1990 yılında SSCB yıkıldı. Yıkıldığında Gobalizasyon ve onun üst yapısal ideolojisi Post Modernizm etkili olmaya başladı. Post Modernizm, bilimsellikten uzaktı ve herşeyi eleştirmekte ama yerine çözüm koyamamaktaydı. İlk anlardan itibaren Post Modenciler olaylara eleştirel bakmaya ama yerine birşey koymamaya başladılar. Görüşlerinde çözüm yoktu. SSCB yıkıldığına göre artık İşçi sınıfı bilimi diye bir şey de kalmamıştı. Onlara göre Marksizm ve sosyalizm iflas etmişti, sınıflar ve tarih ortadan kalkmıştı. Peki çözüm neydi? Sınıfsal mücadele ve Marksizm ortadan kalmışsa onun yerine gelecek olan neydi? Fukuyama ve onun gibi olanlar sınıfların da, tarihin de bittiğini ilan ediyorlardı. Bu görüşlere karşı olanlar, aslında kapitalizmin ortada olduğunu, Doğu Bloku’nun ortadan kalmasıyla sosyalizmin ortadan kalkamayacağını, tarihin şu anda bile yaşandığı yorumunu yapamıyorlardı. Öyle bir hava estiriliyordu ki her işin başı Marksizmdi, sosyalizmdi ve bunların ortadan kalmasıyla da bu sorunlar kendiliğinden ortadan kalkacaktı. Oysa Doğu Bloku’nun veya SSCB’nin yıkımının , oradaki dinamiklerin zayıflığından ibaret olduğu da pek tartışılmamaktaydı. Marksizmin öngörmediği, bürokratik elit bir kastın SSCB ülkelerinde ve daha sonra da onlara bağlı uydu sistemlerde gerici bir yapı oluşturduğu, hatta mevcut sosyalist diye bilinen yapıyı da gericileştirdikleri pek anlaşılamıyordu. Devlet olgusuyla, ulus-devletçilikle sosyalizmin bağdaşamayacağı ayırdına varamıyorlardı. SSCB’yi esas bu düşünce konseptinin ortadan kaldırdığı da farkedilmiyordu. Ama öyleydi… Bozukluğun aslında sosyalist çarkı ele geçiren bu kasttan dolayı olduğunu, 1917 yılında yapılan devrimin daha sonra başka bir gerici devrimle önünün kesildiğini çok az insan biliyordu. Aslında bu gerici mentalite, öncelikle Mahocu anarşistlerin ve daha sonra da Sovyet Devrimini gerçekleştiren milyonlarca insanın hayatına mal olacaktı. Troçki ve taraftarlarının milyonlarcasının işte bu gerici dalgayla ortadan kalktıkları belliydi nitekim bu bir bakıma 1917 devrimini de ortadan kaldırmıştı. İşin tuhafı,1945 sonrası oluşan Doğu bloku uyduları birer burjuva işbirliği yapılan yapılardı ve tamamıyle sosyalist de değillerdi. Gene bunu da bırakalım, Marksizmin Stalinizmden çok farklı olduğu ve Stalinizmle bağdaşmadığı da tartışılmaktaydı.
Şimdi bunları tahlil etmek için demokrat olmak şarttı ve işin tuhafı 1917 devrimi sonrası gelen bu kast, aslında milliyetçi demokratlardan bile daha geriye düşmüştü. Tarihte bildiğim kadarıyla iki devlet adamı veya toplum lideri bu farkı iyi görmüştü. Lenin, sürgün olduğu 1917 öncesi İsviçresi’nde İsviçre’deki değişimi ve o Demokratik Cumhuriyet’teki değişimi görerek, bunu 1917 devrimi sonrası SSCB’ye uygulamıştı. Uygulamıştı ama Lenin aslında bu sistemin devlet olarak değil sönümlenecek bir devlet olarak ortaya çıkmasını ama buradaki demokrasinin yaşatılması gerektiğini biliyordu. Kıbrıslı liderlerlerden Dr İhsan Ali de eğitimini İsviçre’de yapmış ve Demokratik bir Cumhuriyetin ulusçuluktan uzak olması gerektiğini çok iyi biliyordu. İsviçre’de altı milliyet vardı ve bu milliyetlerin İsviçre’deki sistemi yaşatmaları için milliyetçilikten uzak kalması gerektiğini çok iyi biliyordu. Dr İhsan Ali, eğitimini tamamladıktan sonra bu modeli Kıbrıs’a tanıtmaya çalıştı çünkü Kıbrıs’ın da sosyolojik olarak çok uluslu çok kültürlü bir yapısı vardı. Demokratik bir cumhuriyetin yaşaması için resmi ideolojisi olmaması gerektiğini, ulusçuluktan uzak olmasının gerektiğini, din, dil,boy, kan,budun,ırk ayrımlarına girmemesi gerektiğini çok iyi biliyordu. Ha, milliyetçilik yapacak olan bir grup varsa, vergilerini devlete vererek kendi binalarını, derneklerini oluşturarak bunu kendi camialarında