Syriza, Brexit ve Aşırı Sağ’ın yükselişi – Murat Kanatlı

5031

[Sol ve Kıbrıs konferansında yapılan konuşma metni]

Başlıktaki 2 öğe aslında bugün yaşamakta olduğumuz ideolojik kafa karışıklıklarının da merkezinde yer almaktadır…

Syriza, hem merkez solun, hem de merkez sağın güç kaybettiği siyasal zeminde radikal solun ne yapabileceği üzerine bir deneyimi anlatır ama ayni zamanda bazıları için düş kırıklığını, bazıları içinse yeni umutların da işaret konumundadır. Ayni zamanda bir tehlikenin de eşiğidir… Çünkü Syriza’nın başarısız olduğu kitlelerce benimsendiği anda, Neonazi örgütlenme Altın Şafak ve aşırı sağ diğer örgütlenmeler daha fazla güç kazanacak, ya da neo liberal politikaları daha pervasız uygulamak için popülist aşırı sağ bir söylem ile Yeni Demokrasi yeniden tek başına hükümete gelecek…

Brexit, aşırı sağın yükselişi içinde değerlendirilmesi gereken konudur. Bugünkü haliyle Avrupa Birliği’nin devamını savunmak mümkün değildir ama bunun yerine sınırlarını kapatarak, eski ulus devlet kalıplarına geri dönülmesinin de savunulacak tarafı yoktur. Brexit yanında, benzer terminoloji ile Fransa’da Le Pen, Almanya’da AfD de siyasal anlamda güç kazanmaya devam ediyor. Macaristan’da yaşananları da bu kategoride değerlendirmemiz gerekir…

Brexit savunucularının kampanyasında iki kampın olduğunu unutmamak gerek… Sol değerler üzerinden Brexit’i savunanlar da mevcuttu ama kampanyanın esas karakterini veren aşırı sağ popülist söylemdi. Bu söylem ayni zamanda bir süredir ‘post-truth’ kelimesinin de siyasal literatüre yerleşmesine de zemin hazırladı. Siyaset yaparken gerçeğin, olguların, hakikatin artık geçerli olmaması, algıların, hissetirmelerin öne çıkarılması sonucu ‘Brexit’ ve ‘Trump’ kazaları ya da sonuçları yaşandı.

Burda iki kavramı ayırmak gerek, bunu ayıramadığımızda neye karşı mücadele ettiğimiz de karışmaktadır. Aşırı sağ her zaman faşist ya da Neonazi olması gerekmiyor. Eğer hem faşistleri hem de aşırı sağcıları ayni sepete koyduğumuzda mücadelede doğru methodların seçilmesi her zaman mümkün olmayabilir…

Altın Şafak, ELAM, Almanya Ulusal Demokratik Partisi NPD, Neonazi örgütlenmelerdir, paramiliter yapıları vardır, faşist bir düşünce üzerinden örgütlenme çalışmalarını yaparlar…

Aşırı sağ ile yabancı düşmanlığı, ırkçılık, nefret söylemi gibi benzer zeminlerde düşünce yapıları olmasına rağmen, bunlara yönelik pratikler geliştirirken, siyasal araçların kullanımında temel farkları vardır.

Aşırı sağın amacı, söylemleri kullanarak kitlesel bir hareket yaratmak ve mevcut sistemi kendi çıkarlarına uygun çalışmasını sağlamaktır. Faşist partilerin amacı ise, mevcut sistemi değiştirerek faşizmin kurguladığı türden bir tekelci kapitalizm modelini zor yoluyla hayata geçirmeye çalışmaktır.

İkisinde de temel amaç, ekonomik krizlerle tıkanan kapitalist sistemi aşmak için ırkçı, milliyetçi bir söylem ile, gerekirse zor da kullanarak siyasal zemini yeniden düzenlemektir.

Neonazi örgütlenmeler düz bir çizgide faaliyetlerini yürüttükleri için deşifre olmaları daha kolaydır. Ancak aşırı sağ için bunu söylemek mümkün değildir.

