurulmuşken esas amaç bu müdahaleyi başlatmak mıydı yer yer tahrikler yaparak? Bunlar da akla gelmedik şeyler değildi. Nitekim 7 Mart 1964 Olaylarından önce gene tahriği bizimkilerin yaptığı ve Mavro’nun bir Kıbrıslıtürk’ü vurma tahriğini aslında bizimkiler planlamıştı diye iddialar da vardır. Mavro bu olaya sebep olunca, bizimkiler de hemen çarşıya misilleme olsun diye saldırmışlar ama daha sonra yedi öldürülen Kıbrıslırum canına karşı biz de olaylarda 15 can yitirecektik. Misilleme üstüne misilleme , oradaki Kıbrıslıtürklerin yağan bombalarla ve tank ateşleriyle tonlarca bombaları başlarına yemeleri ve daha sonra da teslim şartlarını kabul etme… Dediklerine göre Kıbrıslırumların karşı saldırısını da Baflı kıbrıslıtürk lider Dr İhsan Ali, Baf’a Glafkos Klerides’i çağırmakla önlemişti. Nitekim daha sonraları iki sene önce Güney Kıbrıs’ta yapılan “Anavatan Adına” adlı flilmde, Baf EOKA liderleri, 9 Mart 1964 günü, Mavrali Katliamını yaparken (9 şehit verilmişti) aslında katliamları devam ettirip tüm Baflı Kırbıslıtürkleri katledeceklerdi. Bu filimde de doğrulanmıştır.

1964 olayları sonrası Bir gün annemiz bizleri ovaya götürdü. Bu sırada meğer sıkı takibat yapan Baf’taki mücahit birliklerinin komutanlığı bizi bu ovalarda gezerken dürbünlerle takibe almış ve casusluk yaptığımıza dair bizi kontrol etmeye başlamışlardı. Ovalardan dönerken bizi mücahitler durdurdu ve hakkımızda takibat olduğunu, yoklanmamız gerektiğini söylediler. Annem buna çok kızdı, kırıldı da. Derhal hamile haline rağmen komutanlığa, yani Beyaz Saray’a çıkarak bu şekilde bir takibin niye bize yapıldığını, bizim niye vatan hani durumuna konulduğumuzu, hamile olmasına rağmen, kadın asabiyetiyle sordu. Mevzuatın ve komutanlığın kararının böyle olduğunu söylediler. Daha sonra denizde yıkanmaya çıkan bazı gençler de, pusuya düşürülerek teşkilat tarafından sopa ile dayak yediler. Yani Kıbrıslırum fanatiklere karşı mücadele eden toplum, aslında içte de taşkilat tarafından baskıya uğramaktaydı. O dönemde Dr İhsan Ali’nin ailesine karşı çok kabalıklar oldu. Resmen teşkilatçılar onun ailesini, 1964 yılında Mutallo Meydan’ında sıra dayağına tuttular. Erkekler de dayak yedi kadınlar da… Sonra da İhsan Ali taraftarlarına baskı gelince, İhsan Ali’nin taraftarlarından bazı aileler, Rum Bölgesi’ne kaçmak mecburiyetinde kaldılar. Bu arada Rum Bölgesi’ne kaçan bir aillenin zayıf, kolu sakat oğlu da okula gelince (Baf Kurtuluş Lisesi), gene okula gelen teşkilatçılar bu çocuğu öyle bir dövdüler ki diğer sakat olan kolu da bu defa kırıldı. Öğretmeni olan rahmetli babam önlerine geçmeseydi belki de bu çocuğu daha da döveceklerdi. İşin tuhafı bu çocuğun abisi, o sıralarda Erenköy’e çıkan öğrenciler arasındaydı. Ailesi Baf’ta vatan haini diye dayak yerken, ailenin Siyasallarda okuyan büyük oğlu herşeyden habersiz Erenköy’de savaşmaktaydı. Sonra 1966-67 yıllarında kendilerinden casus diye şüphelenlilen iki yaşlı kadının sınır üzerindeki evlerinde başları kesilerek öldürülmeleri (Pembe Cafer ve Remziye Kahveci) , olayları meydana geldi. Aslında toplum, bu kadınların nasıl öldürüldüklerini anlamıştı ama  belki de teşkilat, topluma da bu kadınları öldürerek , bakın sizin de başınıza gelebilir şeklinde bir mesaj vermişti aklınca. Ama toplum bu mesajları alarak elbette daha biyatkar duruma getirildi ve sessizleştirildi. 1967’ler sonrası sessiz toplumu bu şekilde yaratılmıştı. KTÖS ve CTP’nin kuruluşları sırasında çekilen zorluklar ve baskılar işte bu dönemlerin bir mirasıydı.

