1996 yılı olarak kesin hatırlıyorum. O yıl bizde Kutlu Adalı Bey de katledilmişti. Cinayet öncesinde başvurduğum bir burs için İngiltere’de yaklaşık bir aylık bir burs kazanmış ve orada bu kazandığım eğitim kursu kanalıyla,sınıftaki okuma parçalarını tiyatroya adapte etme becerisini kazanmıştım. Ama bu sırada gündeme bir haber düşmüştü. 150 yıl önce (1996’dan 150 yıl önce) İngiltere tarafından bir Çin toprağı olarak sömürge niteliğiyle alınan Hong Kong, 150 yıl önce, Çin’le yapılan anlaşma gereği, o yıl tekrar Çin’e, üzerinde yaşayan insanların da görüşü alınmadan geri verilecekti. Bu haberi duyar duymaz bu durumun orada yaşayan insanların self-determinasyonlarına bir saygısızlık olduğuna karar vermiş ve hatta hatırladığım kadarıyla “Yeniçağ Gazetesi”nde bir de yazı kaleme almıştım. Çünkü orada 150 yıl İngiliz İdaresi’nde yaşayan bu topluluğun uluslaşma sürecinin, ana kara Çin’den farklı olduğunu, bu uluslaşmada İngiliz Kültürünün ve Avrupa kültürünün bir farklılık yaratacağını öne sürmüştüm. Bunun yanında Stalinist despotluğu uyguladığı bilinen, Marksist görüş dışında bir bürokratik rejim sürdüren ve ne Avrupai burjuva anlamda, ne de sosyalist Marksist anlamda, emekçi devleti ve demokratik olmayan Çin’in, bu ayrı kültürle uluslaşan topluma bir yanıt veremeyeceğini yazmıştım. Şimdi 1989 yılından itibaren, Sovyet tipi sözde Sosyalist sistemlere eleştirel olarak bakmasam, sevinip Hong Kong’un Çin’e geri verilmesine memnun olacaktım. Ama Çin’in oradaki proleteryaya bile yar olmayan Marksist ve sosyalist siyaset yerine, insan haklarından ve demokrasiden muaf, özgürlükten mahrum despot bir sistemi olduğunu bildiğimden dolayı üzülmüştüm. Fakat daha sonra Birikim Dergisi’nde okuduğum bir yazıyla aslında Hong Kong’un kapitalist olduğu ve çoktan kapitalist olan Hong Kong’un sermaye şirketlerinin, Çin’e yatırım yaparak Çin içinde yayıldığını okumuştum. Aradan bir müddet sonra İngiltere’nin Bristol şehrine gidince, orada Hong Kong’dan gelmiş bir bayan öğretmenle tanışmış ve ona bu durumu sormuştum. Bayan öğretmen aynen benim görüşlerime katılarak aslında bu durumun oldukça tehlikeli olduğunu ve karar alınırken Hong Kong’lulara sorulmadığını, ileride orada yaşayan insanların mutsuz olacağını hassaten belirtmiş, bu insanların 150 yıl içinde aslında bir bakıma başka bir kültürle haşır neşir olarak, Çin’deki egemen kültürle sorunlarının olacağında hemfikir olmuştuk. Elbette bunları konuşurken, sosyalist, ve emekten yana görüşlerim hakimdi, ama 21 yıl sonra ne kadar da haklı olduğumu, son zamanlarda El Jazeere televizyonunda Hong Kong hakkında bir dökümanter filim seyredince anlamıştım.