Bugün Avrupa’nın birçok ülkesinde ırkçı, milliyetçi, nefret söylemi içeren popülist siyasetler merkez sol ve sağın boşalttığı alanı hızla doldurmaktadır. Aşırı sağ, çoğu kez, bugünkü küreselleşmeye, emperyalizme karşı da tepkiyi içerecek şekilde, mevcut sistemi de eleştiren bir söylem geliştirmektedir… Hatta solun söylemlerini de alarak, solu demokratik olmamakla suçlayarak, bunları milliyetçi bir söylem ile harmanlayarak popülist siyaseti yaygınlaştırmaktadırlar… Bu nedenle hızla yoksunlaşan ve yoksullaşan, işsizlik derdi olan kitleler için bir siyasal bir seçeneğe dönüşmektedirler…

Brexit kampanyası yukardaki anlatılanların büyük kısmını içerecek aşırı sağ kampanya tarafından domine edilerek sonuca ulaştı. Sonuç açıklandıktan bir süre sonra yapılan tartışmalardan aşırı sağ argümanların tamamen havada olduğu, bazıların açık açık yalan, bazılarının manipülatif bilgiler içerdiği ortaya çıktı ama İngiltere’nin şu aşamada geleceğini bu aşırı sağ politika şekillendirmektedir…

Nasıl buraya gelindi?

Yukarda dediğimiz gibi bugünkü Avrupa Birliği, neoliberalizm politikaları ile özelleştirmeden emek piyasasının esnekleştirilmesine, bunların sonucu çok ciddi boyutta işsizlik yaratan kemer sıkma paketlerine, bir dizi politikanın dayatıldığı bir kurumsal mekanizma haline geldi. Avrupa bütünleşmesinin neoliberal temelde olması şöyle bir gerçeklik yarattı -ki bunun en vahşi şeklini Yunanistan’da gördük- kitleler, işçiler ve emekçiler nezdinde popüler olmayan politikaları ısrarla dayatan, üstelik bunları dayatırken herhangi bir hesap verme mekanizması da olmayan bir düzey… Bu beraberinde bir dizi yan etkiyi getirdi, hem Avrupa düzeyinde hem de ulusal ölçekte temsiliyet krizi… Seçimlerin ve seçilenlerin çare üretemediği, sorunları çözemediği yerde örneğin Yunanistan’da PASOK tamamen yok olup gitme noktasına geldi… Birçok ülkede merkez partilerin solcu, sosyal demokrat veya sağcı, muhafazakâr olması anlamlı bir fark yaratamaz hale geldiği zeminde aşırı sağ ana akım haline geldi.

Brexit değerlendirmesinde İngiltere’deki Sol Birlik şunu belirtti: “Ülkemizde karşılaştığımız bu sorunları ulusal bazda çözmek imkansızdır. Çünkü bu sorunlar, işçi sınıfının tüm ülkelerde karşılaştığı uluslararası sorunlardır ve bunu aşmak için sınırlar ötesi dayanışma ve işbirliği gerekir. Kendimizi müttefiklerimizden, Avrupa’da ortak mücadele yürüttüğümüz halklardan soyutlayamayız. Birlik güç demektir ve bu güce ancak her ülkedeki işçi sınıfının, yoksulların ve sömürülenlerin birliğiyle ulaşabiliriz. Avrupa kıtasının dört bir yanında sol partiler ve hareketler neo-liberalizm, kemer sıkma ve yoksulluğa karşı mücadelelerini ortaklaştırırken bizim de kendi yönetici sınıfımıza karşı Avrupa halklarıyla birlikte ortak mücadele ederek başarı kazanma ihtimalimiz daha fazladır.”

Belli coğrafyalarda ulusal sermayenin kimi kesimi aşırı sağ siyasetlerin yaygınlaşmasını sağlayarak girdiği ekonomik krizden çıkış arıyor. Kimi yerde bu açık bir neoliberal politika karşıtlığına da dönüşebilmektedir. İşte bu noktada birçok kesimin kafası karışmaktadır. Örneğin aşırı sağın da terminolojisinde yoğun bir küreselleşme ve emperyalizm karşıtlığını görmek de mümkün ama bunun yaparken ulus devlete dönüşü, ulusal sermayenin korunmasını da vurguladıklarını gözden kaçırmamak gerekir…

Tam da böylesi bir zemin de ne yapmalı?