Kazalar arasında seyehat ederken içte baskılara uğratılan toplum fertleri, bu defa da Kıbrıslırum bölgelerinde baskılara uğruyordu. Bu defa da barikatlar vardı. Yüzlerce Kıbrıslıtürk çalışan bu barikatlarda esir alınarak kayboldu. 1964 sonrası rahmetli halam, küçük kızı ve küçük teyzemin Lefkoşa’ya gidişimizde yol üzerinde hem Baf’ın çıkışında hem de başka yerlerde, hatırladığım kadarıyla ona yakın barikatla karşılaşmış ve yoklanmıştık. Ben de erkeklerle birlikte o zamanlar 7-8 yaşlarında olmama rağmen her seferinde yoklanmaktaydım. Ayak bileklerime kadar, hatta bir seferinde ayakkabılarım da çıkarılarak yoklanmıştım.Bu tip yoklamalar daha sonra tek barikat kalan Çağlayan Barikatı’nda 1968 yılına kadar devam edecekti. Pek tabi ki tekrar söyleyeyim, içte Teşkilat ve enklavların dışında da EOKA aynı şekildeydi. Gene bir Rum kızıyla evlenip Baf Türk enklavındaki annesini görmeye gelen Ali adlı şöför bir Kıbrıslıtürk’ün, o günlerde EOKA’cılar tarafından tutuklanıp işkence görmesi de meşhurdu. O Kıbrııslıtürk’ün annesinin hep Rumca konuştuğu için ölene kadar oğlu için “Manamu Busegame, manamu Busegame “ (Zavallı oğlucuğum, zavallı oğlucuğum) diye ağlamasını da unutamam…

Tabi Kıbrıslıtürklerin 1967 yılında bir de Baf’ta ve yollarda toplanmaları durumları da olmuştu. Teşkilatın bu işleri misilleme yaparak çözmeye çalıştığı ve Kıbrıslırumların misilleme tavırları bilindiği için mesela Koloni adlı bir köyde (Baf’a çok yakın) Stenili Andrea diye bir fanatik, Kıbrıslıtürklerin üzerine ateş açınca, en az iki kişinin vurulmasına ve bir Kıbrıslıtürk gencinin ölmesine sebep olduğu ama daha sonra Susuz Köy’ünden, Baf- Celocera yoluna inen bir grup teşkilatçı Kıbrıslıtürk’ün, bir takside bulunan Irakleus adlı bir şöförü, hamile anne Andivoni ve RMMO’da görevli asker oğlunu öldürdükleri duyulunca, ertesi gün EOKA’nın da, Baf çarşısında bulduğu Kıbrıslıtürkleri toplayarak öldürdüğü ve onlarca Kıbrıslıtürk’ün hala kayıp oldukları da bilinmekte. Bu misilleme harekatını düzenleyen Baf Merkezi Mücahit Komutanlığı’nın Kıbrıslırum tarafında misilleme olacağı bilinmesine rağmen, çarşıya geçen Kıbrıslıtürkleri niye engellemediği de hala daha sorulan sorular arasındadır. Yoksa onlar öldürülsün de haklılık mı kazanalım görüşü vardı, kimbilir… 1974 savaşı sırasında da her iki toplum bu defa misillemelerle veya misillemesiz bol bol cinayette bulundu birbirine karşı. Yüzlerce kişi gene katledildi. Hem savaşta hem de daha sonra esir düşen Kıbrıslıtürklerin ve Kıbrıslırumların  yüzlercesi  katledildiler.

Sonuçta geldiğimiz noktada işte böyle bölündük ve bizi böyle böldüler ve her iki taraf da bu yapılanlardan dolayı suçludur. Emperyalizme, etnik farklılıkları kaşıyıp bölme fırsatı veren işte bu düşmanlıklardır. Ne isterse olsun liderler, bilhassa Makarios gibi karizmatik geçinen bir lider, bu olayların bölünmeye, adanın bölünmesine sebep olacağını kestirmeli ve barışçı mesajlara başlamalıydı. Ulusalcı ve çatışmacı, iki toplumu bölen dil kullanmamalıydı. Bu 1963 olaylarıyla olmalıydı. Bizimkilerden ise hele bir tanesi tamamıyla oradan verilecek olumsuz yanıtlara dünden razıydı. Bence her iki taraf da hatalarını kabul etmeli, yanlışlarını konuşmalı. Ben 1972-73 yıllarında bile hala daha EOKA B Makarios’a karşı saldırılar yaparken, Makarios’un hala enosis naraları attığını, Dr İhsan Ali’nin önerilerini dinlemediğini ve kendi karanlık kafasına göre hareket ettiğini çok iyi biliyorum. Çünkü bazı Baf’ta yaptığı mitinglerin canlı şahidiydim.Kıbrıslıtürklere karşı anlayışsız ve ayrımcı politikalar, bizi 15 Temmuz ve 20 Temmuzlara getirdi. Kıbrıslıtürk tarafındaki taksimci liderlere işte bu umarsız konuşmalar ve hareketler hizmette bulundu, taksimi bu düşüncesizce tavırlar da yarattı. Evet, bir işgal vardı ama işgali de tetikleyen bir 1963-64 ve Kıbrıslırum egemenlerinin ırkçılıklarıyla ulusalcılıklarını da unutmamak lazım. 1963’le de Kıbrıs Cumhuriyeti artık uhdelerine geçip üstünlüklerini de belli ediyorlardı. Kıbrıs Cumhuriyeti 1963’le bir Kıbrıslırum kimliğine bürünmüştü ve ilerideki ayrımın da tohumlarını ekmekteydi.

İşte bu yanlışlar bizi 1974’e ve bölünmeye getirdi. Keşke yanlış sadece Kıbrıslıtürk tarafında olsaydı. Hala daha 1963 yılından beri anormal bir statükonun olduğunu ama bunun da 1974 yılıyla daha da işleri karmaşık ettiğini bilerek tartışmalı ve ortak bir eşitlikçi çözüm şekli bulmalıyız. Bu Demokratik bir cumhuriyet modeli de olabilir. Kıbrıslırum komşular bunu tartışmalıdırlar. Tabi biz de…