yapabilirlerdi ama bunu yaparken de insan hakları ve diğer etnik grupları rencide etmeden yapmaları gerekecekti. Demokratik bir cumhuriyette orada yaşayan tüm etnik grupların birliği ve eşitliği kabul edilecek, ortak çalışmalar ve ortak kararlar, çoğulculuk demokrasisi içerisinde alınacaktı. Dr İhsan Ali,başından beri Baf’taki Kıbrıslıtürk kulüblerine Kıbrıslırumların veya Kıbrıslırum kulüblerine de Kıbrıslıtürklerin üye olmalarını bu yüzden savunmaktaydı. AKEL Komünist Partisi ise Sovyetlerin etkisinde kaldığından dolayı gericileşen Sovyetler Birliğinin kopyacılığını yapmakta ve Kıbrıs’ta daha sonra komünistliğin enosisci bir safhaya girmesiyle bölücü olmaya başlayacağı bir döneme girecekti. Stalin, çarpık bilinciyle ulusculuklarla işbirliği ve müttefiklik çağrısı yapınca, Yunanistan gibi ülkelerde devrimciler yenilmeye başlayıp bozguna uğrayacak, Marksizmin uluscu ideolojiyle bağdaşamayacağı, Sosyalizmin gerçekleştirilmesi için ulus devlet ve ulusçuluğa savaş açılması gerektiğini öngöremeyecek, gerek 1948 Lefke Maden Grevi ve gerek 1967 yılında aldığı enosis kararlarıyla, gerekse 1964 yılında Makarios’un yanlış politikalarına arka çıkmakla, AKEL Komünist Partisi bölünmeye katkıda bulunacaktı. Nitekim o günlerde AKEL Komünist Partisi’nin bu yanlış kararlarını gören Dr İhsan Ali, Kıbrıslırtürk ve Kıbrıslırumların ortaklaşa çıkardığı bir dergide bu konuyu dile getirerek AKEL’i o makalesinde eleştirecekti (Bk. Ortak Vatan, Plutis Servas).
Dr İhsan Ali bu görüşlerini İsviçre’de pekiştirecekti; üstelik İsviçre’nin temelinde yatan Demokratik Cumhuriyet modelini de iyi okuyacaktı.Bir Sol Kemalist olan Dr İhsan Ali, önceleri uluscu öğeleri farketmese bile (Aslında bunun 1945 sonrasında uydurulmuş bir konsept olduğu, 1945 öncesi Kemalist ideolojide aşırı milliyetçiliğin olmadığı söylenmektedir, Bk. Murad Belge ve Baskın Oran…) daha sonraları bunu farketmiş, uluscu bir mecrada kalan Kemalizmin de, bu zayıf tarafını daha ilerici bir şekilde, AB normlarını benimseyerek, daha da ileriye fırlayacaktı çünkü Dr İhsan Ali, Kemalizmin uluscu konseptinin ya o dönemki klikler veya gene o zamanki aydınlar tarafından, Batı aleyhine kullanılamayacağını, Kemalizmin aslında AB normlarıyla tam uyuşabileceğini görmüştü. Türkiyeli aydınların çoğu bunu 2000’li yıllardan sonra farkedeceklerdi. Dr İhsan Ali’nin yakın arkadaşlarından olan Ecevit dahil, Kemalistler, maalesef 1980’li yıllarda bile bu oluşumu göremeyecek ve Kıbrıs için taksim, AB normları için de isteksizlik göstermeye başladılar ve pek tabi ki ülkelerini de birçok olanaktan ve gelişmeden de mahrum bıraktılar. Tabi Dr İhsan Ali, AB normlarının özgürlükçü ve Demokratik Cumhuriyet normlarından yanaydı. Kapitalist normlarını öngörmüyordu.
Dr İhsan Ali’nin Türk aydınları ile arasında en büyük farkı uzun bir müddet İsviçre’de okuması ve Demokratik Cumhuriyet olgusunu yakından incelemesi olmuştu. 1917 sonrası gerici bir duruma düşen SSCB olgusu da, maalesef İsviçre’deki bu değişim dinamizminin farkına varan Lenin’in aleyhine, Batı’ya ters düşerken, federasyon diye bir araya gelen SCCB’ye bağlı cumhuriyetler de, maalesef birer ulus-devlet olacak ve ulusçuluk ideolojilerini benimseyerek SSCB’nin sonunu getireceklerdi.
Dr İhsan Ali’ye çok yakın olan Bülent Ecevit ise, Dr İhsan Ali’nin gösterdiği dinamizmi ve öngörüyü yakalayamıyarak, bilhassa 1980 sonrasında artık daha da gerici ve uluscu bir trende yakalanıp, Kıbrıs’ta bir zamanlar karşı olduğu bölünme veya taksime de esir olacaktı.
Dr İhsan Ali’nin büyüklüğünü anlamak için, aslında Demokratik Cumhuriyet modeline ve fikrine erkenden farkına varmasına bağlamak ve pek tabi ki onun çok okumasıyla, tüm bunlarla yakından ilgili olduğunu bilmek de gerekmektedir.