Yüksek işsizliğin yaşandığı, neoliberal politikaların dayatması ile ciddi sayıda insanın ekonomik olarak zor koşullarda yaşamını sürdürmeye çalıştığı, ekolojik krizlerin içinde geçildiği bir zamanda radikal sol ne yapmalı? Kabaca iki yol olduğunu söylemek mümkün, biri tümüyle gelecekte gerçekleşecek bir devrim için mücadeleye odaklanmak, diğer ise sorunun kapitalizmden kaynaklandığının vurgulaya vurgulaya, ama bugünden solun sorumlulukları olduğunun altını çizerek, neoliberalizmin yarattığı sorunları biraz olsun hafifletecek kimi alternatif sosyal ve ekonomik politikaları hayata geçirmeye çalışmak!

İlki kendi içinde “nasıl bir devrim” tartışmasını barındırır ve onlarca alt başlığı vardır. Ancak güç ilişkilerimize baktığımız “yalnızca devrim ama nasıl” başlığını tartışmak, sorunları çözemediği, siyasal bir seçenek arayan kitleleri pratikte hızla aşırı sağa yönlendirdiği de açık…

Bu noktada Syriza ile şekillenen bir tartışmanın ortasına düşmekteyiz… Bu konuda da kafalar ciddi şekilde karışıktır. Syriza’nın politikalarını eleştirirken herkes kendi anladığı “Syriza” ve onun yapması gerektiğini düşündüklerini merkezine alıp eleştiri geliştirmektedir.

Syriza ile Synaspismos’un farkını hala kavrayamayanlardan, ilk Syriza ile son dönemdeki Syriza arasındaki farkı da anlayamayan bir sürü grup, kişi yapı, Yunanistan üzerinden “çok ciddi” sol eleştiri yapıp, ideolojik olarak arındığını, kendini akladığını düşünebilmekte ya da Syriza’ya mevcudundan daha büyük anlamlar vererek kurtarıcı bir rol sunmaktadırlar…

Yunanistan’da solun bölünmesi ve ortak bir zemin oluşturmaya çalışmalar tarihi eskilere dayanır, hâlâ daha Yunanistan’da yüzlerce sol yapı mevcuttur. Synaspismos, iç ve dış komünist partinin koalisyonundu. 80’lerin sonunda başlayan bir süreçti ama ayni şekilde bir de bölünmeydi, 1990’ların başında Yunanistan Komünist Partisi’nin ayrılması ile sonuçlanan bir süreçti de… 2000’lerin başında Synaspismos’un daha geniş bir cephe oluşturmak için Syriza’yı oluşturması, bunu meclis içi bir muhalefet kabul ederek, mecliste birliktelik dışarda herkesin özgün hareket alanı oluşturması üzerine kurgulanmıştı. Son döneme kadar Syriza, örgütsel ve bireysel ayrılma ve yeniden katılmalar tarihi oldu… Son dönemdeki süreç ise siyasi yapıların birlikteliği ile son şeklini almadı; Troyka’ya karşı geliştirilen sokak muhalefetinin siyasal bir zemin elde etmesiyle bugünkü noktaya geldi. Bu hali ile tüm dünyada yaşanan seçim, meclis gibi alanlardaki temsiliyet krizine de açılım getiriliyor, tabandan yükselen görüşler, alanlardan partinin liderliğine taşınabiliyor, orda daha kolektif siyaset belirlenebiliyordu. Kafaların karıştığı nokta, bu zeminlerde yan yana gelenlerin tümü devrimciler değildi. Uzun yıllar PASOK’a ve başka merkez sol oluşumlara oy verenler de bu zeminlerde buluşmaya başladı. Bu buluşma en sonunda somut bir ekonomik programa büründü, o da Selanik Deklarasyonuydu. Kıbrıs’ta birçok kesim Syriza’nın bu gelişim süreçlerini yok sayarak, indirgemeci bir tavırla solda birlik için model olduğunu iddia ediyor ama herkes bunu anlatırken bunun başka bir evresine vurgu yaparak kafasının karışık olduğunu net olarak ortaya koyuyor ama çoğu kişinin, kurumun, siyasi yapının Syriza’nın son evresini, taban hareketlerine dayanan, yerel inisiyatiflerle büyüyen kısmını etraflı tartışmadığı da bellidir