Filimde, Honk Kong’luların son zamanlarda Çin’in dayattığı anti-demokratik düzene karşı yavaş yavaş başkaldırdıkları, bunun da Honk kong yurtseverliğine benzer ulusalcı bir başkaldırı olduğunu anlamıştım. Bu arada Çin arafından Hong Kong’a taşınan Çinli nüfus ise Hong Kong’da bir referandumda Çin’e bağlanmayı seçeceğini söylemekte, bu yüzden de Honk Kong’lu nüfusla Çin ve oraya getirilen Çinliler arasında büyük sorunların oluştuğu görülmektedir. Koskoca birkaç milyar insana ulaşan Çin’le nasıl başa çıkacakları da Hong Konglular için bilinmez bir soru olarak durmaktadır. Fakat self- determinasyon konusunun da bir insan hakları konusu olduğunu ve her toplumun da hakkı olduğunu biliyoruz. Stalinist SSCB’yi takip eden ve hemen hemen aynı rejimi uygulayan Çin’in aslında ideolojisi ile SSCB’nin düştüğü hatalara düştüğünü görememek de aymazlık olsa gerek. Pek tabi ki aynı sorunlar bugün AB üyesi olmuş Letonya, Estonya, Latviya ve Litvanya gibi Kuzey Avrupa ülkeleri için de bulunmakta ve hala daha çözümsüz olarak durmaktadır çünkü 1945 yılında oralara giren Stalin, bu ülkelere, bu ülkelerin nüfus yapılarını da kat kat aşan nüfuslar taşıyıp, oradaki toplumların self- determinasyon kararlarını ayaklar altına almıştır ki sosyalizmin ve Lenin’in self- determinasyon hakkı için ne kadar hassas davrandıkları ama Stalin’le ve kurduğu rejimle bu kararın ne kadar çiğnendiği ise fiiliyatta bugün açıktır ve ortadadır. Bugün bu tip ülkeciklerde maalesef Rus nüfusla oradaki yerli nüfus arasında, Hong Kong’a benzer surette sorunlar durmakta, üstelik bu Rus nüfusların AB vatandaşı olup olmayacakları da bir tartışma konusu olarak devam etmektedir.
Gene yaklaşık bir 14 sene önce Ledra Palace’da Keşmir’i de içeren ulusal sorunların tartışıldığı bir panele katılmış ve orada Keşmir’den gelen bir akademisyen genç arkadaş tarafından bilgilendirilmiştim. Sözü geçen genç akademisyen, Keşmirlilerin de self- determinasyonlarının Gandi’den beri ayaklar altına alındığını, Gandi’nin bile Keşmir konusunda şiddet kullandığını ve birçok Keşmirli’nin ölümüne sebep olduğunu söylemişti. Son zamanlarda gene El Jazeere gibi televizyon kanallarında bu sorunun canlılığını koruduğunu, ezen ulus olan Hindistan’ın, Keşmirlilerin hala daha bu insanlık sorununa çözüm getirmediğini görmekteyiz. Sadece bu sorun değil elbette, dünyada Kürt, Ukrayna ve diğer sorunlar da maalesef self- determiasyon dediğimiz insan haklarının temeli olan bu sorunun büyük güçlü devletler tarafından görmezlikten gelinerek, şiddetle çözülmeye çalışıldığı da görülmektedir. Sri Lanka’daki Tamil Bölgesi’nin sorunu da şiddetle çözülmeye çalışılmış, ama görülen o ki bu sorun da hala daha bir şekilde sürmektedir. Şiddet bu tip sorunları maalesef çözememektedir. Son zamanlarda Türkiye’deki Kürt sorununa çözüm olarak getirilen Türkiye’nin demokratikleşmesi, Demokratik Cumhuriyet olması önerisi de maalesef Türkiye devleti tarafından bir seneden beri gene acımasız bir şiddetle devam ettirilmektedir. Kürt Sorununa bir çözüm bulamayan Türkiye, hala daha devamlı sorunlar bataklığı içinde boğuşmakta ve kendi ekonomik çöküntüsüne de sebep olmaktadır.
Ulusal sorunlar insan haklarının bir parçası olan self- determinasyon çözümü veya bakışı ile çözülmeli. Ya o baskı altına alınan halka self- determinasyon verilmeli veya baskıcı devlet demokratikleşmeli. Sorunu şiddetle çözmeye çalışmak ise tüm ülkeyi istikrarsızlaştırmaktadır.
Keşmir, Hong kong ve diğer ulusal sorunlar da aynı bakış açısıyla çözüme götürülmeli. Şu da var; gittikçe, ırkçı ve faşist bakış açılarına sahip başkanların tahakküm sahibi olduğu büyük ülkelerde eğer ulusal sorunlar şiddet yoluyla çözülmeye çalışılırsa, dünyada yeni bir şiddet ve istikrarsız süreç başlayacak. Bu da dünya barışını tehdit edecektir.