Yunanistan’da yükselen faşist ve aşırı sağın tüm manipülasyonu, baskıcı siyasetlerine, Avrupa’dan gelen dayatmalara rağmen Syriza hükümet olmayı başardı. Hükümet döneminde onu zora sokmak için AB’nin kendi “ilkelerini” terk edip kapitalin serbest dolaşımını bile engellediği, bankalara nakit akışı durdurduğunu unutmamak gerekir.

Peki Syriza başarısız mı? Burda gene kafalar karışmaktadır, neye göre başarı? Yerel inisiyatiflerle, sendikalarla, taban hareketleri ile olan bağın zayıfladığı temeline dayanan bir eleştiri haklı olabilir ya da Selanik Deklarasyonun tamamen uygulanmadığı yönündeki bir eleştiri de yerindedir. Troyka ile imzalanan memorandumlar konusunda ise netlik yoktur, PASOK-Yeni Demokrasinin imzaladıklarından hala daha iyi olduğunu söyleyen ciddi bir kesim vardır, bu rağmen vaat edilen memorandumların ortadan kaldırılması başarılamamıştır. Ama eleştiri örneğin eğer eurodan çıkma üzerinde yapılırsa, bu haksız bir eleştiri olur, bu ve benzeri görüşler üzerinden Syriza’dan ayrılanların oluşturduğu siyasi yapının zemin bulmaması, seçim barajına takılması, böylesi görüşlerin demokratik bir zeminde Syriza içinde tartıştırılıp ortaklaştırılmadığını gösterir yani yerel inisiyatiflerden, tabandan gelen bir görüş değil, teorik zeminde doğruluğuna inanların ortaya koyduğu bir düşünceydi. Eğer dışardan kendi doğrularımızı, demokratik mekanizmaları atlayarak dayatarak ilerleyebileceğimizi düşünürsek, bu temsiliyet krizinin canlanması sorunu yeniden gündeme getirecektir.

Bu nedenle Syriza’yı konuşurken mevcut gerçeklerden soyutlanmış, kendi doğrularımıza ne kadar uyup uymadığı üzerinden değil, somut koşulların somut tahlili ile konuşmamız gerekiyor. Ama bunun kolay olmadığı, mevcut koşulların ciddi şekilde kafa karıştırıcı olduğu da ortadadır. Son Fransa’daki seçimlerde Fransız Komünist Partisi’nin iki kez kendi içinde genel oylama yaparak Mélenchon’un nasıl destekleneceğine karar verebilmesi bunun bir örneğidir. Ya da en son seçimlerde İspanya’da İspanya Komünist Partisi ile Podemos arasında ittifakta, özellikle komünist parti üyelerinin önemli kısmının sandığa gitmeyerek bir nevi tepki göstermesi de diğer örnektir.

Aşırı sağın yükselişte olduğu, bunun Brexit gibi geri dönülemeyecek uygulamalara yansıdığı ya da Fransa’da Macron’un seçilmesi gibi neoliberalizm politikaları biraz daha makyajlayıp yeniden piyasa sürülmeye çalışıldığı koşullarda sistem dışı çözümleri olan radikal sol, ortak, birleşik bir sol hareket ile nasıl kitlelerin sorunlarını pratikte çözebilecek bir siyasal aktöre dönüşebilir, bu sorunun cevabını bulmamız gerekiyor.

Bu noktada her yapılanı, kendi zemininden kopararak, alabildiğince sert şekilde kendi doğrularımız üzerinden eleştirerek yol almak sorunları çözmemektedir; her şeye rağmen, karamsarlığa düşmeden, aşırı sağın neoliberal politikalar ile kamusal alanları tamamen yok edip, daha derin ekonomik krizler yaratmasına fırsat vermeden; Syriza’dan, Ada Colau gibi bir aktivisti belediye başkanı seçtiren Barcelona en Comú gibi deneyimlerden öğrenerek kendi coğrafyamızda ne yapacağımızı bulmamız gerekiyor…